Turan Ne Demek?

Turan nedir, ne anlama gelir? Turan ili veya ülkesi neresidir? Osmanlı’da Turan ülküsü veya Turancılık nasıl ortaya çıktı?

Turan, eski Îranlılar’ca Türkler’in Orta Asya’daki en eski yurtlarına verilen isimdir.

TURAN NEDİR?

Turan, Türkler’in ve akraba milletlerin tarihî anavatanı anlamında siyasal ve kültürel bir kavramdır.

Farsça kökenli bir kelime olan Tûrân önceleri İranlılar’ın İran’ın kuzeydoğusundaki bölgelere verdikleri bir isimdi. Daha sonra Ural-Altay ve Fin-Macar halklarından oluşan ve Turan ırkı diye tanınan toplumların yaşadığı anayurdu tanımlamak için kullanılmıştır. Turancılık ise bu halkların birliğini savunan ideolojik ve siyasal bir terim halinde “uzak anayurt ideali” mânasında Macaristan’da XIX. yüzyılın ilk yarısında doğmuştur. Kavram, daha çok Macar siyasî kimliğini tehdit eden pancermenizm ve panslavizme bir tepki şeklinde ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda 1910’da Turan Cemiyeti kurulmuş ve 1944 yılına kadar sürmüştür. Bu çerçevede XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Macar bilim adamlarının yaptığı Türkoloji çalışmalarında Macaristan’da Türkler’le akrabalık tezleri dahi geliştirilmiştir.

İSLAM KAYNAKLARINDA TURAN

Müslüman Araplar’ın tarih ve coğrafya kaynaklarında Turan hakkında çeşitli bilgi ve rivayetler yer alır. Taberî, Sâsânî Devleti’nin kurucusu Erdeşîr’in Part Hükümdarı V. Erdevân’ı (Ardavan/Artabarnus) yenilgiye uğratıp öldürdükten sonra “Şâhânşâh” (şehinşah) unvanını aldığını, ardından fetihlere devam ettiğini ve kendisine Kuşan, Turan, Mekrân meliklerinin gelip itaat arzettiğini kaydeder (Târîḫ, II, 40-41). Yâkūt el-Hamevî, Mâverâünnehir ve çevresindeki topraklara “Turan” denildiğini belirtir. İran millî destan kahramanı Ferîdun’un ülkesini Selm, Tûc (Tûr) ve Îrec adlı oğulları arasında paylaştırdığını, Rum’u Selm’e, Türk ve Çin topraklarını kapsayan Tûrân’ı Tûc’a ve İran’ı da Îrec’e verdiğini, Türkler’in, hükümdarları Tûc’a nisbetle bu toprakları Tûrân diye andıklarını kaydeder (Muʿcemü’l-büldân, II, 57). Hârizmî, İranlılar’ın Ceyhun nehrinin öte yakasını “Türkler’in sınırı” anlamında Merz-i Tûrân diye isimlendirdiklerini söyler (Mefâtîḥu’l-ʿulûm, s. 114). İbn Fazlullah el-Ömerî de oldukça geniş bir alanı kapsadığını belirttiği Turan topraklarına müstakil bir bölüm ayırarak önemli şehirlerinden, bölgede yaşayan Türkler’den ve diğer milletlerden bahseder (Mesâlikü’l-ebṣâr, III, 139 vd., 193 vd.).

OSMANLI’DA TURANCILIK NASIL ORTAYA ÇIKTI?

Turan kavramı Osmanlılar’da ilk defa, 1786’da Buhara hükümdarına gönderilen ve Ruslar’a karşı birlikte hareket edilmesi teklif edilen bir mektupta geçer. Ancak Turancılık, Osmanlı Devleti’nde XIX. yüzyılın ikinci yarısında gelişmeye başlayan Türkçülük hareketinin bir sonucu olarak pantürkizm ile eş anlamlı, bütün Türkler’in birleşmesi şeklinde Türk siyasî ve edebî literatürüne girmiştir. Pantürkizm panslavizme karşı bir tepki halinde Rusya’daki Türk aydınları arasında doğmuş, özellikle Hüseyinzâde Ali (Turan) ve Akçuraoğlu Yusuf vasıtasıyla Osmanlı-Türk kamuoyunda tanıtılmıştır. Pantürkizm kavramının siyasî mânada dünya kamuoyuna yayılmasında asıl adı Moiz Cohen olan Tekin Alp’in önemli rolü vardır. Turan fikrinin tarih bilinciyle yoğrulmuş bir mefkûre şeklinde yaygınlaşması Ziya Gökalp sayesinde olmuştur. Onun özellikle, “Vatan ne Türkiye’dir Türkler’e ne Türkistan / Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan” şiiriyle sembolleştirdiği Turan ideali, Balkan yenilgisinin ardından mistik bir hava içinde yayılarak Türkçülük’te romantik bir temaya dönüşmüştür. Turanın Türkler’in mefkûrevî vatanı, Türkler’in oturduğu ve Türkçe’nin konuşulduğu bütün ülkelerin mecmuu olduğunu söyleyen Gökalp siyasî Turan’ın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini uzak bir istikbalin belirleyeceğini ileri sürer.

Osmanlı Devleti’ndeki aydınlar tarafından savunulan Türkçülük-milliyetçilik anlayışının temeli millî bir kültür oluşturma ve bu yolla bağdaşık bir Türk milleti teşkil etme yönündedir. Böylece Osmanlı Devleti içindeki Türkler her bakımdan gelişmiş sağlam bir millet haline gelecek, daha sonra dağınık halde yaşayan bütün Türkler arasında kültürel birlik sağlanacaktır. Kültürel birlik de gelecekteki “kızılelma” denilen siyasal birlikteliğin temeli olarak değerlendirilmektedir. Milletin coğrafî ve siyasî sınırlara bağlı kalması gerekmediğini savunan Türkçü aydınlarda temelde bütün Türklük anlayışı hâkim olmakla beraber bazı konularda yaklaşım farklılığı bulunmaktadır. Bu farklılık, Osmanlı Devleti’ni koruma endişesiyle hareket eden Osmanlı Türkleri ile Rusya’dan gelen Akçuraoğlu Yusuf, Hüseyinzâde Ali gibi Türk aydınlarının soydaşlarının bağımsızlık kazanması ve Türk birliğinin gerçekleşmesi yolundaki düşüncelere öncelik vermelerinden kaynaklanmaktadır. II. Meşrutiyet döneminde Türk ocakları çevresinde toplanan Türkçü aydınlarda ister kültürel ister siyasal mânada ele alınsın pantürkizm anlayışı temel dinamik fikirlerden birini teşkil etmiştir. Ancak Osmanlı Devleti’ndeki aydınların Fin ve Macarlar’ı akraba topluluklar olarak kabul etmekle beraber turan kavramının içine sadece Türk toplumlarını dahil ettiklerini vurgulamak gerekir. Bu sebeple Macaristan’da gelişen turancılıkla Osmanlı Devleti’ndeki Turancılık arasındaki asıl fark, Osmanlı Türkçüleri’nin turan kavramını Türk toplumları ile hatta Müslüman olanlarla sınırlı tutmasıdır.

1. Dünya Savaşı’nın başlarında Türkçü aydınlar tarafından kaleme alınan birçok tarihî ve edebî eserin konusunu turancılık meselesi teşkil etmiş, romantik bir üslûpla yazılan bu eserler Türk aydın ve gençlerini derinden etkilemiştir. Savaş içerisinde İttihat ve Terakkî liderleri nezdinde de ciddi anlamda itibar kazandığı bir dönemde Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında I. Dünya Savaşı’na girmiştir. İttihat ve Terakkî liderleri bu savaşa girerken hem Türkçülüğü hem İslâmcılığı düşmanlarına karşı kullanmayı düşünmüş, bunları düşünce akımı olmaktan çıkararak bir savaş stratejisine bağlamıştır. Bu sebeple Türkçü aydınlar I. Dünya Savaşı’nı ideallerini gerçekleştirecek bir hadise olarak görmüş ve tam destek vermişlerdir. Fakat Türkçü aydınların fikirleri savaşın genel seyrine bağlı şekilde değişiklikler göstermiştir. Bu yolda ilk büyük değişiklik, Türkiye’de Pantürkizmin tanıtılmasında önemli rol oynayan Rusya’dan gelen Türk aydınlarında görülmüştür. Bu konuda Akçuraoğlu Yusuf, savaş içinde pantürkizmden Rusya Türkleri için kültürel özerkliği hedefleyen bir fikrî dönüşüm geçirmiş, 1919 yılında ise olaylardan ibret alarak demokratik Türkçülüğü savunduğunu vurgulamıştır. Ziya Gökalp, Rusya’nın savaştan çekilmesi üzerine Rusya’daki Türkler’in bağımsızlığını elde etmeleriyle turanı gerçekleştirmelerini teşvik etmesine rağmen Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla Türkler içinde kültürel birliğin birbirine yakın olan Oğuz Türkleri arasında kurulabileceğini belirterek turanın sınırlarını iyice daraltmıştır. Bütün Türkler arasında kurulabilecek turancılığın ancak hayal sahasında gerçekleşeceğini belirtmiştir.

TURANCILAR NEDEN TASFİYE EDİLDİ?

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması üzerine Millî Mücadele’nin ardından Mîsâk-ı Millî sınırlarını esas alan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Pantürkizmi reddeden Cumhuriyet yönetimi Türk milleti kavramını Mîsâk-ı Millî’ye dayanan somut bir vatanla birleştirmiş, Türk milliyetçiliğini bir devlet politikası halinde benimsemiştir. Osmanlı dönemindeki Türkçü aydınlar da siyasî açıdan yeni devleti Türkçülük anlayışlarının somut bir ifadesi olarak görmüşlerdir. Türk ocakları yeniden ülke çapında şubeler açarak temel konularda Cumhuriyet yönetimine tam destek sağlarken aynı zamanda kültürel açıdan pantürkist düşüncelerin ele alındığı bir platform olma özelliğini sürdürmüştür. Bu sebeple 1927’de Türk ocaklarının faaliyet alanı Türkiye Cumhuriyeti ile sınırlandırılarak bütün Türklük anlayışından dönüş resmîleştirilmiştir. 1930’ların ikinci yarısından itibaren tekrar ortaya çıkan Pantürkist motifleri içeren Türkçü akımı, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndaki denge siyasetinin sonucu 1944 yargılamalarıyla tasfiye edilmeye çalışılmıştır.

Kaynak: DİA

İslam ve İhsan

TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU?

Türkler Nasıl Müslüman Oldu?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.