Tevazu ile İlgili Örnekler
Tevazu ne demektir? Peygamberimizin ve büyüklerin hayatından tevazu örnekleri.
Tevâzû; alçak gönüllü olmak, Hak karşısında hiçliğinin idrâkine erebilmektir. İnsan kendisinde bulunan ilim, mevkî ve mal gibi her hangi bir nîmet sebebiyle, bunlardan mahrum olanlara karşı üstünlük iddiâ ederek maddî-mânevî haksızlık yapmamalıdır.
Şâir ne güzel söyler:
Mâl ü mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi!
Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi…
Zîrâ her ânın ve yarınların sâhibi Allah’tır ve istikbâlde insanın başına ne geleceği bilinemez.
Cenâb-ı Hak, şöyle buyurur:
“Sana tâbî olan mü’minlere alçak gönüllü davran!” (eş-Şuarâ, 215)
“Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflarla sataştığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ bana; «O kadar mütevâzı olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!» diye emretti.” (Müslim, Cennet, 64)
“Kim Allah Teâlâ’nın rızâsı için (Allâh’ın kullarına karşı) bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allâh onu bir derece yükseltir...” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)
İdrîs -aleyhisselâm-, kavmine hikmetli sözler ile nasîhatlerde bulunurdu. Bu nasihatlerinden birinde şöyle buyurur:
“Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe tevâzû hâli artar.”
Yûsuf-i Esbat Hazretleri, bir nevî “hiçlik” demek olan tevâzû hâlini kâmil mânâda yaşamayı şöyle îzâh eder:
“Sabahleyin evinden dışarı çıktığında kime rastlarsan, kendinden üstün göresin. Tevâzû odur ki, kim sana hak bir şey söylerse onu kabûl edesin ve senden aşağıdakileri kendinden üstün bilesin. Seni kötüleyenle medheden, katında eşit olsun…”
Allah Teâlâ âhiret saâdetini; dünyâdayken haşmet ve azamet taslamayan, fesat çıkarmayan ve gönüllerinde Allâh’ın muhabbeti dolup taşanlara nasîb eylemiştir. Zîrâ tevâzû nîmetinden uzaklaşıp kötü sıfatlara sarılanlar, Firavunlaşmaktan kurtulamamışlardır. O hâlde, tevâzûya sarılarak bu tür mezmûm sıfatlardan kurtulmak gereklidir.
Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sâhiplerinindir.” (el-Kasas, 83)
Şâir ne güzel söyler:
Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât
Mütevâzî olanı rahmet-i Rahmân büyütür.[1]
Ashâb-ı kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine emânet ettiği dünyevî makam ve mevkîleri hiçbir zaman gurur ve kibir gibi nefsânî bir üstünlük vehmine âlet etmemiş, Hazret-i Peygamber’in mütevâzı yaşayışını kendilerine hayat düstûru edinmişlerdir. Medîne’de kurulan, yaklaşık dört yüz âileden müteşekkil, İslâm site devletinin, on sene zarfında hudutları Irak ve Filistin’e dayanmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtı esnâsında Bizans ve Perslerle harp hâli yaşanıyordu. Medîne’ye ganimet malları akıyordu. Lâkin ashâbın on sene evvelki o hâli, yâni dünyâdan müstağnî, mütevâzı yaşantısı, evlerinin hendesesi ve infak heyecânı değişmemişti. Onlar, îman lezzetini zedelemesi endişesiyle, dünyâ nîmetlerini nefisleri hesâbına kullanmamanın titizliği içindeydiler. Bu yüzden yaşantılarını Allâh rızâsını tahsil etme gâyesine göre şekillendirdiler.
TEVAZU ÖRNEKLERİ
Övünmek Yok!
Âlemlere rahmet olarak gönderilen ve kâinâtın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâhip olduğu bütün ulvî haslet ve fazîletlere rağmen dâimâ « لاَفَخْرَ » yâni “Övünmek yok!” buyurarak tevâzû ve mahviyet hâlini muhâfaza etmiştir.
