Türklerde Cihat Anlayışı

İslam Tarihi

Türklerde cihat anlayışı nasıldı? Türklerde İslam'dan önce olan cihan hakimiyeti düşüncesinin "cihad" ve "fütuhat" anlayışına etkisi...

Türkler, İslâm’dan önce de cihangirlik meyli ve cengâverlik rûhuyla temâyüz etmişlerdi. Atilla’nın at sırtında iki defa Roma’ya gidip bu kadim devlet merkezini zapta teşebbüs etmesi, Çin’de bir Türk hânedânının hükümrân olması gibi gerçekler, bu cihangirlik meylinin İslâm’dan evvelki mevcûdiyetini gösteren fiilî vâkıalardan bâzılarıdır.

TÜRKLERDE CİHAT ANLAYIŞI

Türklerin cihangirlik anlayışı, İslâm’daki cihat mefhûmuyla âhenkli düşmüş ve onların bu meyillerini îman dâvâsı adına kullanarak tarihte “Alperenler” ve “Horasan Erleri” gibi meşhur olmuş bulunan mücâhitlerden olmalarını sağlamıştır.

Diğer taraftan onlar, daha “Hulefâ-i Râşidîn” devrinde, çoğu sahâbeden müteşekkil İslâm orduları İran’ı fethederek Türkistan kapılarına dayandığında, İslâm’ın cihanşümûl ahlâk ve cihad gibi temel prensiplerinin, kendilerinin millî karakterlerine uygunluğunu kavramakta gecikmemişler ve böylece kılıç zoru olmadan tabiî bir temâyülle ve kitleler hâlinde “Dahîlek yâ Rasûlâllah!” sayhalarıyla İslâm’a dâhil olmuşlardır. Çok kısa bir zaman içinde de büyük bir rûhî vecd ile kabûl ettikleri bu yeni dînin müdafaasına hayatlarını adayan, fetih rûhuyla dolu mücâhidler kadrosu, yani ordusu hâline gelmişlerdir.

İslâmlaştırma gayretiyle birlikte aynı zamanda Araplaştırma gâyesi de güden ve hâkimiyetleri zamanında ortaya çıkan bâzı bâtınî cereyanların, kendilerine paravan olarak Ehl-i Beyt’i kullanmalarından dolayı onlara karşı çirkin bir tavır takınmış bulunan Emevîler’den İslâm hilâfetini alıp Abbâsîler’e devretmekte Türkler’in oynadığı târihî rol, inkâr edilemez. Emevîler’in takribî 90 yıllık bir hâkimiyetinden sonra İslâm temsilciliğini elde eden Abbâsîler, Türkler’in cihâda yatkın tabiatlarını değerlendirerek fütûhat ordularını tamamen onlardan teşkil etmişlerdir.

Abbâsîler’in yıkılışından sonra İslâm temsilciliği, askerî sahada olduğu kadar siyâset sahnesinde de, bir Türk devleti olan Büyük Selçuklu Devleti’ne geçmiştir.

Lâkin Selçuklular, merkezî otoriteden mahrum, feodal bir nizâma dönüştüklerinden, kısa süre içinde 3-4 parçaya ayrılmışlardır. Bunlardan biri olan “Anadolu Selçuklu Devleti” bir müddet daha hayâtiyetini devam ettirdikten sonra, tarihin en fecî hâdiselerinden biri olarak gerçekleşen “Moğol İstîlâları” sebebiyle ortadan kalkmıştır. Bunun neticesinde Anadolu yeniden birçok beylik hâlinde, feodal bir nizâma sürüklenmiştir.

Bu beylikler, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yerini alabilmek için birbirleriyle mücâdele ederlerken, yalnızca Osmanlı Beyliği bu kardeş kavgasına iltifat etmeyerek yüzünü Bizans toprağına çevirmiştir. Hem bulundukları coğrafî mevkî itibariyle, hem de ahlâkî meziyetleri ve bilhassa da gerçek mânâda İslâmî cihâda dört elle sarılmaları sebebiyle, sür’atle yükselerek kısa zamanda Avrupa yakasına geçmeyi başarmışlardır.

