Tezkiye Nedir?

PEYGAMBERİMİZ

Tezkiye, bütün duyguların îman süzgecinden geçirilerek arındırılması, âdeta rafine edilip temiz ve hâlis hâle gelmesi safhasıdır.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“(Ey insanlar!) Andolsun ki, kendi içinizden, size bir Peygamber gönderdik. O, size âyetlerimizi okuyor, sizi tezkiye ediyor (kötülüklerden arındırıyor), Kitâb’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğretiyor.” (el-Bakara, 151)

Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in üç mühim vazifesine dikkat çekiyor:

  • Allâh’ın âyetlerini okuyup dîni tebliğ etmek.
  • İç âlemleri tezkiye etmek; duyguları temizlemek.
  • Bu rûhî terbiye neticesinde Kitab’ın derinliklerini; kâinat, hâdisat ve vukuatta sergilenen ilâhî sır ve hikmetleri öğretmek.

Bilindiği üzere, Peygamber Efendimiz’in ümmetini İslâm’a ve tevhid inancına dâveti; gelen vahyi okuyup tebliğ etmesiyle başlamıştır. Ancak bu vazife, insanları nihâî hedefe ulaştırmada ilk merhaledir.

Tevhid dâvetinin asıl maksadına ulaşması ise, nefisleri küfür, şirk, nifak, riyâ, kibir ve haset gibi mânevî kirlerden tamamen arındırıp, ihlâs, takvâ, huşû ve huzûra erdirmekle mümkündür.

TEZKİYE BÜTÜN DUYGULARIN İMAN SÜZGECİNDEN GEÇİRİLEREK ARINDIRILMASIDIR

Bu hususta Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri şöyle buyurur:

“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecbûrîdir, aynı şekilde gönülden kibri, hasedi ve hırsı bertarâf etmek de zarûrîdir.Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dînini yakacak olan bir ateşin, yani kibir, haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsâade edebiliyorsun?!”2

İşte tezkiye, bütün duyguların îman süzgecinden geçirilerek arındırılması, âdeta rafine edilip temiz ve hâlis hâle gelmesi safhasıdır.

İbn-i Abbas -radıyallahu anh-, âyet-i kerîmelerde geçen “tezkiye/temizlenme” ifadesini; “Kişinin «Lâ ilâhe illâllah!» demesidir.” şeklinde tefsîr eder.3 Zira tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten temizlenmesidir.

Nitekim kelime-i tevhîde, önce “nefy” ile başlanır. Yani “Lâ ilâhe” diyerek kalpten, âdeta put hâline gelmiş olan bütün nefsânî hevesler ve çirkin huylar çıkarılır. Sonra “isbât”a geçilir. Yani “illâllah” demek sûretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalp, Allah Teâlâ’nın tevhid nurlarıyla doldurulur.

Şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:

Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak; Pâdişah girmez saraya, hâne mâmûr olmadan...

“Gönül sarayından, Allah’tan gayrı ne varsa hepsini sürüp çıkar. Zira, güzel, bakımlı ve temiz olmayan bir saraya pâdişah teşrif etmez.”

KUR'ÂN-I KERİM ANCAK TEZKİYE İLE ANLAŞILIR

Bu kalbî temizlik safhasından sonra ise, uyulması gereken ilâhî emir ve nehiyleri beyân eden “Kur’ân-ı Kerîm’in tâlimi” merhalesi gelir. Kur’ân’ın tefekküründe derinleşebilmek de, bu kalbî temizliğe ulaşmakla mümkündür. Zira Kur’ân-ı Kerîm, asıl temiz bir kalp ile okunup idrâk edilebilir.

Hazret-i Osman -radıyallahu anh- şöyle buyurur:

“Eğer kalpleriniz tertemiz olsaydı, Allâh’ın kelâmına doyamazdınız.” (Ali el-Müttakî, II, 287/4022)

Bu bakımdan evvelâ iç âlemin bâtıl fikirler ve süflî duyguların tesirinden kurtarılıp sahih bir îtikad, yani düzgün bir inanç ve güzel bir ahlâk ile tezyin edilmesi şarttır. İşte bütün bu merhalelerden sonra kul; “hikmet” tecellîlerine, yani hâdisât, vukuât ve eşyanın bâtınî ve sırrî hakîkatlerine mazhar olmaya başlar.

FAYDASIZ İLİM

Âyet-i kerîmelerde “tezkiye” ile “Kitap ve hikmetin tâlimi”nin bir arada zikredilmesi de dikkat çekicidir. Bu aynı zamanda; tezkiye olmamış bir kalple, gerçek mânâda ilim tahsil edilemeyeceği, tahsil edildiği düşünülen ilmin ise, sahibine ebedî kurtuluş yolunda hiçbir fayda sağlamayacağının bir ifâdesidir.

Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-:

“Allâh’ım, fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten ve kabûl olunmayacak duâdan Sana sığınırım.” niyâzında bulunmuştur. (Müslim, Zikir, 73)

Kalben seviye kat etmemiş bir insan, -ne kadar bilgili olursa olsun- ham kalmaya mahkûmdur. O, bu hamlığıyla ilim tahsil edip, meselâ bir doktor olsa, insanlara şifâ tevzî edeceği yerde, nefsânî ihtiraslarını tatmin edebilmek için, organ kaçakçılığı yapan bir insan kasabı oluverir. Bir hukukçu olsa, adâlet tevzî edeceği yerde, bir suç şebekesi lideri veya zâlim bir cellât kesilir.

Çünkü ihtiraslarının esiri olan ham bir nefis, sahip olduğu ilmi, süflî menfaatlerine âlet ediverir. Bir câhilin cehâletiyle yapamayacağı zulmün çok daha dehşetlisini, elde ettiği ilimle kolayca yapabilir. Yani ilim, onları Hakk’a yaklaştıracağı yerde, uzaklıklarını artıran bir gaflet perdesine dönüşüverir.

TASAVVUFUN GAYESİ

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur. İlmi ezberleyip yutmuştur da, Allâh’ın sevdiği bir dostu olamamıştır!”

Şunu da unutmamak gerekir ki bütün ilimler, Cenâb-ı Hakk’ın kâinâta koyduğu kâideleri tespit gayretinden ibârettir. Hakîkî ilim ise, o safhada takılı kalmayıp bir adım daha atarak o kâideleri vaz eden yüce kudreti tanımak, böylece ilâhî sır ve hikmetlere intikal edebilmektir.

Tasavvufun gâyesi de, nefsi tezkiye ederek kalbî hassâsiyetlerin inkişâfına zemin hazırlamaktır. Zira gerçek ilim ve hikmeti elde edebilmek için, onun mekân tutacağı zemin olan kalbin, evvelâ zararlı şeylerden, hattâ lüzumsuz ve mâlâyânî düşüncelerden bile tasfiye edilmesi gerekir.

Bir Mecelle kâidesinde der ki:

“Def’-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.”

Yani kötülüklerin bertaraf edilmesi, faydalı şeylerin kazanılmasından daha öncelikli bir vazifedir. Bu itibarla, bir yaranın önce cerahati-mikrobu temizlenir, sonra pansumanı yapılır. Aksi hâlde pansuman ne kadar iyi olursa olsun, yara iyileşemez.

Dipnotlar: 1)  Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 629. 2)  Harakānî, Nûru’l-Ulûm, s. 239. 3)  Kurtubî, el-Câmî, XX, 22.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Ekim, 2014.