Nitekim bir gün ashâb-ı kirâm kendi aralarında konuşuyorlardı. Allâh’ın, yarattığı insanlardan biri olan Hazret-i İbrâhim’i halîl/dost edinmesine, Hazret-i Mûsâ ile konuşmasına, Hazret-i Îsâ’nın O’nun kelimesi ve rûhu olmasına ve Hazret-i Âdem’i seçmesine taaccüb etmişlerdi. Efendimiz yanlarına geldi ve onların konuşmalarını işitti. Bunun üzerine; “Evet, bahsettiğiniz gibi.” diyerek o peygamberlerin durumunun aynen öyle olduğunu bildirdi, sonra da kendi vasıflarını şöyle zikretti:
“Ben Rasûllerin efendisiyim, lâkin övünmek yok! Ben peygamberlerin sonuncusuyum, ancak övünmek yok! İlk şefaat edecek ve şefaati ilk olarak kabûl edilecek olan da benim, ancak (bunları aslâ) övünmek için söylemiyorum.” (Dârimî, Mukaddime, 8)
“Kıyâmet günü, yer yarılıp açıldığında ilk defa (diriltilecek olan) benim, ancak övünmek için söylemiyorum. Hamd sancağı bana verilecek, ancak bununla da övünmüyorum! Ben kıyâmet gününde insanların efendisiyim, ancak övünmek yok! Kıyâmet günü cennete ilk girecek benim, ancak bunu da övünç vesîlesi yapmıyorum.” (Dârimî, Mukaddime, 8. Ayrıca bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3616)
Tabağın Kenarından Yemek Yiyin
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dört kişinin taşıyabildiği Garrâ adlı bir yemek kabı vardı. Kuşluk vakti girip Duhâ namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu yemek kabını getirdiler. Ashâb-ı kirâm da etrafına toplandı. Sahâbîler çoğalınca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diz çöktü. Bunu gören bir bedevî:
“–Bu nasıl oturuş?” diye sordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı, inatçı bir zorba değil!” buyurdu. Sonra sözüne şöyle devâm etti:
“–Yemek kabının kenarlarından başlayarak yiyin. Ortasından yemeyin ki, yemek bereketli olsun!” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 17/3773)
Ben de Sizin Gibi Bir İnsanım!
Abdullâh bin Cübeyr -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir grup ashâbıyla yolda yürürken, birisi gelip örtü ile Allah Rasûlü’nü Güneş’ten korumak istedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, örtünün gölgesini görünce başını kaldırdı, baktı ki bir çarşafla gölgelik yapılmış. Efendimiz, adama örtüyü bırakmasını söyledi. Ardından çarşafı alıp yere koydu ve:
“–Ben de sizin gibi bir insanım!” buyurdu. (Heysemî, IX, 21)
Parmakla Gösterilmek Günah Olarak Kişiye Yeter
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Parmakla gösterilmek, günah olarak kişiye yeter.” buyurmuştu.
“–İyi olsa da mı yâ Rasûlâllah?” diye sordular. Efendimiz:
“–Allâh’ın muhâfaza ettikleri hâriç, iyi olsa da. Eğer kötü olursa zâten kendisi için bu hâl ne fenâdır.” buyurdu. (Taberânî, Kebîr, XIII, 138/14971. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 21/2453)
Peygamberimizin Tevazusu
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiç kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir sefer esnâsında, ashâbından koyun kesip pişirmelerini istemişti. Sahâbeden biri:
“–Yâ Rasûlâllah, onu ben keseyim.” dedi.
Başka biri:
“–Yâ Rasûlâllah, yüzmesi de benim vazîfem olsun.” dedi.
Bir başkası da:
“–Yâ Rasûlâllah, pişirmesi de bana âit olsun.” dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz de:
“–O hâlde odun toplamak da bana âit olsun.” buyurdu.
Sahâbîler:
“–Yâ Rasûlâllah! Biz onu da yaparız, Siz’in yorulmanıza gerek yok.” dedilerse de Peygamber Efendimiz:
“–Sizin, benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah Teâlâ, kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” buyurdu.[2]
En Büyük Tevazu Örneklerinden Biri
Efendimiz’in fetihten sonra Mekke-i Mükerreme’ye girişi, en büyük tevâzû örneklerindendir. Orada bulunan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvîr ederler:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu. Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. Sanki bir şükür secdesindeydi. O esnâda devamlı olarak:
«Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu.” (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikàk, 1)[3]
Tevazu Abidesi
Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhâcirler ve Ensâr’dan bâzılarıyla birlikte Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı. Muâz -radıyallâhu anh- binek üzerinde, Allah Rasûlü ise onun yanında yaya olarak gidiyordu. Muâz -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Ben binitliyim, Siz ise yayasınız! Ben de inip Siz’inle ve ashâbınızla birlikte yürüsem olmaz mı?” diye mahcûbiyetini dile getirdi. Onu teskîn eden Efendimiz, kendisini meşgûl eden esas düşüncenin ne olduğunu şöyle ifâde buyurdu:
“–Ey Muâz! Ben bu adımlarımın, Allah yolunda atılan adımlar olmasını ümit ediyorum ve Allah’tan bunların karşılığında bana ecir lûtfetmesini istiyorum!..”[4]
İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- tevâzûda da böyle bir âbideydi. Onun kaygısı şahsıyla ilgili değildi. Onun bütün derdi, hattâ kendisini yıpratacak derecedeki endişesi, insanların hidâyet bulup dünyâ ve âhiret saâdetine nâil olmalarıydı.