Bunda birbirleriyle kıyasıya mücâdele eden bu Türk ve müslüman beyliklerin tebaalarından pek çok kimsenin, bu mücâdeleden vicdânen rahatsız olarak alttan alta kaçıp Osmanlı’ya katılmaları da belli başlı bir müessir olmuştur.

Osmanlılar, Anadolu beyliklerinden Hamidoğulları mülkünü parayla satın almışlar, Germiyanoğulları Beyliği’nin arazisine ise verâset yoluyla sahip olmuşlardır. Tâ ki Yıldırım Bâyezît Hân’ın muazzam “Niğbolu Zaferi”yle Haçlılar sindirildikten sonra Anadolu’ya yönelerek “Anadolu Türk-İslâm Birliği”ni kurmaya teşebbüs etmişlerdir. Bunu yaparken de Karamanoğulları gibi Osmanlı’ya karşı Papalıkla bile ittifâka kalkışan bir beyliği, iki yüz sene süren bir mücâdele sonunda, onları birçok ihânet ve saldırıları sebebiyle defalarca mağlûp etmiş olmalarına rağmen, her defasında affetmek gibi bir fazîlet göstermişlerdir.

Aynı şekilde; Papalık, Venedikliler ve Rodos şövalyeleri gibi, Osmanlı’nın ne kadar düşmanı varsa hepsiyle Osmanlı’ya karşı ittifak etmiş bulunan Akkoyunlu Devleti reisi Uzun Hasan’ı müteaddid saldırıları sebebiyle mağlûp etmiş oldukları hâlde, daha ileriye gitmemiş ve onun devletini tamamen ortadan kaldırmaya teşebbüs etmemişlerdir. Çünkü onlar, mecbur kalmadıkça müslüman kanı akıtmaktan şiddetle ictinâb etmekteydiler.

Buna rağmen, İran ve Memlük devletleriyle Yavuz Sultan Selîm’in harp etmesi -bu eserde temas edildiği üzere- şer’î sebepler muvâcehesinde alınmış olan fetvâlarla gerçekleştirilmiş olduğunu, burada sadece hatırlatmakla iktifâ ediyoruz.

Osmanlı Devleti, İslâmî ölçüler dâhilinde gerçekleşen cihad rûhu sâyesinde, dört yüz çadırlık bir aşîretten ihtişamlı bir cihan devletine dönüşerek, bir gün gelmiş, yirmi dört milyon kilometrekarelik bir coğrafyayı vatan yapmış, geçtiği her yere “çil çil kubbeler serpen ordular” meydana getirmiştir. Cihanşümûl medeniyetlerin en üstün ve müstesnâsını kurarak, îman, cihad, ilim ve sanatta asırlarca insanlığa rehber olmuştur. Cihad rûhu, babadan oğula tevârüs edegelmiştir.

Nitekim bu rûh ile İstanbul’u fethederek Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in müjdesine nâil olan Fâtih Sultan Mehmed Han, bu şerefe ilâveten yine Hazret-i Peygamber’in bir müjdesiyle sâbit olan Batı Roma’nın fethine teşebbüs edip İtalya’nın güneyindeki Otranto’yu fethetmiştir. Fakat ömrü bu büyük emelini gerçekleştirmeye kifâyet etmemiştir. Onun yerine geçen oğlu Velî Bâyezît, tahta geçer geçmez kardeşi Cem’in isyânıyla karşı karşıya kaldığı için Fâtih’in açtığı bu cephedeki fütûhâtı devam ettirme imkânı bulamamıştır.

Kumandanı Gedik Ahmet Paşa’yı başka işlerde kullanmak için geri çağırması üzerine de Napoli Krallığı harekete geçerek burada 13 ay devam etmiş olan Osmanlı hâkimiyetine son vermiştir.

Yine Yavuz Sultan Selîm Hân’ın Mısır fethinden sonra tükenmek bilmeyen bir cihad aşkıyla dile getirdiği şu sözler, aynı zamanda o cihangir sultânın gönül ufkunu ne güzel sergilemektedir:

“Gönül ister ki Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!..”

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları