Türk Aile Yapısı Nasıldır?
Türk aile yapısı nasıldır? Türk aile yapısının genel özellikleri.
Anadolu dervişi; İslâm’daki aileyle hüsn-i muâşeret, anne-babaya hürmet ve sıla-i rahim gibi, içtimâî rûhu çok iyi anlamış ve bununla, zaten Türk örfünde de güçlü olan ailevî değerleri birleştirmiş ve çok muhkem bir aile yapısı inşâ etmişti.
TÜRK AİLE YAPISININ ÖZELLİKLERİ
Bu yapının temeli, muhabbet ve hürmet idi. O aile kalesinin, mânevî muhafazası helâl lokma, kanaat ve iffet idi. O aile kalesinin temel şartı, büyüklere ihtiram ve küçüklere merhamet idi.
Anadolu toprağı; Tanzîmat’tan bu yana, maddî-mânevî çok zor devirler geçirdi. İşgaller ve ağır savaşlar yaşadı. Bütün bunları aile sağlamlığı ile aşabildi. Ailenin sağlam olması, batıdan gelen güçlü fırtınaları bertaraf edebildi. Tarih boyunca şanlı zaferlerimizin kahramanları olan bütün yiğitler, hep muazzam bir aile ikliminin solmaz meyveleriydi.
Anneler; yavrularını Çanakkale’ye gönderirken vatan uğrunda fedâ olmayı temsilen, kurbanlık misâli kınalayarak gönderiyorlardı. Eğer istikbalde oğlu dönemez ise, o sâliha anne, bundan dolayı rûhî bir sarsıntıya dûçâr olmaz, bilâkis şehid annesi olmanın huzuruyla, teslîmiyet ve metânet içinde yaşardı. Çanakkale’de ve Millî Mücadele’de zafere koşan Anadolu yiğitlerini yetiştiren, işte böyle annelerdi.
Üsküdar’da merhum vâlidemin yakın bir dostu olan Sıddıka Anne adlı fazîlet sahibi bir hanım vardı. Gençliğinde bir zâbitle evlenmiş. O zâbit, Çanakkale muharebesine iştirâk ediyor. Çarpışma esnasında ağır yara alınca Haydarpaşa Hastahânesine tedaviye getiriliyor. İyileşince, evine uğrayıp gitmek mümkün olmasına rağmen çevresindekilere;
“‒Eğer ben eve gidersem; hanımımı, çocuğumu görürsem, ailemle beraberliğin rahat ve rehâvetine kapılıp da tekrar cihad meydanına gitmek husûsunda belki gaflete düşebilirim. Bu bakımdan eve uğramadan gitmek daha isabetli...” diyerek tekrar cepheye dönüyor ve orada şehîd oluyor.
İşte kendisi de bir Anadolu dervişi olan fazîletli bir annenin büyük bir emek ve fedâkârlıkla Anadolu dervişi olarak yetiştirdiği unutulmaz bir yiğit! Aynı zamanda kendisini Allâh’a adayan vatanperver bir şehid.
Çanakkale destanımız, işte o şehid ve emsâli kahraman askerlerimizle yazıldı. Tarih şahittir ki o destanın yaşanması ve muhafazası da, hiç şüphesiz Mehmetçiğimizin kalbindeki şu dört ideale ve ufka sahip oluşun bir bereketiydi:
- Allah,
- Vatan,
- Nâmus ve
- Kardeşlik...
İşte güçlü ailede verilen güçlü şahsiyet ve terbiye. Hem yuvaları hem de milleti ve memleketi ayakta tutan ruh.
İşte bu aile yapısını yıkmadan bizi yıkamayacağını anlayan batı, yüz senedir âdetâ bütün hücumlarını aile yapımıza yöneltti ve bugün büyük tahribatlar meydana getirdi. Materyalist dünya ailede büyük gedikler açtı.
Hâlbuki aile, toplumun çekirdeğidir. Aile yoksa, toplum sürüden ibaret kalır. Sâir mahlûkāta benzer. Eğer dünkü güçlü aile yapımıza dönemezsek, yarınlar felâket olur Allah muhafaza...
İlâhî kahra uğrayıp helâk olmuş geçmiş kavimler, maalesef bugün bizim toplumumuza da sızmaya başladı. Ahlâksız Sodom-Gomore sızdı. Pompei sızdı. Ticarette haksızlıklar yapan Medyen sızdı. Kibirli Âd ve Semûd sızdı. Putperest Keldânî sızdı...
İnşâ edilecek, irşâd edilecek çok hususlar var aile yapımızda. Maalesef aileyi korumak yerine, daha da çökertecek yanlış adımlara şahit oluyoruz. Kadınlar daha da sokağa itiliyor. Kız evlâtlar, iş güç sahibi olsun diye ahlâkını muhafaza edemeyeceği ortamlara sürükleniyor. İffet zaafa uğruyor. Tesettür adı altında dahî, «giyinik çıplaklar» diye îkaz buyurulan çirkinlikler sergileniyor.
Batıdan tesirle; «Kadınlar çalışsın! Dış dünyaya atılsın!» propagandaları yapılıyor. Ne hazindir ki, mâneviyattan uzaklığı sebebiyle kendini vitrine etme mecburiyetinde hisseden gafil bir kesim de, kendini kabul ettirmek için kendini deşifre etmekte ve kaldırımlarda açan çiçekler misâli, ayaklar altında çiğnenmektedir.
Böylece evinde gönül sultanı olan o değer; kaldırımlarda çiğnenen bir çiçek, çamurlara bulanmış bir mücevher durumuna düşürülmektedir. Çöp tenekesine düşen bir pırlanta, ne kadar talihsizdir ve bu hâl ne kadar hazindir.
Hâlbuki bugün duyuyor ve biliyoruz ki; Japonya’da, ABD’de ve daha birçok ülkede, kızlara mahsus çok sayıda üniversite var. Müslüman ülkeler ise, medeniyetlerinde hazır olan güzellikleri yok etmekle meşgul!..
Tanzîmat’taki batılı cereyanlarda; sadece Paris’e, Viyana’ya giden, devrin gazetelerini vs. okuyanlar tesir altında kalmıştı. Aileler mahfuz kalmıştı. Bugün ise internet, televizyon, moda ve reklâmlar yüzünden, en başta aileler, gençler, çocuklar asıl hedef hâline geldi.
Hâlbuki aileyi korumak her şeyden mühim. Bir memleketi korumak, her şeyden önce muhkem ailelerle mümkün... Gelecek nesillerin huzur içinde yetişebilmesi, ancak sağlam ailelerle mümkün.
Eski İstanbul’da ve birçok yerde konaklarda, köşklerde, büyükçe evlerde kalabalık aileler; göz göz odalarda mahremiyete hürmet, tevekkül, kanaat ve nezâhet içinde yaşarlardı. En küçük bir şiddet, tâciz ve merhametsizlik yaşanmazdı.
Evliliklerde namzetlerin küfüv olmasına çok dikkat edilirdi. Evlenmeler görücü usûlü olurdu. Yani tecrübeli ve mâneviyatlı büyüklerden gelen güzel tavsiyelerle, aileler tanıştırılırdı. Bunun neticesinde, gelin ve damat arasında bir mizaç aykırılığı olmazdı. Evlilik geç yaşlara asla bırakılmazdı.
Düğünler dervişâne olurdu. Fakir ve gariplerin duâsı alınırdı. Gövde gösterisine dönüştürülmez, sadece ikram ve cömertliğin ihtişamı sergilenirdi. Gelin-kaynana münasebeti anne-kız dengesi içindeydi. Gelinler, kayınvâlidelerini anne makamında görürlerdi. Kayınvâlideler de gelinlerini, kızlarından ayırmazlardı. Beyler, hanımlarına «Allâh’ın bir emâneti» olarak, muhabbetle ve hassâsiyetle muâmele ederdi. Hanımlar da beylerine itaat ve hürmetle muâmelede bulunurdu. Evlenen kız evlâtlara:
“–Kızım, beyaz gelinliğinle bu eve gelin olarak giriyorsun. Bu evden de ancak bembeyaz ve lekesiz bir kefenle çıkacaksın. (Yani ömrünü hayırlı bir şekilde ailende geçirecek, ayrılık ihtimalini gönlüne dahî getirmeyeceksin.) Kızım, şikâyeti unutacak, velev ki ağzından kan gelse bile; «Kızılcık şerbeti içtim.» diyeceksin.” gibi hüsn-i muâmele, sabır ve tahammül telkinlerinde bulunulurdu. Damatlara da:
“‒Evlâdım, hanımın, sana Allâh’ın bir emânetidir. Ona karşı ne kadar hayırlı ve kerem sahibi olursan, Allah katında o kadar hayırlı bir kul olursun!” diye telkin edilirdi.
Yine de ailede bir problem olsa herkes el birliği ile iki tarafı da kaynaştırırdı. Evlâtlar da bu güzel ortam içinde mükemmelen büyürdü. Boşanma o toplumda neredeyse bilinmezdi. Zira boşanma, hadîs-i şerifte;
«Cenâb-ı Hakk’ın en çok buğz ettiği helâl» olarak vasfedilmişti.
Böyle muhkem bir kale hüviyetindeki ailelerde, şuurlu evlâtlar yetişti. Bu ailelerdeki sâliha anneler, eli öpülesi muhtereme vâlidelerdi. Ömürlük teşekküre lâyık sâliha insanlardı. Kadın bizim medeniyetimizde, sâliha hanım ve muhterem vâlide olarak çok kıymetli bir mevkii hâizdi. Dâimâ evinin gönül sultanıydı.
Erkek ve kadın; fizikî yaratılışlarındaki farklılıklarının, fıtratlarının, rûhî ve hissî husûsiyetlerinin ve de neslin sürdürülmesindeki vazifelerinin îcâbı olarak bir iş bölümü yapmışlardı. Yerine göre, sert ve acımasız olabilen dış dünyaya, kadınlar itilmezlerdi.
Zaten geniş bir âlem olan evde; evlâtlar, torunlar ve yaşlılar vardı. Hanımlar; şefkat ve merhametle onlara alâka gösterir, aynı zamanda, ellerinden geldiğince, ev iktisadına da yardımcı olurlardı.
Kadın elbette evinin dışında da Kur’ân kursu muallimeliği gibi İslâmî hizmetler ve faaliyetler yapabilir. Mecbur kalırsa çalışması da düşünülebilir. Ancak, hanımlara mahsus yerler ve kadınların mahremiyetini gözeten şartlarda çalışmasının bir zarûret olduğu unutulmamalıdır.
Aksi takdirde, toplum; göz ve gönül kaymalarıyla, çeşitli seviyelerde muhtelif zinâların yaygınlaşmasıyla vîrâneye dönmektedir. Fizikte olduğu gibi ruhlar arasında da cezp ve incizap vardır. Bu bakımdan İslâm, ihtilâtı (birbiriyle bir araya gelmesi haram olanların beraberliğini) yasaklamış, ancak muayyen ölçüler içinde cevaz vermiştir. Bu ölçülere riâyet edilmediğinde toplumda nice aile felâketlerinin ve ahlâk fâcialarının yaşanmakta olduğuna herkes şahit.
Aileler yıkılmakta, boşanmalar çoğalmakta, evlâtlar perişan olmaktadır. Bütün bu mânevî tahribatın karşısında, kadınların çalışmasıyla elde edilecek sözde içtimâî faydanın hiçbir hükmü yoktur.
HAYME ANA’NIN ERTUĞRUL GAZİ’YE NASİHATİ
Aile şuuruna sahip olmayan binlerce mühendis, mimar kadın yetiştirilse, Osmanlı’nın zeminindeki bir Hayme Ana etmez! O Hayme Ana ki Ertuğrul Gazi’nin annesiydi. Beyinin vefâtından sonra obayı muhafaza etmiş ve oğluna şu güzîde tavsiyelerle teslim etmişti:
“Oğul; boyundan, soyundan olsun olmasın insanlara âdil davran. Adâletten ayrılma ki insanların birlik ve dirlik kazansın. Yüreğinden inancı, ağzından duâyı, davranışından fazîleti hiç eksik etme. Bir de: Sabırlı ol oğul, ekşi koruk sabırla tatlı üzüm olur. Oğul; beylik dermekle, ağalık vermekledir. Sofranı ve keseni yoksullara açık tut.”
Mâzîmizdeki bu kuvvetli aile yapısından oluşan toplumda kardeşlik şuuru, öyle dillere destan idi ki, gayr-i müslimler tarafından dahî tebrik edilmekteydi.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Anadolu Dervişinin Gönül Dünyası, Yüzakı Yayıncılık