Peygamberimiz Çocuklara Selam Verirdi, Onları Severdi
Nebevî terbiye altında yetişen Enes -radıyallâhu anh-, çocukların yanından geçerken onlara selâm verir ve:
“Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- da çocuklara böyle selâm verirdi.” buyururdu. (Buhârî, İsti’zân, 15; Müslim, Selâm, 15)
Hazret-i Enes, diğer bir rivâyette şöyle buyurmuştur:
“Çocuklarla birlikte oyun oynadığım o çocukluk günlerimden birinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza gelerek bize selâm verdi. Elimden tuttu ve beni bir işe gönderdi. Kendisi de ben dönene kadar duvarın gölgesinde oturdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 135-136/5203)
Yine Hazret-i Enes’ten öğrendiğimize göre, tevâzû âbidesi olan Rasûl-i Ekrem Efendimiz, zaman zaman Ensâr’ı ziyârete giderdi. Evlerine vardığında çocuklara selâm verir, başlarını okşar ve onlara duâ ederdi. (Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 90)
Ümmetini Dinleyen Peygamber
Enes -radıyallâhu anh- şöyle der:
Medîneli bir adamın hizmetçisi, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın elinden tutar, onu istediği yere kadar götürürdü. (Buhârî, Edeb, 61)
Ümmü Züfer adında, aklî dengesi pek yerinde olmayan bir kadın vardı. Bir gün Rasûl-i Ekrem’e gelerek:
“–Yâ Rasûlâllah! Seninle görülecek bir işim var.” dedi.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da:
“–Pekâlâ, nerede görüşmemizi istiyorsan görüşüp derdini hâlledelim.” dedi ve yolun kenarına çekilip meselesini hâlledinceye kadar kadını dinledi. (Müslim, Fedâil, 76; Ebû Dâvûd, Edeb, 12/4818)
Peygamber Efendimiz Evinde Ne Yapardı?
Hazret-i Âişe’ye:
“–Peygamber Efendimiz evinde ne yapardı?” diye sordular.
O da şu cevâbı verdi:
“–Âilesinin hizmetinde bulunurdu. Namaz vakti gelince de namaza giderdi.” (Buhârî, Ezân 44, Nefekât 8, Edeb 40)
Peygamberimiz Kendi İşini Kendi Görür, Ailesine Yardım Ederdi
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendi işini kendi görür, âilesine yardım ederdi. Bu husustaki rivâyetlerden şu neticeye varılmaktadır:
Rasûlullâh Efendimiz evde kendi elbiselerini temizler, koyunlarını sağar, yırtığını yamar, pabucunu tamir eder, evi süpürür, devesini bağlayıp yemini verir, hizmetçi ile beraber yemek yer, onunla hamur yoğurur, çarşıdan aldıklarını kendisi taşırdı. Bir defasında, satın aldığı çamaşırları Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- taşımaya kalkınca:
“Bir kimsenin eşyâsını kendisinin taşıması daha uygundur. Ancak taşımaktan âciz olursa Müslüman kardeşi ona yardım eder.” (Heysemî, V, 122) buyurarak çamaşırları ona vermemişti. O’nun hayâtını kendilerine örnek alan Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhümâ- halîfe oldukları yıllarda bile çarşı pazar dolaşarak evlerinin ihtiyaçlarını bizzat temin ederlerdi.
Peygamberimiz Ev İşlerine Yardımcı Olurdu
Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in büyük bir tevâzû ile ev işlerinde kendisine yardımcı olduğunu gösteren şu hâdiseyi anlatır:
“Babam Ebû Bekir’in âilesi bize bir gece koyun paçası göndermişti. Allah Rasûlü eti tuttu ben kestim veya ben tutmuştum da O kesmişti.”
Dinleyenlerden birisi:
“–Bunu lâmbasız olarak karanlıkta mı yapıyordunuz?” diye sordu.
Hazret-i Âişe şöyle cevap verdi:
“–Yanımızda lâmbaya koyacak kadar yağımız olsaydı şüphesiz onu katık yapar yerdik. Bir ay geçerdi de Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın âilesi yiyecek bir ekmek bulamaz, ocaklarında tencere kaynamazdı.” (Ahmed, VI, 217; İbn-i Sa‘d, I, 405)
Hediyenin Küçüğü Büyüğü Olmaz
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur:
“Eğer paça veya kürek eti yemeğe dâvet edilsem, derhâl giderim. Şâyet bana kürek veya paça hediye edilse, hemen kabûl ederim.” (Buhârî, Hibe 2, Nikâh 73; Müslim, Nikâh 104)
Hediyenin küçüğü büyüğü olmaz. Maksat gönül almak ve muhabbeti ziyâdeleştirmektir. Bu gönül kıvâmını yakalayabilmek ise ancak tevâzû libâsına bürünmekle mümkündür.
Kul Bir Peygamber Olmayı İsterim
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’a kul olmayı her şeyin üzerinde tutmuştur. Efendimiz’in bu tercihini anlatan rivâyetlerden biri şöyledir:
Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm- ile oturmuş sohbet ediyordu. O anda semâdan bir melek indi. Cebrâîl -aleyhisselâm- bu meleğin dünyâya ilk defâ indiğini söyledi. Melek:
“–Yâ Muhammed! Beni Sana Rabbin gönderdi. Melik bir peygamber mi yoksa kul bir Peygamber mi olmak istediğini soruyor.” dedi.
Efendimiz Cebrâîl’e baktı. O da:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabbine karşı mütevâzı ol!” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kul bir peygamber olmayı isterim.” (Ahmed, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20) buyurarak müstesnâ bir tevâzû numûnesi sergiledi. Bu tercihten sonra kulluk, insanın ulaşabileceği en şerefli makam oldu. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine aşırı tâzîm gösteren kimselere:
“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ beni Rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” (Heysemî, IX, 21) îkâzında bulunarak kul olabilmenin kıymet ve fazîletini ifâde buyurmuştur.
Hz. Ömer Mütevazı Bir İnsandı
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, sert tabiatına rağmen pek mütevâzı bir insandı. Yamalı elbise giyer, dul ve yetimlerin evine sırtında su ve yiyecek taşır, hasır üzerinde yatıp uyur, develeri kendi eliyle kaşağılayıp temizlerdi. Halifeliği esnâsında geceleri sokak sokak dolaşır, herkesin şikâyetini dinler, halkın dertleriyle ilgilenirdi. Ebû Mahzûre -radıyallâhu anh- onun tevâzuuna dâir şu müşâhedesini nakleder:
“Bir gün Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-’ın yanında otururken, Safvan bin Ümeyye bir çanak yemek getirdi, Hazret-i Ömer’in önüne koydu. Ömer -radıyallâhu anh- çevresinde bulunan yoksulları, köleleri çağırdı. Hepsi de geldiler ve Hazret-i Ömer ile birlikte yediler. Yemek esnâsında Hazret-i Ömer:
“–Allâh, köleleriyle birlikte yemek yemekten âr eden kimseleri felâha erdirmez.” dedi. Bunun üzerine Safvan bin Ümeyye:
“–Vallâhi biz onlarla birlikte yemekten utanmıyoruz. Ne var ki onları kendimize tercih ediyoruz, çünkü her zaman güzel ve lezzetli yemekler bulamıyoruz ki onlara da yedirelim.” dedi. (Ali el-Müttakî, IX, 198/25650)
Hz. Ömer’in Allah Korkusu
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, halîfeliği zamanında bir gün, ashâb-ı kirâmdan Cârûd bin Muallâ ile yolda giderken karşılarına Havle bint-i Sa’lebe çıktı. Artık yaşlanmış olan Havle, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında genç bir hanımdı. Yaşlı kocasıyla arasında geçen bir hâdiseyi Rasûlullâh Efendimiz’e şikâyet etmiş, meselesini hâlletmek üzere Mücâdele Sûresi’nin ilk âyetleri nâzil olmuştu. İşte bu hanım sahâbî, Hazret-i Ömer’e nasîhat etmek üzere:
“–Ömer!” diye seslendi.
Ömer -radıyallâhu anh- durunca, Havle ona şunları söyledi:
“–Biz seni hayli zaman «Ömercik» diye bilirdik. Sonra büyüdün «delikanlı Ömer» oldun. Daha sonra da sana «Mü’minlerin Emîri Ömer» dedik. Allah’tan kork ve insanların işleriyle meşgul ol. Zîrâ Allâh’ın azâbından korkan kimseye uzaklar yakın olur. Ölümden korkan, fırsatı kaçırma endişesi taşır.”
Bu sözler üzerine Hazret-i Ömer duygulandı ve ağlamaya başladı. Onun bu hâline üzülen Cârûd, Havle’ye dönerek:
“–Yeter be kadın! Mü’minlerin Emîri’ni rahatsız ettin.” dedi. Hazret-i Ömer ona dönerek şunları söyledi:
“–Bırak onu, istediğini söylesin! Sen bu kadının kim olduğunu biliyor musun? Bu, şikâyetini Allah Teâlâ’nın Arş-ı A’lâ’dan dinleyip değer verdiği Havle’dir. Vallâhi beni geceye kadar burada tutmak istese, namazımı kılıp gelir, yine onu dinlerim.”[5]
İşte İslâm ahlâkının numûne-i imtisâl şahsiyetlerinden Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın; Allâh korkusu, Allâh’a tâzîm ve muhabbet, hak, hakîkat, mes’ûliyet gibi hususlarda nasıl mütevâzı bir mü’min olduğunun âşikâr bir misâli...
Hz. Ömer’in Tevazusunu Anlatan İbret Dolu Hadise
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın tevâzuunu sergileyen ibret dolu bir hâdiseyi, Hazret-i Mevlânâ, o bediî üslûbuyla ne güzel anlatır:
Rum elçisi, Medîne-i Münevvere’ye siyâsî bir görüşme için gelir. Halîfe Hazret-i Ömer’in sarayını sorar. Sorduğu kimseler ona:
“–Halîfe’nin adı, Mü’minlerin Emîri ve Halîfesi olarak bütün cihâna yayılmışsa da, onun dünyâya âit bir köşkü yoktur. Parlak bir gönül sarayı vardır. Kendisinin dünyâya âit yalnız, fakirlerin ve gariplerin barındığı gibi bir kulübesi vardır. Fakat sen, gözündeki hastalıkla, onun mânevî ve rûhânî sarayını göremezsin!” derler.
Bu sözler üzerine Rum elçisi dehşete düşer. Yükünü, atını, hediyelerini başıboş bırakır. Hazret-i Ömerü’l-Fârûk’u aramaya koyulur. Her tarafta Halîfe’yi sorar. Hayretle kendi kendine:
“–Demek bu ülkede öyle bir hükümdar var ki, aynen ruh gibi, insanların nazarından gizli kalabiliyor!..” diye mırıldanır. Halîfe’yi aramaya devâm eder…
Bir Arap kadın:
“–İşte senin aradığın Halîfe, şu hurma ağacının altındadır! Herkes yatakta, döşekte yatarken; O bunların zıddı olan kumların üzerindedir! Git de hurma ağacının gölgesinde yatan zıll-i ilâhîyi (Hakk’ın yeryüzündeki gölgesini) gör!..” der.
Uyumakta olan Hazret-i Ömer’den elçiye heybet ve rûhuna hoş bir hâl gelir. Elçi, muhabbet ve heybet, birbirinin zıddı iki haslet olduğu hâlde, bu tezadın kendi rûhunda nasıl birleştiğine hayret eder. Kendi kendine:
“–Ben, imparatorlar görmüş ve onların nezdinde takdir toplamış bir kimseyim! Onlarda hiçbir heybet görmediğim hâlde, bu kişinin heybet ve muhabbeti şuurumu izâle etti.
Bu Halîfe, silâhsız, müdâfaasız yerde yatıyor ve uyuyor. Ben ise, karşısında bütün bedenim ile titriyorum! Bu hâl nedir? Bu hâl neyin nesidir?!. Demek ki bu heybet, Hakk’ındır. Şu aba giyen kimsenin değildir!..” der.
Rum elçisi, böyle rûhî çalkantılar içindeyken, Ömer -radıyallâhu anh- uykudan uyanır. Rum elçisi, Hazret-i Ömer’e tâzîm ile selâm verir. Halîfe, selâma mukâbele eder. Ondan sonra yüreği yerinden oynamış elçiyi can sarayına alır; huzûra kavuşturur. Vîrâne olmuş gönlünü tâmir eder. Ona; ince, derin, hikmetli sözler söyler.
Elçi ise, dinledikçe hâl ve makam müşâhede eder. Hazret-i Ömer’e ağyâr (yabancı) sûretinde gelen elçi, yâr olur. Bu sohbetin neşvesiyle kendinden geçer. Hatırında ne elçilik, ne de bir haber verip almak kalır…
Ondaki bu hâli sezen Ömer -radıyallâhu anh- da, ayrı bir vecd ile sohbetine devâm eder. Canın menzillerinden ve rûhun yolculuklarından bahseder. Zaman ötesi zamandan, kadri yüce evliyâullâhın ulvî makamlarından, can Zümrüd-i Ankâ’sının şu dünyâya gelişteki hudutsuz uçuşlarından söz açar.
Nihâyet elçinin gönlünde îman güneşi parıldar ve Halîfe’nin huzûrunda kelime-i şehâdet getirerek ebedî saâdet kervanına katılır.
Benden Daha İyi Köle mi Olurmuş!
Bir gün Ahnef bin Kays -radıyallâhu anh-, Arapların ileri gelenlerinden bâzı kimselerle birlikte Hazret-i Ömer’i ziyârete gitmiş; onu, elbisesinin eteklerini beline sıkıştırmış koşar vaziyette bulmuştu. Ömer -radıyallâhu anh-, Ahnef’i gördüğünde ona:
“–Gel de yardımcı ol. Devlete âit bir deve kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı olduğunu biliyorsun.” dedi.
O esnâda biri:
“–Neden kendini bu kadar üzüyorsun? Deveyi yakalamak için bir köleyi vazîfelendirsen olmaz mı?” dedi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Benden daha iyi köle mi olurmuş!?” cevâbını verdi.[6]
Ne ulvî bir ahlâk, ne ince bir anlayış ve ne büyük bir tevâzû…
Yük Taşıyan Vali
Selman -radıyallâhu anh- Medâin vâlisiyken, Şam’dan Teymoğulları Kabîlesi’ne mensup bir kimse gelmişti. Yanında bir yük de incir getirmişti. Selman -radıyallâhu anh-’ın sırtında bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı, Hazret-i Selman’ı tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce de:
“–Gel şunu taşı!” dedi.
Selman -radıyallâhu anh- gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:
“–Yükünü taşıyan bu adam vâlidir!” dediler. Şamlı derhâl:
“–Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dediyse de Selman -radıyallâhu anh-:
“–Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” karşılığını verdi. (İbn-i Sa’d, IV, 88)
Hz. Hüseyin’in Tevazusu
Bir gün Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh- yoldan geçerken, ekmek kırıntıları yiyen fakirlere rastladı. Fakirler:
“–Ey Allâh’ın kulu! Buyur, gel!..” diye dâvet ettiler.
Hazret-i Hüseyin, çok mütevâzı bir insan olduğu için bu dâvete memnûniyetle icâbet etti. Hemen atından inip onlarla beraber yediklerinden yemeye başladı. Yemek bitince, Peygamber Efendimizin güzel torunu:
“–Ben, sizin dâvetinize uydum. Haydi, şimdi de ben sizi dâvet ediyorum. Buyrun, bizim eve!..” dedi. Hep beraber hâne-i saâdetlerine gidip yemek yediler.[7]
Benim Maaşım İlmime Göredir
Necîb ümmetin büyük âlimleri de pek çok tevâzû misalleri sergilemişlerdir. İmâm Ebû Yûsuf’a bir gün Halîfe Hârun Reşîd bir mes’ele sorar.
İmâm Ebû Yûsuf:
“–Bilmiyorum.” diye cevap verir. Halîfenin yardımcısı İmâm Ebû Yûsuf’a:
“–Maaş ve tahsîsâtınız varken bilmiyorum diyorsunuz!..” der. İmâm Ebû Yûsuf da cevâben:
“–Benim maaşım ilmime göredir. Bilmediklerim için de verilecek olsa hazine yetmezdi...” der.
Allâme İmâm Gazâlî de:
“Bildiklerime nisbetle bilmediklerimi ayaklarımın altına alabilseydim, başım göklere değerdi.” buyurmakla aczini îtirâf edip tevâzû sergilemiştir.
Bu Hizmetin Ehli Değilim!
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, daha icâzet almadan ve talebe sıfatını hâizken bile ilimde temâyüz etmiş ve herkesin alâkasını celbetmişti. Bu sırada kendisini ziyâret eden Süleymâniye Mutasarrıfı Abdurrahmân Paşa’nın, onun ilim ve irfânına hayran kalarak:
“–Süleymâniye medreselerinden hangisini arzu ederseniz oranın müderrisi olunuz.” tarzındaki teklîfini, henüz icâzet almamış bulunduğu için, ilim an’anesine hürmeten; “Bu hizmetin ehli değilim!..” diyerek kabûl etmedi.[8]
Somuncu Baba’nın Sırrı
Yıldırım Bâyezîd Han, Ulu Câmî’nin açılışında başta Emîr Buhârî (Emîr Sultan) olmak üzere bütün meşâyıh ve ulemâyı dâvet etmişti.
Bir cuma sabahıydı. Herkes yapılacak merâsim için toplandı. Bir müddet sonra Sultan Yıldırım Bâyezîd teşrîf etti ve damadı olan Emîr Buhârî Hazretleri’ne:
“–Ey Emîr! Buyur, câmî-i şerîfin kapılarını sen açıp namazı da sen kıldır! Bu şeref, ümmetin büyüğü olarak sana âittir.” dedi.
Ancak Emîr Buhârî Hazretleri, büyük bir tevâzû ile îtirâz etti:
“–Hayır sultânım! Bu şerefi, Şeyh Ebû Hamîdüddîn Hazretleri’ne vermelisiniz!” dedi.
O vakte kadar bu isimde bir şahsı duymamış olan Bâyezîd Han sordu:
“–Bu zât da kim ola ki?”
Emîr Buhârî Hazretleri cevap verdi:
“–Sultanım! Belki duymuşsunuzdur; Somuncu Baba nâmıyla mârûf bir ekmekçidir. Ulu Câmî işçilerine de bol bol ekmek infâk eylemiştir. İşte o kişi, evliyâullâhın büyüklerinden Ebû Hamîdüddîn Hazretleri’dir.”
Bunun üzerine Sultan, teklîfi kabûl etti. Emîr Buhârî de, ayağa kalkarak cemaate Somuncu Baba’yı tanıttı ve onu minbere dâvet etti. Somuncu Baba, mahcup bir edâ ile:
“–Emîrim! Ne yaptın, bizi ifşâ ettin!..” diyerek son derece mahviyet içerisinde minbere yürüdü.
O gün Somuncu Baba minberde, Fâtiha Sûresi’nin yedi ayrı işârî tefsîrini yaptı. Ancak sırrının zarûreten ifşâ olması sebebiyle, talebesi Hacı Bayrâm-ı Velî’yi de yanına alarak hacca gitmek üzere Bursa’yı terk etti.
Yavuz Sultan Selim’in Tevazusu
Yavuz Sultan Selim Han, 15 Şubat 1517’de parlak bir merâsimle Memlûklular’ın sarayına girmişti. Devrin vak’anüvisi, halkın Yavuz’u Kâhire’de karşılayışını şu şekilde anlatır:
“Halk, Yavuz’un ihtişâmını seyretmek için sokakları ve pencereleri doldurmuştu. Yavuz’u çok değişik zannediyorlar, giyiminin ve kavuğunun etrafındakilerden farklı olacağını düşünüyorlardı. Yavuz ise, önde değil, cengâverlerinin ortasında idi. Elbiseleri ve kavuğu, yanındakilerden farklı değildi. Ve önüne bakarak mütevâzı bir şekilde yürüyordu.”
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır Seferi’nden İstanbul’a dönüşte Üsküdar’a gündüz vakti ulaşmıştı. Yavuz, İstanbul halkının, kendisine büyük bir tezâhürat yapacağını haber aldığından, lalası Hasan Can’a:
“–Hava kararsın, herkes evlerine dönsün, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifâtları, bizi nefsimize mağrur edip yere sermesin!..” dedi.
Yavuz’u, korkunç Sînâ Çölü’nde bir arslan, Mısır’a girişte mütevâzı, gözü yaşlı, şükreden bir mü’min, Üsküdar’da kendisini bir nefs muhâsebesiyle yönlendiren ilâhî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz. O, Hasan Can’a şu mısrâları okuyordu:
Pâdişâh-ı âlem olmak, bir kuru kavgâ imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a‘lâ imiş!..
Tiryâki Hasan Paşa’nın Tevazusu
Kanije’de kazanılan dâsitânî zaferin haberi saraya ulaştığında, Sultan 3. Mehmed Han, bundan ziyâdesiyle memnûn olmuş ve zaferin en büyük âmili olan Tiryâki Hasan Paşa’yı da vezîrlikle taltîf etmişti. Ayrıca Paşa’ya kıymetli hediyelerle bir de hatt-ı hümâyûn göndermişti.
Hatt-ı hümâyûnu gâzîlerinin huzûrunda okuyan Tiryâki Hasan Paşa ise, kazandığı bu eşsiz zafere rağmen, büyük bir mahviyet içindeydi. Hattâ etrafındakilere:
“–Devletli pâdişâhımız, Kanije Müdâfaası gibi küçük bir hizmetimize mukâbil vezirlik pâyesi ile hatt-ı hümâyûn göndermişler. Oysa biz sâdece vazîfemizi yerine getirdik. Devlet-i Aliyye’nin vezâreti şu kocamış ihtiyara mı kaldı? Cenâb-ı Hak devletimize ve milletimize zevâl vermeye!” diyecek kadar üstün bir tevâzû hâlinde idi.
Mimar Sinan’ın Tevazusu
Osmanlı’nın mîmârîdeki dehâsı Koca Sinan, bütün muvaffakıyetlerine rağmen Hakk’ın huzûrunda kendisini âciz bir karınca olarak telâkkî ederdi. Çünkü o, tevâzûda da eşsiz bir üstaddı.
Mîmar Sinan, Süleymâniye Câmii’nin kıyâmete dek ayakta kalması için bütün gayretini sarf etmiş, bu yolda pek çok duâlar etmiş ve nihâyetinde Allâh’ın lûtfu ile misli görülmemiş bir şâheser ortaya koymuştu. Lâkin sıra kendi türbesine gelince, onu mütevâzı bir imzâ gibi câmînin bir köşeciğine iliştirivermişti. Meşhur ve muhteşem âbidelerine rağmen hiç gurur ve kibre kapılmıyor, mühür ve imzâlarında kendisi için Ser-Mîmârân-ı Hâssa tâbirinin yanında “Mûr-i Nâtüvân” (güçsüz karınca) “el-Fakîrü’l-Hakîr” ifâdelerini kullanıyordu. Nitekim en büyük şâheseri olan Selimiye Câmii’ni tamamladığında adının kitâbeye yazılması teklîfine:
“Ben kim oluyorum ki Allâh’ın evine ismimi koyayım!..” diye cevap vermesi, eserlerinin ihtişâmına denk bir mânevî derinliği de ortaya koyuyordu…
Hak Dostlarının Tevazusu
Bir gün Sultan Ahmed Han, çok sevdiği üstâdı Hüdâyî Hazretleri’ne kıymetli bir hediye göndermişti. Fakat Hazret-i Hüdâyî hediyeyi kabûl etmedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed Han, hediyeyi uhdesinden çıkarmış olduğu için onu devrin şeyhlerinden Abdülmecîd-i Sivâsî Hazretleri’ne gönderdi. Abdülmecîd-i Sivâsî Hazretleri’nin hediyeyi kabûl etmesi münâsebetiyle de bir ziyâret esnâsında:
“–Efendi Hazretleri! Ben bu hediyeyi daha evvel Hüdâyî Hazretleri’ne göndermiştim. Kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul buyurdunuz!” dedi.
İfâdelerdeki nükteyi anlayan Sivâsî Hazretleri şu mânidar cevâbı verdi:
“–Sultanım! Hazret-i Hüdâyî bir ankâdır ki, lâşeye tenezzül etmez!”
Bu cevaptan memnun kalan Sultan, aradan birkaç gün geçtikten sonra Hüdâyî Hazretleri’ne uğradı. Ona da:
“–Efendim! Sizin kabûl etmediğiniz o hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabul buyurdu.” dedi.
Hazret-i Hüdâyî de mütebessim bir çehre ile:
“–Sultanım! Abdülmecîd Efendi bir deryâdır. Koca deryâya bir damlacık mâsivâ kiri düşmesi, onun sâfiyetine zarar vermez!” buyurdu.
Ne güzel bir İslâm nezâketi ve ne müstesnâ bir tevâzû misâli…
Müslüman Türklerin Hayası
Uzun yıllar İstanbul’da ikâmet ederek Osmanlı cemiyet hayâtını titizlikle müşâhede eden Fransız doktor A. Brayer şöyle der:
“Müslüman Türkler arasında hayânın (utanmanın) bir neticesi olarak kibir ve gurur âdeta yok olmuştur. Çünkü kibir ve gurur, İslâm’ın pek şiddetli bir şekilde yasakladığı menfîliklerdendir. Müslümanlar, birbirlerine karşı dâimâ şu telkinlerde bulunurlar:
- Yeryüzünde sakın azametle yürüme, gurur sebebiyle insanlardan yüz çevirme!
- Mütekebbir ve mağrur olandan Allâh nefret eder!
- Hareketlerinde mütevâzı ol, hafif sesle konuş!
- Kibir, cehâletten ileri gelir, âlim aslâ mağrur olmaz.
- Tevâzû, insana asâlet verir.
Bundan dolayıdır ki, Osmanlı’nın yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber, aslâ kibir ve azamet yoktur. Onlar, dâimâ yavaş sesle konuşurlar. El ve kol hareketlerinde hiçbir zaman mütehakkimâne bir edâ sezilmez. Hizmetlerinde de tatlılık ve kolaylık vardır.”
İşte Osmanlı cemiyet hayatındaki bu hâlet-i rûhiye, en sıradan bir fertten pâdişâha kadar bütün bir topluma şâmil hâlde bulunuyordu. Nitekim Osmanlı sultanları, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar her cuma selâmlığına gidip gelirken, maaşlı askerlerine:
“Mağrur olma pâdişâhım, senden büyük Allâh var!..” diye söylemelerini emrederek, kendilerine yapılan bu îkâzı resmî bir an’ane hâline getirmişlerdir.
MÜTEVAZI İNSANIN ÖZELLİKLERİ
Hulâsa, tevâzuun lûtufları pek çoktur. Mütevâzı insan, cömerttir. Cömert insan, merhametlidir. Merhametli insan, mahlûkâta hizmet neş’esi ile doludur. Bu da Rabbimiz’in rızâsını elde etmeye vesîle olur. Tevâzûdan uzak bir kimse ise, bütün bu güzelliklerden mahrumdur.
Mütevâzı bir kulda idrâk ve firâset inkişâf ettiğinden, o artık dost ve düşmanını kolayca tefrîk eder.
Tevâzû, insanı güzelleştiren, kulluğu olgunlaştıran, ahlâka kıvam veren çok mühim bir haslettir. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- bunu ne güzel ifâde buyurur:
“Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzı ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!..”
Hakîkaten toprağın üzerinde gezen canlılar, onu çiğner ve cürûfunu da oraya dökerler. Fakat toprak, büyük bir tevâzû ile bu cürûfun hepsini temizler ve sonra çeşit çeşit güzellikte nebatlar bitirerek üzerinde dolaşan bütün mahlûkâtı besler. İşte sâlih bir mü’minin gönlü de böyle münbit bir toprak gibi olmalı, kalbindeki bütün güzellikler, âdeta tabiî bir şiir hâlinde insanlara ve hattâ bütün mahlûkâta aksetmelidir.
Dipnotlar:
[1] Tohum toprağa düşmeyince filizlenip büyüyemez. Bu bakımdan Allah Teâlâ’nın rahmeti, kibirlileri değil, ancak mütevâzı olanları büyütür ve yüceltir. [2] Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385. [3] Allah Rasûlü, dünyâ hayâtına nisbetle âhiretin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ifâde eden bu sözü hayâtı boyunca sık sık tekrarlardı. Rivâyetlerde, Mescid-i Nebevî inşâ edilirken, Hendek kazılırken, Fetih günü Mekke’ye girerken ve Vedâ haccı esnâsında arefe günü mü’minlerin çokluğunu gördüğünde söylediği sâbittir. (Buhârî, Cihâd 33, 110, Menâkıbu’l-Ensâr 9, Megâzî 29; Müslim, Cihâd 126, 129; Tirmizî, Menâkıb 55; İbn-i Mâce, Mesâcid 3) [4] Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs, Beyrut ts., II, 142. [5] Bkz. Mehmed Zihnî Efendi, Meşhur Kadınlar, İstanbul ts., I, 250; M. Yaşar Kandemir, İ. Lütfi Çakan, Raşit Küçük, Riyâzü’s-Sâlihîn -Tercüme ve Şerh-, III, 508. [6] Şiblî Nûmânî, Bütün Yönleriyle Hazret-i Ömer ve Devlet İdâresi, trc. Tâlip Yaşar Alp, İstanbul, ts. s. 384-385. [7] Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31; Allah Dostları, İst. 2000, II, 106. [8] Heyet, İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, İstanbul, ts., Türkiye Gazetesi Yayınları, XVIII, 78.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları
YORUMLAR