Tûr Sûresinin Tefsiri
Dr. Adem Ergül, Tur suresinin tefsirini yapıyor. Tur suresinin tefsirini yazımızda dinleyebilir ve okuyabilirsiniz.
Tûr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 49 âyettir. İsminin 1. âyette geçip dağ mânasına gelen ve hususiyle Hz. Mûsâ’nın Allah Teâlâ ile konuştuğu dağın adı olarak bilinen اَلطُّورُ (Tûr) kelimesinden alır. Mushaf tertibine göre 52, iniş sırasına göre 76. sûredir.
3 bölümde, 49 âyetten oluşan Tur sûresinin tefsiri:
TUR SURESİNİN TEFSİRİ DİNLE
Tûr Sûresi 1. Kısım Tefsiri (1-16. Ayetler):
Tûr Sûresi 2. Kısım Tefsiri (17-28. Ayetler):
Tûr Sûresi 3. Kısım Tefsiri (29-49. Ayetler):
Tûr Sûresi Hakkında
Tûr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 49 âyettir. İsminin 1. âyette geçip dağ mânasına gelen ve hususiyle Hz. Mûsâ’nın Allah Teâlâ ile konuştuğu dağın adı olarak bilinen اَلطُّورُ (Tûr) kelimesinden alır. Mushaf tertibine göre 52, iniş sırasına göre 76. sûredir.
Tûr Sûresi Konusu
Kıyâmetin ve cehennemin dehşetli manzaralarından bahsedilir. Cennetliklerin nâil olacakları nimetler daha geniş olarak haber verilir. Kesinlikle vuku bulacak bu gerçeklere rağmen Peygamberimiz (s.a.s.)’i kâhinlikle ve delilikle suçlayıp reddeden; benzerini getirmeleri mümkün olmayan mûcize kelam Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr eden kâfirlerin akılsızlıkları bir takım dikkat çekici sorularla gözler önüne serilir. Asılsız iddiaları tenkit edilerek çürütülür. Bu bâtıl dâvalarından vazgeçmedikleri takdirde kâfirler, öncelikle dünyada başlarına inecek azapla, sonra da âhiret azabıyla tehdit edilir. Bütün bunlara rağmen Resûlullah (s.a.s.)’e ve O’nun şahsında tüm müslümanlara Allah Teâlâ’nın vereceği hükmü sabırla beklemeleri ve büyük bir titizlikle kulluk vazifelerine devam etmeleri istenir.
Tûr Sûresi Nuzül Sebebi
Mushaftaki sıralamada elli ikinci, iniş sırasına göre yetmiş altıncı sûredir. Secde sûresinden sonra, Mülk sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
TUR SURESİ TEFSİRİ
- Yemîn olsun T ¯ur’a,
- Satır satır yazılmış o kitaba,
- Açılıp yayılmış ince deri üzerine.
- Beyt-i Ma‘mûr’a,
- O pek yüksek olan gök kubbeye,
- Kıyâmet günü alev alev yakılıp tutuşturulan denize ki;
- Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır!
- Onu önleyebilecek hiçbir güç yoktur.
Allah Teâlâ beş şey üzerine yemin ederek peygamberlerin haber verdiği kıyâmetin ve âhiret azabının mutlaka vuku bulacağını, hiç kimsenin bunu engellemeye güç yetiremeyeceğini bildirmektedir. Üzerlerine yemin edilen varlıklar şunlardır:
✺ Tûr: Tûrun asıl mânası dağ demektir. Buradaki Tûr’dan maksat, Hz. Mûsâ’nın peygamberlikle şereflendiği ve Cenâb-ı Hak ile konuştuğu özel dağın adıdır. Dilimizde Tûr Dağı olarak meşhur olmuştur.
✺ Kitâb-ı Mestûr: Uzun zaman muhafaza edilebilmesi için ince derilere özellikle ceylan derisine yazılmış kitap. Bundan maksat Tevrat, İncil ve Zebûr gibi önceki ilâhî kitaplar olabileceği gibi, müfessirlerin çoğunluğunun beyânına göre Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu ifade, henüz inmeye başlamış olan Allah kelamının ilk günden itibaren büyük bir itina ile yazılıp kayda geçirilmeye başlandığını ve bunun neticede başı sonu belli bir kitap haline geleceğini haber vermektedir.
✺ Beyt-i Ma‘mûr: Gelen gideni çok olan, ziyaretçileriyle şenlenen ve bakımlı olan “Ma‘mûr Ev” demektir. Bundan maksat hac, umre ve diğer ziyaretlerle hiçbir zaman boş kalmayan; maddeten ve mânen dâimâ imar edilen Beytullâh yâni Kâbe’dir. Bu evin Kâbe hizasında gökte bulunan bir ev olması da mümkündür.
Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Mirâc’da yedinci kat göğe çıktığımızda Beyt-i Ma‘mûr’u gördüm ve onu Cebrâil’e sordum, bana şu bilgiyi verdi: «Burası Beyt-i Ma‘mûr’dur. Orada hergün yetmiş bin melek namaz kılar. Oradan çıkan melek artık bir daha geri dönmez.»” (Buhârî, Bed’ü’l-halk 6; Müslim, İman 265)
Ayrıca bu evden maksadın “mü’minin kalbi” olma ihtimali de vardır. Çünkü o iman, mârifetullah, muhabbetullah, takvâ, tevekkül ve teslimiyetle mâmûr hâle gelir.
✺ Sakf-ı merfû‘: Yükseltilmiş tavan demektir. Bununla gökyüzü kastedilir. Nitekim bir âyet-i kerîmede bu husus açıklığa kavuşturulur: “Gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık.” (Enbiyâ 21/32)
✺ Bahr-i mescûr: “Bahr” deniz demektir. “Mescûr” ise birden çok mâna ifade eden bir hususiyete sahiptir. Bu kelimenin “kızdırılmış, alevlendirilmiş, kaynatılmış” ve “dolgun, taşkın” olmak üzere iki önemli anlamı vardır.
Birincisine göre, kıyametin son derece dehşeti sebebiyle ısınan ve hararetin şiddetiyle kızdırılıp alevlenen denizlere yemin edilir. Nitekim: “Denizler ateşlenip kaynatıldığı zaman” (Tekvîr 81/6) âyeti bu mânaya işaret eder. Görüldüğü üzere burada bir sobanın veya fırının yakılmasını ifade eden bir fiil kullanılmıştır ki, okyanusların durumunu anlatmaktadır. Tabanlarında magma tabakasından ince bir kabukla ayrılmış bulunan okyanuslar, alttan ısıtılan dev bir kâseye benzetilebilir. Nitekim okyanus tabanlarında sıradağlar şeklinde uzanan volkanik kayalar denizaltı depremleri ve yanardağ patlamalarıyla meydana gelmiştir. Denizlerde bu faaliyetler devam etmekte olup 1000 derecenin üzerindeki sıcaklıklarda magma sızıntılarının suları kaynatması gibi olaylar sık sık gözlenmektedir. Belki de kıyâmet esnasında okyanusların altındaki, magma tabakasıyla aralarında bulunan bu ince perde kaldırılacak, büyük bir hararetle okyanuslardaki sular kaynatılacaktır.
Kelimenin “dolgun, taşkın, taşmak” mânasına göre ise şu an sularla dolu olan denizlere, okyanuslara yemin edildiği anlaşılmakta ve bu mâna diğer bir açıdan okyanusların durumunu tasvir etmektedir. Zira okyanuslarda depolanmış olan su miktarı karalara taşacak düzeyde olmasına rağmen, önemli miktarda su, hâlen kutuplarda buzul hâlinde saklandığı için, bugünkü su seviyesi korunmaktadır. İklimlerdeki değişikliklerin yıllık 4-5 derece civarında bir ısınmaya yol açması durumunda bu buzulların eriyeceği ve deniz seviyesinin yüz metre kadar yükselerek karalara taşacağı hesaplanmaktadır. (bk. Kandemir ve arkadaşları, II, 1799)
İşte yeminle üzerlerine dikkat çekilen ve her biri ilâhî kudretin büyük bir tecellisi olan bu varlıklar, kendilerini var eden Allah’ın, âhiretle alakalı tüm va’dlerini yerine getirmeye elbette güç sahibi olduğunun, dolayısıyla Allah’ın azabının mutlaka vuku bulacağının ve onu kimsenin engellemeye muktedir olamayacağının açık delilleridir.
Bu âyetlerin kalbe ne dehşette tesir ettiğine Hz. Ömer’ın şu hâli güzel bir misaldir:
Bir gün Hz. Ömer, bir evin önünden geçerken, hâne sahibinin, evin dışından duyulacak kadar yüksek bir sesle Tûr sûresini okuduğunu işitti. Adam:
“Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır. Onu önleyebilecek hiçbir güç yoktur” (Tûr 52/7-8) âyet-i kerîmesine gelince, heybetinden dünyanın titrediği Ömer (r.a.) bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu âyetin îkâzındaki şiddetin tesiriyle evinde bir müddet hasta yattı. (İbn Recep el-Hanbeli, et-Tahvîf mine’n-nâr, Dımaşk, 1979, s. 30)
Hz. Ömer ve benzeri kâmil mü’minlerin böyle dehşet verici âyetler karşısında sarsılmaları normaldir. Çünkü:
- O gün gökler müthiş bir sarsıntıyla sarsılıp çalkalanacak!
- O heybetli dağlar yerlerinden sökülüp süratle yürütülecek!
- İşte o gün, hayattayken dinî gerçekleri yalanlayanların vay hâline!
- Onlar ki daldıkları bataklıkta oynayıp duruyor, âhiret hesâbını hiç akıllarına getirmiyorlar.
- O gün onlar cehennem ateşine şiddetli bir itilişle itilip kakılacaklar!
- Kendilerine şöyle seslenilecek: “Vaktiyle yalanlayıp durduğunuz ateş işte budur!”
- “Peki söyleyin bakalım, Kur’an’a sihir dediğiniz gibi, bu da mı bir sihir? Yoksa siz hâlâ ateşi görmüyor musunuz?”
- “Yanıp kavrulmak için girin şimdi oraya! Artık ateşin acısına ister dayanın, ister dayanmayın; sizin için değişen bir şey olmayacaktır! Çünkü sadece yaptıklarınızın cezasını çekiyorsunuz!”
Kıyâmet günü göklerin ve yerin düzeni bozulup alt üst olacaktır. Gökyüzü eski fütursuz atlas gibi halini kaybedecek, dağılıp parçalanacak, ileri geri tekrar tekrar hareket ederek kaynaşacaktır. Dalgalar halinde birbirine girip çalkalanacaktır. Dağları sapasağlam tutan yeryüzünün o tutuşu gevşeyecek, böylece dağlar da köklerinden sökülerek uçuşup giden dağınık bulutlar gibi boşlukta uçuşacaklardır. Dünyadayken kıyamet, âhiret, cennet ve cehennemle alakalı haberleri alay konusu yapan, sırf onlarla eğlenmek için söz ebeliği eden yalancılar o gün cehenneme atılacaklardır. Fakat bu da sıradan bir atılma değil, “şiddetle, kaba bir şekilde, alçaltıcı ve onur kırıcı bir halde” olacaktır. Cehennem bekçileri onların ellerini boyunlarına bağlayacak, perçemlerini de ayakları ile bir araya getirip yüzüstü cehenneme doğru itecek, boyunlarından da şiddetle çekip götüreceklerdir. Cehennem ateşine varıncaya kadar böyle devam edeceklerdir. Onları cehenneme doğru sürükleyip ateş ile karşı karşıya getirdiklerinde ise, hasret ve pişmanlıklarını daha da artırmak için: “Bu da mı sihir? Siz bu ateşi haber veren vahye daha önce bir sihir, bir aldatma diyordunuz. Şimdi bunun böyle fiilen gerçekleşmesi de sihir mi? Dünyada ilâhî hakîkatlere kör davrandığınız gibi, burada da gözünüz görmüyor mu yoksa?” diyecekler ve onları, sabretseler de sabretmeseler de asla değişikliğe uğramayacak ebedî azaba sürükleyeceklerdir.
Buna mukabil dâimâ Allah’ın huzurunda bulundukları şuuruyla güzel bir kulluk hayatı süren, haramlardan kaçınıp ilâhî emirlere uyan bahtiyarlara gelince:
- Gönülleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olup O’na itaatsizlikten sakınan ve O’nun emirlerini büyük bir itinâ ile yerine getirmeye çalışanlar, cennetlerde ve nimet içindedirler.
- Rablerinin kendilerine bahşettiği nimetlerle zevk u safâ sürerler. Rableri onları o kızgın alevli cehennemin azabından korumuştur.
- Onlara: “Dünyada yaptığınız güzel amellerin karşılığı olarak yiyin, için, âfiyet olsun!” denecek.
- Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanacaklar. Onları tatlı dilli, güler yüzlü, güzel gözlü tertemiz cennet hanımlarıyla evlendireceğiz.
Allah Teâlâ’nın azabı mutlaka vuku bulacak, fakat Cenâb-ı Hak takvâ sahiplerini ondan koruyacaktır. “Takvâ sahipleri” Allah’tan korkan, O’na gönülden saygı duyan, O’nu seven, bu korku ve sevginin sevkiyle Allah’ın yasaklarından şiddetle kaçınıp emirlerini ciddiyetle yerine getirenlerdir. Bunlar cennetlere girecek ve her türlü cennet nimetiyle zevk ü safa süreceklerdir. Cehennem azabından kurtulmak bir nimet, cennete girmek ikinci bir nimet olduğundan, burada ayrı ayrı zikre değer görülmüştür.
Mü’min baba ve evlatlara bir diğer büyük müjde de şöyle haber veriliyor:
- İman edenleri ve onların nesillerinden makbul bir iman ile kendilerinin izlerini tâkip edenleri cennette birbirlerine kavuşturacak, bu kavuşturma sebebiyle kimsenin sevabından da bir şeyi eksiltmeyeceğiz. Her kişi, kendi kazandığına karşılık bir rehindir!
Yüce Rabbimiz imanla âhirete göçen ana baba ve evlatları cennette buluşturup aynı yerde iskan edecektir. Âyet-i kerîme hem bu müjdeyi vermekte, hem de bunun şartlarını belirtmektedir. Buna göre:
Bahsi geçen ana babalar iman ve sâlih amel sahibi kimselerdir. Nesilleri de iman ve sâlih amel bakımından onlara tâbi olmuş, onların izini takip etmişlerdir. Fakat nesilleri amel bakımından atalarından daha aşağı derecede kalmışlar, onların derecesine ulaşamamışlardır. İşte Allah Teâlâ, katından bir lutuf olarak, iman edip onlara tâbi olmaları sebebiyle nesillerini cennette atalarının derecelerine çıkaracaktır. Böylece hepsinin huzur, sürûr, zevk ve sefâlarını kemâle erdirecektir. Nesillerini kendilerine katmaktan dolayı yaptıkları amellerin sevaplarından da en küçük bir şey bile eksiltmeyecektir. Mükâfatlarını tastamam ödeyecektir. Hadis-i şeriften öğrendiğimize göre, çocukların salih amelleri sebebiyle ana-babaların cennette derecelerinin yükselme ihtimali de vardır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ cennette sâlih kulunun derecesini yükseltir. O kul:
«- Yâ Rabbî! Bana bunu hangi sebeple lütfettin?» diye sorduğunda Cenâb-ı Hak:
«- Çocuğunun senin için istiğfar etmesi sebebiyle» buyurur.” (İbn Mâce, Edeb 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 509)
Yalnız burada “Her kişi, kendi kazandığına karşılık bir rehindir!” (Tûr 52/21) ifadesi çok önemli bir noktayı beyân etmekte; İslâm’ın iman, amel, affedilme, bağışlanma, mükâfat veya ceza görme denkleminde belirlediği eşsiz âhengi ortaya koymaktadır. Rehin şöyle olur: Bir kişi birinden bir miktar borç alır, borç veren de alacağının ödenmesi için teminat olarak borçlunun bir şeyini kendi yanında rehin tutarsa, o borcunu ödemediği müddetçe rehin geri verilmez. Belirtilen süre geçmesine rağmen kişi rehin olan malını kurtarmazsa, o rehin olunan şey alacaklının mülkiyetine geçmiş olur. Allah ile insan arasındaki muamelenin durumu burada bu şekilde bir muameleye benzetilmiştir. Allah’ın insana dünyada verdiği mal, mülk, güç, kuvvet, irade ve kabiliyetler, sanki O’nun kullarına verdiği birer borçtur. Bu borcun teminatı olarak da kulların nefsi Allah Teâlâ katında rehindir. Kul bu malı, mülkü, bu güçleri ve iradeyi sağlam biçimde doğru yolda kullanarak iyilikler yapıp sevaplar kazanmak suretiyle borcunu öderse rehin olan nefsini kurtaracaktır. Yoksa o rehin olarak tutulacak, serbest bırakılmayacaktır. Nitekim “Her bir fert, kazandıklarına karşılık Allah katında tutulan bir rehindir. Ancak amel defterleri sağdan verilen uğurlu ve mutlu kimseler başkadır” (Müddessir 74/38-39) âyetleri de bu mânayı destekler. Dolayısıyla bu cümlenin zikredilmesi, hem ana babalar hem de nesiller açısından çok önemlidir. Buna göre nesillerin kurtuluşu ve atalarının derecelerine yükselişleri, kendilerinin hiç katkıları olmaksızın sırf atalarının, babalarının kazançlarıyla değildir. Kurtuluşlarının asıl sebebi, kendilerinin iman ederek babalarına uymaları ve izlerinden gitmeleridir. Ataları fiilen sebep oldukları için evlatlarını cennette yanlarında görmekten mutlu olacaklar; evlatları da iman ile onlara tâbi oldukları için kendilerini kurtarmış ve Allah’ın lutuf ve kereminden babaları gibi istifade etmiş olacaklardır. Demek ki evlatlar kendi fiilleri olmaksızın sırf babalarının ve dedelerinin yaptıklarıyla kendilerini kurtaramazlar. Ancak imanlı olarak çalıştıkları takdirde atalarının feyzinden de faydalanarak daha kolay bir şekilde yükselebilirler. İşte Allah Teâlâ, müminlerin evlatlarını atalarına iman ve salih amellerle uymak suretiyle yükselmeğe sevk ederken, soy şerefine güvenerek tembellik etmemeleri için “Her kişi, kendi kazandığına karşılık bir rehindir!” buyurmaktadır. Şu halde bu âyette, “İnsan için yalnız kendi çalıştığının karşılığı vardır” (Necm 53/39); “Kim sâlih amel işlerse kendi iyiliğinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi zararınadır. Yoksa Rabbin kullarına kesinlikle zulmetmez” (Fussılet 41/46) âyetlerinin anlamını ortadan kaldıran bir mâna bulunmadığı gibi, bilakis bunlar aynı istikâmette buluşmakta, birbirinin mânalarını teyit etmektedir.
Cennetliklere ikram edilecek özel nimetlere gelince:
- Onlara canlarının çektiği meyve ve et çeşitlerinden bol bol ikram edeceğiz.
- Orada içecek dolu kadehleri elden ele dolaştırırlar; fakat bunu içmek ne boş ve mânasız konuşmalara sebep olur, ne de günaha sokar.
- Etraflarında hizmetlerine tahsis edilmiş, sedeflerinde saklı inciler gibi pırıl pırıl civanlar dolaşır.
Allah Teâlâ cennet ehline canlarının çekeceği her türlü meyveden ve etten bol bol ikram edecektir. Vâkıa sûresinin 21. âyetinde canlarının çektiği kuş etlerinden ikram edileceği haber verilir. Burada ise belli bir kayıt yapılmaksızın her türlü et söz konusu edilir. Cennet ehli karşılıklı kadeh tokuşturur; duydukları zevk, eğlence, lezzet ve muhabbet içinde biri diğerinin elinden kadehi alır, elden ele dolaştırırlar. Hissettikleri neş’e ve sürûr ile heyecanlanır, cezbeye kapılırlar. İçleri içecek dolu olan o kadehlerden içerler. Fakat o, dünya içkileri gibi kötülüklere sebep olmaz. İçtikleri o içecekten ötürü aralarında boş sözler cereyan etmez, günaha sokma da söz konusu olmaz. Çünkü o içecek içilince sarhoş eden, lüzumsuz gevezelikler yaptıran, sövüp saydıran, kavgaya götüren ve günah olan davranışlara sevk eden dünyadaki alkollü içkiler gibi değildir. Cennet ehlinin etrafında hizmet etmek üzere genç delikanlılar dolaşır. Bunlar sedefleri içinde gizlenmiş bembeyaz inciler gibidirler. Ellerindeki tabaklarda çeşitli meyvelerle, yiyecek ve içeceklerle dolaşırlar. Nitekim bu hususu açıklayan diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Etraflarında altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır.” (Zuhruf 43/71)
“Çevrelerinde, çağıldayan tertemiz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler dolaştırılır.” (Saffât 37/45)
“Etraflarında hiç yaşlanmayan gençler hizmet için âdeta pervane olur; durmadan çağıldayan pınarlardan doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle… Bu içecekten ötürü ne başları ağrır, ne de sarhoş olurlar.” (Vâkıa 56/17-19)
Böyle müstesna güzellikteki nimetlerle mest olan cennetlikler, dünyadaki hallerini hatırlayarak kendi aralarında derin bir sohbete dalarlar:
- Birbirlerine dönüp hallerini sorar, sohbet ederler.
- Şöyle derler: “Doğrusu biz, geçmişte çoluk çocuğumuzun arasında, en mutlu olduğumuz anlarda bile Rabbimizin azabından çok korkardık.”
- “Fakat şükürler olsun ki Allah bize lutfetti de, alevleri iliklere işleyen o korkunç azaptan bizi korudu!”
- “Çünkü biz daha önce yalnız O’na kulluk eder, yalnız O’na yalvarırdık. Gerçekten O, evet O, lutf u ihsânı bol olandır, sonsuz merhamet sahibidir.”
Cennetteki bu sohbetler ve canlandırılan hatıralar, onların hasret ve nedametlerini değil, Allah’a hamd ve senâlarını artırır. Huzurlarına huzur, mutluluklarına mutluluk katar. Burada o hatırlamalardan birine yer verilerek bir yönden de dünya hayatında Allah’ın azabından korkma bakımından mü’minin kalbî durumunun nasıl olacağı bildirilir. Demek onlar emniyet içinde değil, aileleri içinde belki en mutlu olmaları gereken anlarda bile daimî bir korku içinde bulunmuşlardı. O korku ile haramlardan sakınmışlar ve cehennemden Allah’a sığınmışlardı. Hidâyet ve istikâmetten ayırmaması için Allah’a yalvarmış, O’ndan yardım istemişlerdi.
Nitekim Kâsım (r.h.) şöyle anlatır:
“Sabaha çıktığımda önce akrabam Hz. Âişe’nin evine uğrar ve kendisine selâm verirdim. Bir gün yine evine gittiğimde, nâfile namaz kılıyor ve:
«Fakat şükürler olsun ki Allah bize lütfetti de, alevleri iliklere işleyen o korkunç azaptan bizi korudu!» (Tûr 52/27) âyetini okuyordu. Kıyâmda dua ediyor, ağlıyor ve bu âyeti tekrar edip duruyordu. Yoruluncaya kadar bekledim, daha sonra da bâzı ihtiyaçlarımı karşılamak üzere çarşıya gittim. İşlerimi bitirip döndüğümde Âişe (r.a.) aynı vaziyette ayakta duruyor, namaz kılıyor ve ağlıyordu.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 31)
Hz. Âişe örneğinde olduğu gibi dikkatli ve şuurlu bir kulluk hayatı sürdükleri için neticede Allah Teâlâ lütfedip onları, zehirli alevleri ta iliklere işleyen o cehennem azabından koruyacaktır. Çünkü Allah Teâlâ’nın bir ismi اَلْبَرُّ (el-Berr)dir. Berr, yaratıklarına karşı merhameti, bağışlaması, lutf u ihsanı bol olan demektir. Yine bu ismin “verdiği sözde duran, va‘dini yerine getiren” mânası da vardır. Allah “rahîmdir”; kullarına karşı nihâyetsiz merhamet sahibidir. Bu ilâhî beyânlar aslında insanı derinden etkileyen cennet hatıraları içinde bizlere o korkunç azaptan kurtulmanın yollarını göstermektedir.
O halde:
- Rasûlüm! Sen öğüt vermeye devam et. Şunu bil ki sen, Rabbinin nimeti sâyesinde ne bir kâhinsin, ne de bir deli!
- Yoksa onlar: “O, şâirin biri! Bekliyoruz, zamanın felâketlerine uğrayacak, helâk olup gidecek” mi diyorlar?
- De ki: “Bekleyedurun; ben de sizinle beraber zamanın neler getireceğini bekliyorum!”
- Bunu onlara akılları mı söyletiyor? Yoksa onlar bir azgınlar gürûhu da, ondan mı böyle davranıyorlar?
- Yahut: “Kur’an’ı kendiliğinden uyduruyor!”mu diyorlar? Hayır! Onlar gerçeği biliyor, fakat inanmak istemiyorlar.
- Eğer iddialarında doğru iseler, haydi onun benzeri bir söz getirsinler!
Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’i halkın nazarında küçük düşürüp insanların ona inanmalarını engellemek için onun hakkında çeşitli yaftalamalarda bulunuyorlardı. Bu sebeple ona “kâhin”, “mecnûn” ve “şâir” diyorlardı.
Kâhin, Arapçada falcı, gaipten haber veren, düzenbaz mânalarında kullanılır. Cahiliye döneminde kâhinlik apayrı bir meslekti. Kâhinler yıldızları tanıyıp onlara mâna verdiklerini iddia ediyorlardı. İtikadı bozuk insanlar da onların böyle olduklarını; ruhlar, şeytanlar ve cinlerle özel irtibata geçmelerinden dolayı gizli bilgileri öğrendiklerini zannediyorlardı. Kaybolan bir şeyi ve nerede olduğunu gösterebileceklerine, çalınan bir şeyin kim tarafından çalındığını bildireceklerine, talihini soranlara talihinde ne yazdığını bildiklerine inanıyorlardı. İşte bu maksatlarla halk onlara gidiyor, onlar da halktan bir şeyler alarak karşılığında istikballerine ait gaybî haberler veriyorlardı. Dilleri de genel konuşma tarzından ayrı idi. Kafiyeli, secîli cümleleri kendilerine has lehçe ile yarı terennümle söylerler ve genellikle herkesin kendi niyetine göre anlayacağı yuvarlak mânalı cümleler kullanırlardı. İşte Kureyş ileri gelenleri halkı aldatmak için Peygamberimiz (s.a.s.)’e kâhinlik iftirasını yalnızca halkın gözünden saklı olan hakikatleri haber verdiğinden dolayı yapmışlardı.
Mecnûn deli demektir. Cinlerin tasallutuna uğrayarak aklını kaybetmiş, ne konuştuğunu ve ne yaptığını bilemez hale gelmiş kişi mânasındadır. Efendimiz (s.a.s.), tek başına başlattığı İslâm davasıyla sapıklık ve şaşkınlık çukurunda bulunan bütün bir toplumu karşısına aldığı ve gerekirse canı pahasına onlarla amansız bir mücadeleye giriştiği için, müşriklerin nazarında bu delilikten başka bir şey değildi.
Şâir ise şiir söyleyen kimse demektir.
Müşrikler, Allah Resûlü (s.a.s.)’e bu iftiraları atıyor, fakat bunlar bekledikleri neticeyi vermeyince ne yapacaklarını bilmemenin verdiği kararsızlık ve çaresizlik içinde, zamanın felaketlerinin veya ölümün gelip onu yok etmesini bekliyorlardı. Nasıl ki söyledikleri hamasi şiirlerle zaman zaman canlarını yakan, kabile izzet ve şereflerini ayaklar altına seren önceki şairler felakete uğrayarak ölüp gidiyor ve onların belâsından kurtuluyor iseler, Hz. Muhammed (s.a.s.) de bir gün gelip yok olacak, böylece -hâşâ- onun şerrinden kurtulacaklardı.
Esasen burada müşriklerin Peygamberimiz (s.a.s.)’in günden güne gelişen İslâm tebliği karşısında kapıldıkları paniğin tesiriyle içine düştükleri çelişkili söz ve tutumlarına dikkat çekilmektedir. Çünkü Resûlullah (s.a.s.)’i bir taraftan “deli” ilan ederken, diğer taraftan da onu özel kabiliyet ve ince zekâ gerektiren “kâhinlik” ve “şâirlik”le vasıflandırmaları, akıl ve mantığa sığacak bir iş değildi. Kâhinlikle şâirlik de birbirinden apayrı şeylerdi. Bu sebeple böyle bir çelişkili tavrın, selim aklın emredeceği bir şey olmayıp ancak baştan başa azgınlık, cehalet, hak hukuk tanımama, inat ve vicdansızlıktan kaynaklanan bir durum olduğuna işaret edilmektedir.
Müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki iddiaları ise onun Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından uydurulduğu şeklindeydi. Aslında bunun böyle olduğuna kendileri de inanmıyorlardı. Çünkü Kur’an’ın gerçekten beşer üstü bir kelam olduğunu fark ediyor, kendilerini bile zaman zaman onu dinlemekten alıkoyamıyorlardı. Resûlullah (s.a.s.)’in, bırakalım Allah adına yalan uydurmayı, sıradan bir insana bile en küçük bir yalan söylemeyecek derecede doğru ve emin olduğunu biliyorlardı. Fakat hem kendileri inanmak istemedikleri, hem de başkalarının inanmalarına engel olabilmek için onu böylece karalamak istiyorlardı. Allah Teâlâ onların bu itirazlarını çürütmek üzere, onlardan Kur’an gibi mûcize bir söz getirmelerini istemiş, fakat onlar böyle bir söz getirmeye hiçbir zaman güç yetirememişlerdir.
Kıyâmete kadar gelecek tüm Allah ve Peygamber düşmanlarını ebediyen susturacak ve onlarda cevap verebilmek için en küçük bir mecâl bırakmayacak şu dehşetli sorulara kulak verin:
- Acaba onlar bir yaratan olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendilerini bizzat kendileri mi yaratıyorlar?
- Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır! Aslında onlar, Allah’ın varlığına gerçek anlamda inanmıyorlar.
- Yahut Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Yoksa kâinatı yöneten onlar mı?
- Yoksa onlara has mûcizevî bir merdiven var da, onun üstünde göğe yükselip ilâhî sırları mı dinliyorlar? O halde, kim ise o gökleri dinleyen, buna dâir açık bir delil getirsin!
- Demek, ey müşrikler, beğenmediğiniz kız çocuklar Allah’ın, erkek çocuklar sizin, öyle mi?
- Yoksa sen, tebliğine karşılık onlardan bir ücret istiyorsun da, bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı eziliyorlar?
- Yoksa gayba dâir bilgiler onların eli altında bulunuyor da, varlıkların kaderini onlar yazıyor, oradaki bilgilere göre mi hüküm veriyorlar?
- Yoksa onların Allah’tan başka sığınacakları bir ilâhları mı var? Allah onların koştukları ortaklardan pek yücedir, uzaktır!
- Onlar, kendilerini helâk etmek üzere gökten bir parçanın üzerlerine düşmekte olduğunu görseler bile inatlarından: “Bu, üst üste kümelenmiş bir bulut yığını!” derler.
Cenâb-ı Hak peş peşe ferman buyurduğu bu suallerle müşrikleri Allah’ın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini ve Kur’an’ın gerçekliğini kabule yönlendirmektedir. Çünkü bu sualler muhatabı her yönden kuşatmakta, ona kaçıp kurtulabileceği en küçük bir delik bırakmamakta ve onu gerçeği itirafa mecbur kılmaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse:
Öncelikle kendi yaratılışlarına dikkat çeker. Bu kadar mükemmel ve ölçülü bir yaratılış, bir yaratıcı olmaksızın tesadüfen kendiliğinden mi ortaya çıktı? Bunu belli bir takdir ve ölçüye göre var eden bir Rab, bir Yaratıcı yok mudur? Önceleri yokken sonradan yaratıldıklarına göre, şayet akılları varsa, kendilerini bir yaratanın olabileceğini düşünmeleri gerekmez mi? Yoksa onları bir yaratıcı yarattı da başıboş mu bıraktı? Yoksa onlar Allah’a kulluktan başka bir maksat için mi yaratıldılar? Yoksa yaratıcı onlar da, kendilerini ve eşyayı yine kendileri mi yarattı? Yoksa Yaratan’ı hiçbir şey yerine koymadıkları için mi O’nun kudretini hesaba katmıyor, cezasından korkmuyor ve imansızlık ediyorlar?
İkinci olarak, göklerin ve yerin yaratılışına ibretle bakmayı ister. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır onlar yaratmadılar. Çünkü onlar, kendilerine sorulduğu zaman “Gökleri ve yeri yaratan Allah’tır” derlerdi. Fakat yine de şüphe içinde dolaşır, O’nun mantıklı sonuçlarını tatbik edecek kesin bir kanaat ile hareket etmez, emir yasak tanımaz, mûcizelere inanıp, peygamberi tasdik etmek istemezler. Hakikati anlayıp ona teslim olmak işlerine gelmez. Sadece peygamberin, zamanın felaketlerine çarpılmasını bekler dururlar.
Üçüncü olarak, Allah Teâlâ’nın maddi manevî hazineleri söz konusu edilir. Yoksa Rabbin hazineleri onların yanında mıdır? Nimetleri onlar mı dağıtıyorlar? Böyle bir hakları varsa peygamberliği istediklerine verebilir, o yüce rütbenin Hz. Muhammed (s.a.s.)’e verilmesini engelleyebilirler. Fakat onların böyle bir hak ve salahiyete sahip olmadıkları açık bir gerçektir
Dördüncü olarak, hâkimiyete dikkat çekilir. Yoksa her şeyi hâkimiyetleri altına alan onlar mıdır? Bu hâkimiyetle -hâşâ- Allah’a bile galip gelmişler, hazinelerini ele geçirmişler de onun vermek istediğini verdirmek istemiyor; yahut da Allah’ın verdiğini zorla geri almak istiyorlar, öyle mi?
Beşinci olarak, vahyi ve ilâhî bilgileri alma yollarına bakılması istenir. Yoksa onların bir merdivenleri var; Allah’ın Mele-i A’la’ya gönderdiği emirleri, vahiyleri ve diğer bütün ilâhî sözleri o merdivenle göğe yükselip dinliyorlar; böylece kimin kimden önce öleceğini ve Kur’ân’ın Allah tarafından gönderilmeyip uydurularak O’na isnat edildiğini biliyorlar, öyle mi? Öyleyse bu bilgileri dinleyenlerin açıklayıcı, kuvvetli bir delil getirmeleri, dinlediklerini ispat etmeleri gerekmez mi?
Altıncı olarak, Kur’an ve Peygamber’in getirdiği tâlimatlara uygun davranmadıkları için içine düştükleri itikadî yanlışlara yer verilir. Bunların başında Allah Teâlâ’ya çocuk isnat etmeleri gelir. Çocuklardan da, kendileri için yüz karası ve utanç sebebi saydıkları kızları Allah’a tahsis ediyorlar. Meselâ onlar, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu ileri sürüyorlar ve onların adına bir takım putlar yapıp, Lât, Uzza, Menât gibi dişi isimler vererek tapıyorlar, sonra da, “Biz bunları Allah’a ortak koşmuyoruz, Allah’ın kızları oldukları için bize şefaat etsinler diye onlara tapıyoruz” diyorlardı. Ancak kendilerine gelince kız evladını hor görüyor ve oğlan istiyorlardı. Bundan daha gülünç inanç ne olabilir? Bu çeşit açık cehalet karanlıklarında yuvarlanıyorlar da, Allah tarafından ilim ışığını kendilerine getiren kimseye can düşmanı oluyorlar.
Yedinci olarak, tebliğe karşılık ücret meselesine dikkat çekilir. Yoksa Peygamber (s.a.s.) onlardan bir ücret istiyor da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar? Âyette geçen اَلْمُغْرَمُ (mağrem) kelimesi esasen “suçsuz bir insanın malından vermesi gereken zarar karşılığı” anlamına gelir. Bu yüzden kefil olmak gibi açık yahut yardımlaşma gibi zımnen bir söz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana gelen zarara da “mağrem” denilir. Yani onlar, zorba hükümetlerin baskıları altında ağır vergilerle ezilmekte olan halk gibi midirler ki Peygamber (s.a.s.)’in davetinden yüz çeviriyor, onun için felaketler bekliyorlar?
Sekizinci olarak, gayb konusu gündeme getirilir. Yoksa gayb onların yanında da, onlar istediklerini yazıyor, istediği kararı veriyor; mutlak mânada neyin faydalı neyin zararlı olduğunu biliyor, insanların faydasına olacak şekilde uymaları gereken kanun ve kaideleri belirliyor; kimin önce öleceğini Levh-i Mahfuz’dan alıp halka onlar haber veriyorlar, öyle mi?
Dokuzuncu olarak, müşriklerin Resûlullah (s.a.s.) ve mü’minler için kurdukları tuzaklar söz konusu edilir. Onlar Peygamberimiz ve müminlere kötü bir plan hazırlamak istiyorlardı. Bu âyet müşriklerin Dârü’n-Nedve’de tertip etmek istedikleri su-i kastı haber vermektedir. Fakat âyetin verdiği habere göre o küfredenlerin kendileri aldanacak, kurdukları tuzağa kendileri düşeceklerdi. Nitekim öyle olmuş; Allah Resûlü (s.a.s.) sağ sâlim hicret ederken Ebû Cehiller Bedir’de yakalanıp öldürülmüşlerdir. Böylece söz konusu âyet, gaybı önceden haber vermiş ve bunu onların değil, Allah’ın bilip peygamberine haber verdiğini gözler önüne sermiştir.
Son olarak müşriklerin Allah’tan başka taptıkları putlara dikkat çekilir. Onların Allah’tan başka ilâhları vardı. Bunların kendilerini Allah’ın azabından kurtaracaklarını zannediyorlardı. Halbuki Allah onların koştukları ortaklardan uzaktır. Daha doğrusu Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.
Bütün bu sualler gerçeği açık olarak ortaya koyacak kuvvette ve netliktedir. Nitekim Cübeyr b. Mut‘im, Bedir savaşından sonra Kureyşli esirlerin serbest bırakılmaları için Mekkeli müşrikler tarafından konuşmak üzere Medine’ye gönderilmişti. Medine’ye geldiklerinde Peygamberimiz (s.a.s.) akşam namazını kıldırıyor, namazda da Tûr sûresini okuyordu. Cübeyr’in kendisi şöyle anlatıyor: “Resûlullah (s.a.s.) sûrenin bu bölümüne geldiğinde, heyecandan kalbim göğsümden dışarı fırlayacak zannettim.” (Buhârî, Tefsir 52) O gün bu ayetleri işitmesiyle İslâm onun kalbine kök saldı, daha sonra müslüman olmasının önemli sebeplerinden biri oldu. Fakat umûmen kâfirler bu gerçeklere inanmak istememişler, Peygamber (s.a.s.)’den ısrarla mûcize talep etmişlerdir. Meselâ onlar “Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi üzerimize göğü parça parça düşür!” (Şuarâ 26/187) diye istekte bulunuyorlardı. Bu isteklerine binâen o kâfirler, o kadar inatçı bir hâle gelmişlerdi ki, gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler, artık azabın tepelerine inmekte olduğuna şâhit olsalar bile yine inanmayacak, bunun hakkında “üst üste kümelenmiş bir bulut yığını” diyecek kadar büyük bir gafletin içinde idiler. Fiilen başlarına gelmedikçe kabul etmezlerdi. Onların bu inkâr hâllerini anlatmak üzere âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Şu bir gerçek ki, haklarında Rabbinin azap sözü kesinleşmiş olanlar iman etmezler. Kendilerine her türlü delil ve mûcize gelmiş olsa bile inkârda diretirler. Ta o can yakıcı azabı gözleriyle görünceye kadar!” (Yûnus 10/96-97)
“Eğer onlara istedikleri gibi melekleri indirseydik, ölüler dile gelip kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp şâhit olarak karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de onlar iman edecek değillerdi; fakat onların çoğu bilmezler.” (En‘âm 6/111)
Öyleyse:
- Yoksa onlar Peygamber’e bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Oysa asıl tuzağa düşenler, o kâfirlerin tâ kendileridir!
Cenâb-ı Hak peş peşe ferman buyurduğu bu suallerle müşrikleri Allah’ın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini ve Kur’an’ın gerçekliğini kabule yönlendirmektedir. Çünkü bu sualler muhatabı her yönden kuşatmakta, ona kaçıp kurtulabileceği en küçük bir delik bırakmamakta ve onu gerçeği itirafa mecbur kılmaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse:
Öncelikle kendi yaratılışlarına dikkat çeker. Bu kadar mükemmel ve ölçülü bir yaratılış, bir yaratıcı olmaksızın tesadüfen kendiliğinden mi ortaya çıktı? Bunu belli bir takdir ve ölçüye göre var eden bir Rab, bir Yaratıcı yok mudur? Önceleri yokken sonradan yaratıldıklarına göre, şayet akılları varsa, kendilerini bir yaratanın olabileceğini düşünmeleri gerekmez mi? Yoksa onları bir yaratıcı yarattı da başıboş mu bıraktı? Yoksa onlar Allah’a kulluktan başka bir maksat için mi yaratıldılar? Yoksa yaratıcı onlar da, kendilerini ve eşyayı yine kendileri mi yarattı? Yoksa Yaratan’ı hiçbir şey yerine koymadıkları için mi O’nun kudretini hesaba katmıyor, cezasından korkmuyor ve imansızlık ediyorlar?
İkinci olarak, göklerin ve yerin yaratılışına ibretle bakmayı ister. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır onlar yaratmadılar. Çünkü onlar, kendilerine sorulduğu zaman “Gökleri ve yeri yaratan Allah’tır” derlerdi. Fakat yine de şüphe içinde dolaşır, O’nun mantıklı sonuçlarını tatbik edecek kesin bir kanaat ile hareket etmez, emir yasak tanımaz, mûcizelere inanıp, peygamberi tasdik etmek istemezler. Hakikati anlayıp ona teslim olmak işlerine gelmez. Sadece peygamberin, zamanın felaketlerine çarpılmasını bekler dururlar.
Üçüncü olarak, Allah Teâlâ’nın maddi manevî hazineleri söz konusu edilir. Yoksa Rabbin hazineleri onların yanında mıdır? Nimetleri onlar mı dağıtıyorlar? Böyle bir hakları varsa peygamberliği istediklerine verebilir, o yüce rütbenin Hz. Muhammed (s.a.s.)’e verilmesini engelleyebilirler. Fakat onların böyle bir hak ve salahiyete sahip olmadıkları açık bir gerçektir
Dördüncü olarak, hâkimiyete dikkat çekilir. Yoksa her şeyi hâkimiyetleri altına alan onlar mıdır? Bu hâkimiyetle -hâşâ- Allah’a bile galip gelmişler, hazinelerini ele geçirmişler de onun vermek istediğini verdirmek istemiyor; yahut da Allah’ın verdiğini zorla geri almak istiyorlar, öyle mi?
Beşinci olarak, vahyi ve ilâhî bilgileri alma yollarına bakılması istenir. Yoksa onların bir merdivenleri var; Allah’ın Mele-i A’la’ya gönderdiği emirleri, vahiyleri ve diğer bütün ilâhî sözleri o merdivenle göğe yükselip dinliyorlar; böylece kimin kimden önce öleceğini ve Kur’ân’ın Allah tarafından gönderilmeyip uydurularak O’na isnat edildiğini biliyorlar, öyle mi? Öyleyse bu bilgileri dinleyenlerin açıklayıcı, kuvvetli bir delil getirmeleri, dinlediklerini ispat etmeleri gerekmez mi?
Altıncı olarak, Kur’an ve Peygamber’in getirdiği tâlimatlara uygun davranmadıkları için içine düştükleri itikadî yanlışlara yer verilir. Bunların başında Allah Teâlâ’ya çocuk isnat etmeleri gelir. Çocuklardan da, kendileri için yüz karası ve utanç sebebi saydıkları kızları Allah’a tahsis ediyorlar. Meselâ onlar, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu ileri sürüyorlar ve onların adına bir takım putlar yapıp, Lât, Uzza, Menât gibi dişi isimler vererek tapıyorlar, sonra da, “Biz bunları Allah’a ortak koşmuyoruz, Allah’ın kızları oldukları için bize şefaat etsinler diye onlara tapıyoruz” diyorlardı. Ancak kendilerine gelince kız evladını hor görüyor ve oğlan istiyorlardı. Bundan daha gülünç inanç ne olabilir? Bu çeşit açık cehalet karanlıklarında yuvarlanıyorlar da, Allah tarafından ilim ışığını kendilerine getiren kimseye can düşmanı oluyorlar.
Yedinci olarak, tebliğe karşılık ücret meselesine dikkat çekilir. Yoksa Peygamber (s.a.s.) onlardan bir ücret istiyor da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar? Âyette geçen اَلْمُغْرَمُ (mağrem) kelimesi esasen “suçsuz bir insanın malından vermesi gereken zarar karşılığı” anlamına gelir. Bu yüzden kefil olmak gibi açık yahut yardımlaşma gibi zımnen bir söz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana gelen zarara da “mağrem” denilir. Yani onlar, zorba hükümetlerin baskıları altında ağır vergilerle ezilmekte olan halk gibi midirler ki Peygamber (s.a.s.)’in davetinden yüz çeviriyor, onun için felaketler bekliyorlar?
Sekizinci olarak, gayb konusu gündeme getirilir. Yoksa gayb onların yanında da, onlar istediklerini yazıyor, istediği kararı veriyor; mutlak mânada neyin faydalı neyin zararlı olduğunu biliyor, insanların faydasına olacak şekilde uymaları gereken kanun ve kaideleri belirliyor; kimin önce öleceğini Levh-i Mahfuz’dan alıp halka onlar haber veriyorlar, öyle mi?
Dokuzuncu olarak, müşriklerin Resûlullah (s.a.s.) ve mü’minler için kurdukları tuzaklar söz konusu edilir. Onlar Peygamberimiz ve müminlere kötü bir plan hazırlamak istiyorlardı. Bu âyet müşriklerin Dârü’n-Nedve’de tertip etmek istedikleri su-i kastı haber vermektedir. Fakat âyetin verdiği habere göre o küfredenlerin kendileri aldanacak, kurdukları tuzağa kendileri düşeceklerdi. Nitekim öyle olmuş; Allah Resûlü (s.a.s.) sağ sâlim hicret ederken Ebû Cehiller Bedir’de yakalanıp öldürülmüşlerdir. Böylece söz konusu âyet, gaybı önceden haber vermiş ve bunu onların değil, Allah’ın bilip peygamberine haber verdiğini gözler önüne sermiştir.
Son olarak müşriklerin Allah’tan başka taptıkları putlara dikkat çekilir. Onların Allah’tan başka ilâhları vardı. Bunların kendilerini Allah’ın azabından kurtaracaklarını zannediyorlardı. Halbuki Allah onların koştukları ortaklardan uzaktır. Daha doğrusu Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.
Bütün bu sualler gerçeği açık olarak ortaya koyacak kuvvette ve netliktedir. Nitekim Cübeyr b. Mut‘im, Bedir savaşından sonra Kureyşli esirlerin serbest bırakılmaları için Mekkeli müşrikler tarafından konuşmak üzere Medine’ye gönderilmişti. Medine’ye geldiklerinde Peygamberimiz (s.a.s.) akşam namazını kıldırıyor, namazda da Tûr sûresini okuyordu. Cübeyr’in kendisi şöyle anlatıyor: “Resûlullah (s.a.s.) sûrenin bu bölümüne geldiğinde, heyecandan kalbim göğsümden dışarı fırlayacak zannettim.” (Buhârî, Tefsir 52) O gün bu ayetleri işitmesiyle İslâm onun kalbine kök saldı, daha sonra müslüman olmasının önemli sebeplerinden biri oldu. Fakat umûmen kâfirler bu gerçeklere inanmak istememişler, Peygamber (s.a.s.)’den ısrarla mûcize talep etmişlerdir. Meselâ onlar “Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi üzerimize göğü parça parça düşür!” (Şuarâ 26/187) diye istekte bulunuyorlardı. Bu isteklerine binâen o kâfirler, o kadar inatçı bir hâle gelmişlerdi ki, gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler, artık azabın tepelerine inmekte olduğuna şâhit olsalar bile yine inanmayacak, bunun hakkında “üst üste kümelenmiş bir bulut yığını” diyecek kadar büyük bir gafletin içinde idiler. Fiilen başlarına gelmedikçe kabul etmezlerdi. Onların bu inkâr hâllerini anlatmak üzere âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Şu bir gerçek ki, haklarında Rabbinin azap sözü kesinleşmiş olanlar iman etmezler. Kendilerine her türlü delil ve mûcize gelmiş olsa bile inkârda diretirler. Ta o can yakıcı azabı gözleriyle görünceye kadar!” (Yûnus 10/96-97)
“Eğer onlara istedikleri gibi melekleri indirseydik, ölüler dile gelip kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp şâhit olarak karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de onlar iman edecek değillerdi; fakat onların çoğu bilmezler.” (En‘âm 6/111)
Öyleyse:
- Rasûlüm! Artık, yedikleri darbeyle cansız yere düşecekleri güne kavuşuncaya kadar sen onları kendi hallerine bırak!
- Zâlimler için âhiret azabından önce dünyada da bir azap vardır; fakat onların çoğu bunu bilmez.
Müşriklerin ve kâfirlerin çarpılıp cansız yere serilecekleri gün, ölüm veya birinci kez sura üfürülen gündür. Kıyamet günü dehşetli cehennem azabını gördüklerinde akıllarının başlarından gitmesi de kastedilmiş olabilir. Hâsılı o, onların iradelerinin ellerinden alınıp kurtuluş için hiçbir şey yapma imkânlarının kalmadığı gün olacaktır. O gün onların dünyada Peygamber (s.a.s.) ve mü’minler için hazırladıkları tuzakların kendilerine bir faydası olmaz. Bilakis kurdukları bu tuzakların hesabını vermek ve cezasını ödemek mecburiyetinde kalırlar. Yardım edip onları Allah’ın azabından kurtaracak kimse de bulunmaz. Onlara kıyamet azabı gelip çatmadan önce dünyada ve kabirde de daha bir kısım azaplar takdir edilmiştir. Dünyadaki hastalıklar, belalar, felaketler, malların telef olması, çocukların ölmesi, savaşlar, açlık ve kıtlıklar buna misaldir. Kabirde de onları bekleyen nice sıkıntı ve azaplar vardır.
Bunlar hatırlatıldıktan sonra sûrenin sonunda Resûlullah (s.a.s.)’e ve onun şahsında tüm mü’minlere şu tâlimatlar verilir:
- O gün dünyadaki hile ve tuzakları onlara bir fayda sağlamayacak; kimseden yardım da göremeyecekler.
Müşriklerin ve kâfirlerin çarpılıp cansız yere serilecekleri gün, ölüm veya birinci kez sura üfürülen gündür. Kıyamet günü dehşetli cehennem azabını gördüklerinde akıllarının başlarından gitmesi de kastedilmiş olabilir. Hâsılı o, onların iradelerinin ellerinden alınıp kurtuluş için hiçbir şey yapma imkânlarının kalmadığı gün olacaktır. O gün onların dünyada Peygamber (s.a.s.) ve mü’minler için hazırladıkları tuzakların kendilerine bir faydası olmaz. Bilakis kurdukları bu tuzakların hesabını vermek ve cezasını ödemek mecburiyetinde kalırlar. Yardım edip onları Allah’ın azabından kurtaracak kimse de bulunmaz. Onlara kıyamet azabı gelip çatmadan önce dünyada ve kabirde de daha bir kısım azaplar takdir edilmiştir. Dünyadaki hastalıklar, belalar, felaketler, malların telef olması, çocukların ölmesi, savaşlar, açlık ve kıtlıklar buna misaldir. Kabirde de onları bekleyen nice sıkıntı ve azaplar vardır.
Bunlar hatırlatıldıktan sonra sûrenin sonunda Resûlullah (s.a.s.)’e ve onun şahsında tüm mü’minlere şu tâlimatlar verilir:
- Rasûlüm! Rabbinin hükmü yerine gelene kadar sabret. Çünkü sen bizim himâyemizde, gözetimimiz altındasın. Her kalktığında Rabbini överek tesbih et!
- Gecenin bir kısmında da, yıldızların batmaya durduğu demde de O’nu tesbih et!
Birincisi; Allah hükmünü verinceye kadar sabretmek: İslâm’ı tebliğ ederken ve yaşayıp yaşatmaya çalışırken şüphesiz bir kısım zorluklar olacaktır. İslâm düşmanlarının karşı gelmeleri, engellemeleri, baskı ve eziyetleri devam edecektir. Fakat bu engeller belli bir zaman sonra aşılacak ve başarıya ulaşılacaktır. İşte bu safhada sabra, tahammüle ve Allah’ın emirlerini samimiyetle yerine getirmeye çalışmak gerekir. Bu hususta Peygamber ve mü’minlerin yardımcısı Allah Teâlâ’dır; onları kendi hallerine bırakmayacak, koruyacak, kollayacak ve başarıya ulaştıracaktır.
İkincisi; her kalktığında Allah’ı tesbih etmek. Resûlullah (s.a.s.)’in tatbikatına bakıldığı zaman her kalkıldığında Cenâb-ı Hakk’ı tesbihle alakalı şu tespitler yapılabilir:
✺ Bir meclisten kalktığınız zaman Allah’ı övüp tesbih ederek kalkın. Bununla o mecliste söylenen bütün sözlerin kefâreti verilmiş olur.
Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Her kim bir mecliste oturur da orada boş sözleri fazlalaşacak olursa meclisinden kalkmadan önce de:
سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَ بِحَمْدِكَ، أَشْهَدُ أَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا أَنْتَ، أَسْتَغْفِرُكَ وَ أَتُوبُ اِلَيْكَ
(Subhânekellâhumme ve bi hamdik. Eşhedü enla ilâhe illa ente. Estağfiruke ve etûbu ileyk)
« Allahım, seni överek tesbih ederim. Şehadet ederim ki senden başka hiçbir ilâh yoktur. Senden bağışlanma diler ve sana tevbe ederim» diyecek olursa, mutlaka o meclisinde olan hataları bağışlanır.” (Tirmizî, Deavât 38/3433)
✺ Uykunuzdan uyanıp, yatağınızdan kalktığınız zaman Rabbinizi överek tesbih ediniz.
Peygamberimiz (s.a.s.) böyle yapmış, müslümanlara da uykudan uyandıkları zaman şöyle demelerini tavsiye buyurmuştu: “Her kim:
لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَر۪يكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ هُوَ عَلٰي كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ. سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اللّٰهُ اَكْبَرُ، وَ لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ
(Lâ ilâhe illallahu vahdehu la şerikeleh, lehul mülkü ve lehu’l hamdu ve huve ala kulli şey'in kadîr. Subhanallahi ve’l-hamdulillahi ve lailâhe illallahu vAllahu ekber. Ve lâ havle kuvvete illâ billâh)
« Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O bir ve tektir, O’nun ortağı yoktur. Mülk yalnız O’nundur, hamd de yalnız O’nadır. O her şeye güç yetirendir. Yüce Allah’a hamdolsun, Allah her türlü eksiklikten pak ve uzaktır. Allah en büyüktür. Allah ile olmadıkça hiçbir şeye güç ve takat getirilemez» dedikten sonra: «Allahım beni bağışla» der yahut dua ederse, onun duası kabul olunur. Eğer abdest alır, namaz kılarsa namazı da kabul olunur.” (Tirmizî, Deavât 26/3414)
✺ Namaz kılmak için ayağa kalktığınız zaman Allah’ı övüp tesbih ederek namaza başlayın.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) bu emre uyulması için namazın başında alınan iftitah tekbirinden sonra:
سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَ بِحَمْدِكَ وَ تَبَارَكَ اسْمُكَ وَ تَعَالٰي جَدُّكَ وَ لَا اِلٰهَ غَيْرُكَ
(Subhânekellahumme ve bihamdik ve tebarekesmuk ve teâlâ cedduk ve la ilâhe gayruk)
“Allahım, seni överek tesbih ederim. Senin adın pek mübârektir, şanın pek yücedir, senden başka hiçbir ilâh yoktur” duasını okurdu. (Müslim, Salât 52; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 50)
✺ İnsanları Allah yoluna davet için kalktığınız veya herhangi bir hayırlı iş yapmak için harekete geçtiğiniz zaman yine Allah’ı övüp tesbih ederek başlayınız. Resûlullah (s.a.s.)’in konuşmalarına ve hutbelerine daima Allah’a hamd ve senâ ile başladığı bilinen bir husustur.
Üçüncüsü; gecenin bir kısmında Allah’ı tesbih etmek: Bundan maksat hem akşam, yatsı ve teheccüd namazları, hem de Kur’ân-ı Kerîm okumak ve Allah’ı zikretmektir.
Dördüncüsü; yıldızların batmaya başladığı demde Allah’ı tesbih etmek: Bu vakit sabah namazı vaktidir. Maksat sabah namazını kılmaktır. Bu vakitte sabah namazının iki rekat sünnetini kılmak da çok mühimdir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.): “Sabah namazının iki rekati dünyadaki ve içindeki şeylerden hayırlıdır” buyurmuştur. (Müslim, Misâfirîn 96)
Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Hakkın Daveti Kur'an-ı Kerim Meali ve Tefsiri
YORUMLAR