Tevazu Örnekleri

Cemiyet Hayatımız

Tevazu sahibi olmanın önemi nedir? Peygamberimizin (s.a.s.) tevazusu nasıldı? Tevazu sahibi olmakla ilgili örnekler.

Ahlâkın başı, kişinin haddini bilmesi, büyüklenmeyip alçak gönüllü davranması ve hattâ nefsine fırsat vermemek için kendini olduğundan daha aşağı görmesidir. Bu durum aynı zamanda kişinin, hayatta daha gayretli ve çalışkan olmasını da temin eder.

TEVAZU DUYGUSU

Tevâzû duygusu her şeyden evvel insanı Cenâb-ı Hak karşısında edebe ve huşûa nâil eyler. Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini bir nebze de olsa hisseden insan, kendi acziyetini ve zayıflığını anlar. Sıfır bir sermaye ile, yani bir bedel ödemeden dünyaya geldiğini tefekkür eder. Üzerinde ne imkân ve kâbiliyetler var ise hepsinin Cenâb-ı Hakk’a âit olduğunu bilir. Her ahvâlde “Aman yâ Rabbî!..” diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ eder. Her şeyin yaratıcısı olan Cenâb-ı Hakk’ın, bütün düşünce, söz ve fiillerini bildiğini, duyduğunu ve gördüğünü idrâk eder. Devamlı ilâhî kameralar altında olduğunu bilerek yaşar. Hattâ o hâle gelir ki her an Allâh’ı görüyormuş gibi hareket eder. Bütün yanlışlardan kurtulur, her ânı sâlih amellerle tezyîn edilmiş müstesna bir hayata kavuşur.

TEVAZU SAHİBİ OLMANIN ÖNEMİ

Tevâzû sahibi kişi, Allâh’ın kullarına değer verir, onları sever, her birine muhabbetle bakar ve hatâlarını affedebilme fazîletini gösterir. Kendini beğenmiş kibirli kimselerde ise bu hâllerin görülmesi oldukça zordur.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Sana tâbî olan mü’minlere (tevâzû ve şefkat) kanadını indir!” (eş-Şuarâ, 215)

“Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflarla sataştığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Rasûl-i Ekrem Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ bana: «O kadar mütevâzı olun ki kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!» diye emretti.” (Müslim, Cennet 64)

“Kim Allah Teâlâ’nın rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allah onu bir derece yükseltir. Kim de Allâh’a karşı bir derece kibirde bulunursa, Allah da onu bu sebeple bir derece alçaltır; bu böyle devam ede ede nihayet onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)

ALLAH’A KUL OLMAK

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’a kul olmayı her şeyin üzerinde tutmuşlardır. Efendimiz’in bu tercihini anlatan rivâyetlerden biri şöyledir:

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm- ile oturmuş sohbet ediyorlardı. O anda semâdan bir melek indi. Cebrâîl -aleyhisselâm- bu meleğin dünyaya ilk defa indiğini söyledi. Melek:

“–Yâ Muhammed! Beni Sana Rabb’in gönderdi. Melik bir peygamber mi yoksa kul bir peygamber mi olmak istediğini soruyor.” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cebrâîl -aleyhisselâm-’a baktılar. O da:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabb’ine karşı mütevâzı ol!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“–Kul bir peygamber olmayı isterim.” buyurarak müstesnâ bir tevâzû numûnesi sergilediler. (Ahmed, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20)

Bu hâdiseden sonra Efendimiz’in, Rabb’ine kavuşuncaya kadar bir yere yaslanarak yemek yediği görülmemiştir. (Heysemî, IX, 20)

PEYGAMBERİMİZİ AŞIRI YÜCELTMEK DOĞRU MU?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine aşırı tâzim gösteren kimselere:

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ beni Rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” îkâzında bulunurlardı. (Heysemî, IX, 21)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, köleler arpa ekmeğine bile dâvet etseler, davetlerine icâbet eder[1] ve çocuklara dahî selâm verirlerdi.[2]

Hazret-i Enes’in bildirdiğine göre zaman zaman Ensâr’ı ziyarete gider, evlerine vardığında ayrıca çocuklara da selâm verir, başlarını okşar ve onlara duâ ederlerdi. (Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 90)

PEYGAMBERİMİZİN TEVAZUU

Enes -radıyallâhu anh- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tevâzuuna ve ahlâkî kemâline dâir şöyle bir hâdise nakleder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yaklaşık on sene hizmet ettim. Vallâhi seferde ve hazarda, hizmet etmek için yanında bulunurdum da O’nun bana olan hizmeti benim O’na yaptığım hizmetten daha fazla olurdu. Bu zaman zarfında bana bir defa olsun «Öf!» demedi. Yaptığım bir şey için «Niçin bunu böyle yaptın?», yapmadığım bir şey için de «Niçin böyle yapmadın?» demedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir sefer esnâsında, ashâbından koyun kesip pişirmelerini talep etmişlerdi. Sahâbeden biri:

«–Yâ Rasûlâllah, onu ben keseyim.» dedi. Başka biri:

«–Yâ Rasûlâllah, yüzmesi de benim vazifem olsun.» dedi. Bir başkası da:

«–Yâ Rasûlâllah, pişirmesi de bana âit olsun.» dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz de:

«–O hâlde odun toplamak da bana âit olsun.» buyurdular. Sahâbîler:

«–Yâ Rasûlâllah! Biz onu da yaparız, Siz’in yorulmanıza gerek yok.» dedilerse de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Sizin, benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah Teâlâ, kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.» buyurdular. Kalkıp odun topladılar.

Yine bir sefer esnâsında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaz kılmak için konaklamışlardı. Namaz kılacakları yere doğru gittiler. Sonra geri döndüler. Ashâb-ı kirâm:

«–Yâ Rasûlâllah, nereye gidiyorsunuz?» diye sordular.

«–Devemi bağlayacağım.» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

«–Biz yaparız, siz zahmet etmeyiniz, biz sizin devenizi bağlayıveririz!» dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–(Gücü yeten) kişi, misvak’ın ucunu çiğneyivermek gibi küçük bir iş için bile olsa, insanlardan yardım istemesin!» buyurdular.”[3]

SAHABENİN AHLAKI

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiyesinde yetişen ashâb-ı kirâm da aynı ahlâk üzereydi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hac yolculuğunda yanındakilere hizmet eder, onlar uyurken develerini otlatıverirdi. Bu onun kemâlinden ve ahlâkının güzelliğinden kaynaklanıyordu.

Tâbiîn âlimlerinden Mücâhid bin Cebr şöyle der:

İbn-i Ömer’in yanında bulundum, kendisine hizmet etmek isterdim, ancak o bana hizmet ederdi.” (Ebû Nuaym, Hilye, III, 285-286)

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhâcirler ve Ensâr’dan bâzı ashâbıyla yola çıkmış, Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e vâli olarak uğurluyorlardı. Muâz -radıyallâhu anh- binek üzerinde, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise onun yanında yaya olarak gidiyorlardı. Muâz -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Ben binitliyim, Siz ise yayasınız! Ben de inip Siz’inle ve ashâbınızla birlikte yürüsem olmaz mı?” diye mahcûbiyetini dile getirdi. Onu teskîn eden Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendilerini meşgûl eden esas düşüncenin ne olduğunu şöyle ifâde buyurdular:

“–Ey Muâz! Bu adımlarımın, Allah yolunda atılan adımlar olmasını arzu ediyorum.” (Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs, Beyrut ts., II, 142)

İşte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tevâzûda böyle bir âbideydi. O’nun kaygısı şahsıyla ilgili değildi. O’nun bütün derdi, hattâ kendisini yıpratacak derecedeki endişesi, insanların hidâyet bulup dünya ve âhiret saâdetine nâil olmalarıydı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendi işini kendi görür, âilesine yardım ederdi. Bu husustaki rivâyetlerden şu neticeye varılmaktadır:

Rasûlullah Efendimiz evde kendi elbiselerini temizler, koyunlarını sağar, söküğünü diker, ayakkabısını tamir eder, evini süpürür, devesini bağlayıp yemini verir, hizmetkârları ile birlikte yemek yer, hamur yoğurur, çarşıdan aldıklarını kendisi taşırdı. Bir defasında, satın aldığı elbiseyi Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- taşımaya kalkınca:

“Bir kimsenin eşyâsını kendisinin taşıması daha uygundur. Ancak taşımaktan âciz olursa müslüman kardeşi ona yardım eder.” buyurmuş, elbiseyi ona taşıtmamıştı. (Heysemî, V, 122)

PEYGAMBERİMİZİN EN BÜYÜK FETHİ

Efendimiz’in en büyük fethi olan Mekke Fethi’nde on bin kişiden fazla olan ordusunun başında şehre girişi, ne muazzam bir tevâzû misâlidir. Orada bulunan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvîr ederler:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke fethine giden ordunun başında bulunuyordu. Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Yüce Rabb’ine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. Sanki bir şükür secdesindeydi. O esnâda devamlı olarak:

«Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayatıdır!» diyordu.” (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)

Hazret-i Âişe vâlidemizin şu tavrı da güzel bir tevâzû misalidir:

Abdullah bin Ebî Müleyke şöyle anlatır:

Âişe c ölüm döşeğindeyken, İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- huzuruna girmek için izin istedi. Âişe c yanındakilere:

“–Beni senâ etmesinden korkuyorum.” buyurdu (ve izin vermek istemedi). Kendisine:

“–İzin isteyen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcasının oğlu ve müslümanların önde gelenlerindendir.” denilince:

“–İzin verin, girsin!” buyurdu.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-:

“–Kendini nasıl hissediyorsun?” diye Hazret-i Âişe’ye hâlini hatırını sordu. Âişe c:

“–Eğer takvâ sahibi isem hayır üzereyim, iyiyim!” diye cevap verdi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ-:

“–İnşâallah sen hayır üzeresin, iyisin. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcesisin, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- senden başka bir bâkire ile evlenmedi. Sana iftirâ atıldığında, temiz olduğuna dâir beraatın semâdan indi.” dedi.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- ziyaretini bitirip çıktıktan sonra, içeriye Abdullah bin Zübeyr -radıyallâhu anh- girdi. Âişe validemizin yeğeni olan Abdullâh’a:

“–Biraz önce İbn-i Abbâs ziyaretime geldi ve beni medheden sözler söyledi. O esnâda yok olmayı, unutulup gitmiş bulunmayı, yani zikredilir bir şey olmamayı ne kadar çok istedim.” dedi. (Buhârî, Tefsîr, 24/8)

Görüldüğü gibi Hazret-i Âişe vâlidemizin her hâlinden ve her sözünden onun güzel ahlâkı, tevâzuu, Allah korkusu ve takvâ duyguları hissedilmektedir.

Son bir misalle bu mevzuyu bitirelim:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevgili torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- bir gün Kâbe’yi tavâf etti, ardından Makâm-ı İbrâhim’e gidip iki rekât namaz kıldı. Sonra yanağını Makâm’a koyup ağlamaya başladı:

“Yâ Rabbî, Sen’in küçük ve zayıf kulun kapına geldi; Allâh’ım, âciz hizmetçin kapına geldi; yâ Rabbî, dilencin kapına geldi; Sen’in yoksulun kapına geldi!” diyor ve bunu defalarca tekrar ediyordu.

Sonra oradan ayrıldı. Yolda kuru ekmek parçalarıyla karınlarını doyurmaya çalışan yoksul insanlara rastladı. Selâm verdi. Onlar da Hazret-i Hasan’ı yemeğe davet ettiler. Hasan -radıyallâhu anh- yoksullarla birlikte oturdu:

“–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim.” buyurdu ve:

“–Haydi, kalkın, bizim eve gidelim!” dedi.

Yoksullar onunla birlikte evin yolunu tuttular. Hasan -radıyallâhu anh- onlara yemek yedirdi, elbiseler giydirdi ve ceplerine de bir miktar para koydu.” (Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31)

Dipnotlar:

[1] Bkz. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 20. [2] Bkz. Buhârî, İsti’zân, 15. [3] Muhibbuddin et-Taberî, Hulâsatü Siyeri Seyyidi’l-Beşer, s. 19; Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları