Tevazu ile Giren Eli Boş Dönmez
Şeytanın en belirgin özelliği nedir? Tasavvufi düşünceye göre kibir nasıl yenilir? Tasavvufta tevazu ne kadar önemli? Hak ile kul arasındaki perde nedir? Birbirine tamamen zıt iki hal ve tavır: tevazu ve kibir....
Kibir şeytanın en bariz vasfı olduğu için, tasavvuf ehli kibirli insanları ıslah ve irşad etmenin çok zor olduğunu söylerler. Allah dostlarının yanına kibirle giren kimseler onların manevi sofralarından hiçbir rızık elde edemezler. Tevazu ile girenler ise eli boş dönmezler. Onun için denilmiştir ki: “Sofinin dergâhı öyle bir dergâhtır ki; buraya saman çöpü gibi giren, dağ gibi büyür. Dağ gibi gurur ve azametle giren de saman çöpü gibi küçülür.” (İz, Mahir, Tasavvuf, İstanbul, 1997, s. 82)
Yine sufiler; “Ene (ben) tahtına oturanın irşâdı mümkün değildir” demişlerdir. Merhum Nurettin Topçu’nun şeyhi olarak bilinen Abdülaziz Bekkine Efendi de; “Bana kâfiri getirin ama kibirliyi getirmeyin” diyerek kibirlinin irşadının zor olduğunu ifade etmiştir. Tabi bütün bu ifadeler kibir illetinin ne kadar zor bir virüs olduğunu ifade etmek içindir. Elbette ki Allah Teâlâ isterse en ağır hastalıklar iyileştiği gibi bu illet de iyileşebilir.
Kibir gibi sinsi bir hastalığın insan benliğini kaplamaması için insanın nefsini ıslah edecek bir mürşide ihtiyacı vardır. Mürşid-i Kamil kendisine müracaat eden salikin her türlü noksanına rağmen ona tevazu kanatlarının geren ve onunla manen ilgilenen kişidir. Nitekim denilmiştir ki: “Sufi toprağa benzer. Üzerine çer çöp gibi şeyler atılmasına rağmen ondan daima güller biter. Bir gül yetiştirmek için bin dikene katlanmak mürşidlerin ana düsturlarındandır.” (Ethem Cebecioğlu, Hazcı Bayram Veli, s. 104)
TEVAZU PERDESİ
Kimin kibirli olduğu, kimin tevazulu olduğu konusu ise o kadar kolay anlaşılabilecek bir konu değildir. Görevi gereği insanları mesafeli durması gereken bir kimsenin hali kibir zannedilebilir. Ya da tevazu perdesi arkasına gizlenmiş kibri ayırt etmek o kadar da kolay olmayabilir. Bazen yönetici konumunda olan insanlar işi icabı biraz asık suratlı ve sert durmak zorunda kalırlar. Öyle yapmadıkları takdirde çalıştırdıkları insanlara iş yaptıramazlar. Onları dışarıdan görenler kibirli sanabilirler. Fakat o kimse hakikatte kibirli değildir.
Bazen Allah’ın bir veli kulu da herkesle görüşmemesinden veya herhangi bir nedenden dolayı kibirliymiş gibi algılanabilir. Oysaki Allah’ın veli kulları kibirli olmazlar, tam tersine mütevazı olurlar. Öyle algılamasının nedeni tamamen şeytanın ayartmasından meydana gelen bir zandır. Ham kişiler onların tarikat geleneğinden gelen bazı uygulamalarını kibir zannedebilirler. Veya şeyhinin karşısında ezik büzük duran derviş hakkında ise; “Ne kadar da mütevazı” diye düşünebilirler. Boynunu bükmüş diye o kimseyi benliğinden geçmiş, nefsini ayaklar altına almış sanabilirler.
İnsanları en güzel Allah dostları ve arifler tanıyabilir. Allah dostlarının öyle derin bakışları vardır ki sadece zahirde görünen bir takım hareketlere göre karar vermezler. Onlar insanlara kalp gözleri ile nazar eder ve ferasetleri ile onları tanırlar. Son devrin mutasavvıflarından İsmail Hakkı Toprak Hazretleri ne güzel söylemiştir: “Herkes yanımıza nefsimizi yendik diye gelirler. Hele bir dokun bakayım, işin aslı nasıldır bir göresin.”
ÖLÇÜ VE DENGE
Büyüklerin ifade ettiğine göre tasavvuf başlı başına bir adap okuludur. Fakat edepli olmak da nefis ile baş edebilmek de gayet zordur. Kişinin edepli olacağım diye beşer karşısında tevazuda aşırıya gitmesi de insanın izzet-i fıtriyesine zarar vereceğinden doğru değildir. En güzeli mutedil bir çizgide hürmet ve ihtiramda aşırıya gitmeden, derinden derine bir hürmet duygusuyla hareket etmektir. Zaten büyük zatlar saliklerini her türlü aşırılıktan sakındırırlar. İslam ölçü ve denge dinidir. Mürşid-i kamillerin de her hareketlerinde bir ölçü ve denge vardır.
Mürşid-i kâmiller huzurda boynunu büküp sözde murakebeye dalan ancak dışarıda nefsi emmaresinin peşine düşen ve kardeşlerine karşı kibir haliyle muamele eden kimselerin bu haline itibar etmezler. Hızlı başlayıp tez yorulanları tanıdıkları gibi, hangi halin derinlerden geldiğini hangi halin yapmacık olduğunu da Allah Teâlâ’nın izni ile çok iyi anlarlar. Her ağlayanı yumuşak kalpli, her hay huy edeni ihlaslı zannetmezler. İnsanlara hizmetine ve himmetine göre değer verirler.
Tasavvuf yolunun pirlerinden Bayezid-i Bistami Hazretleri şöyle demiştir: “Bir mürit nara atıp hay huy etti mi havuz olur, sukut edince inci dolu bir derya olur.” (Süleyman Uludağ, Bâyezid-i Bistâmî, Ankara, 1994, s. 146) Yine bu yolun büyüklerinden Ubeydullah Ahrar Hazretleri de huzurunda murakabeye varan bazı müritlerini şöyle uyarmıştır: “Kaldırın başınızı içinizden duman çıktığını görüyorum. Murakabe kim siz kim? Size düşen temizlik için su taşımak, hela temizlemek ve insanlara hizmet etmektir. Bu geçitten geçmeden murakabeye liyakat kazanılmaz.” (Hasan Kamil Yılmaz, Altın Silsile, s.133)
HAM ANLAYIŞLAR
Nefsin hamlığından dolayı tevazu ve kibrin anlaşılamaması söz konusu olduğu gibi bu konuda genellemeler yapmak da insanları yanıltabilir. Örneğin bütün makam sahiplerinin kibirli, bütün zenginlerin ukala olduğunu sanmak gibi genelleyici tavırlar olgun insanların tavrı olamaz. Bazen bir kurumun genel müdürü son derece tevazulu iken, o kurumda alt hizmetlerde çalışan herhangi bir personel diz boyu kibre batmış olabilir. Tevazu herkese lazım olduğu gibi, toplum nazarında rütbesi olanlara daha çok yakışmaktadır.
Tarihimiz birçok büyük şahsiyetin tevazu numuneleri ile doludur. Nitekim; “Yavuz Sultan Selim Han’ın, mübarek beldeler, devletine emanet edilip de hutbede kendisi hakkında: Hakimü’l Haremeyni’ş Şerifeyn (Mekke ve Medine’nin hakimi) denilince yaşlı gözlerle imama itiraz edip; ‘Bilakis Hadimü’l Haremeyni’ş Şerifeyn (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) diye düzeltmesi de hep ulvi bir hizmet anlayışının ve kulluktaki asıl gayeyi idrakin bir tezahürüdür.” (Osman Nuri Topbaş, Vakıf İnfak Hizmet, İstanbul, 2005, s.139)
Kibir ve tevazu konusundaki ham anlayışlardan bir diğeri de giyinme konusundadır. Eski kıyafetler giymeyi tevazu zannetmek, yeni kıyafetler giymeyi ise dervişlikle bağdaştıramamak bunun bir örneğidir. Oysa bu durum kişiden kişiye göre değişebilmektedir. Kimi insanlar giyim kuşamları ile hava atma veya kibir sergileme gibi durumlara düşse de her insan için yeni elbise giymek aynı etkiyi oluşturmaz. Bu konudaki mutedil yaklaşımı Bursa kadısı olduğu halde şeyhinin telkini ile Bursa sokaklarında ciğer satarak nefis terbiyesi yapan Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin şu açıklamasında bulmak mümkündür:
“Yeni elbise her zaman her insanı benlik ve böbürlenmeğe sevk etmez. Yeni elbisenin benlik ve kendini beğenme duygusu verdiği insanlar, daha çok kötü sıfatlarla bezenmiş nefislerin sahipleridir. Allah’ın selamı bizim Nebimize ve onun üzerine olsun. Hazreti İsa bu konuda der ki: ‘Yeni elbise giymek, kalbin kibirlenmesine sebep olur.’ Bu yüzden bazı büyükler çok değerli ve pahalı elbise giymekten men etmişlerdir. Fakat nazarlarında yeni ile eski elbisenin farkı olmayan ve böyle şeylere değer vermeyen saf gönüllü kimselerin şeriata muhalif olmamak şartıyla yeni giymelerine men olunmaz. Hazreti İsa’nın bu konudaki diğer sözü ise şöyledir: ‘Size ne oluyor böyle, bana üstünüzde ruhban elbisesiyle geliyorsunuz, fakat kalpleriniz canavar gibi. Zararı yok krallar gibi giyinin ama kalpleriniz Allah korkusuyla incelmiş ve yumuşamış olsun.’” (Aziz Mahmud Hüdayi, İlim-Amel Seyrü Süluk, Çeviren: Hasan Kamil Yılmaz, İstanbul 1988, s.123)
Kaynak: Aydın Başar, Altınoluk Dergisi, Sayı: 452
YORUMLAR