Uhud Savaşı’nın Sebepleri ve Sonuçları
Uhud nerededir? Uhud Savaşı’nın sebepleri ve sonuçları nelerdir? Uhud Savaşı’ndan çıkarılacak dersler nelerdir? Uhud Savaşı’nda yaşananların hikayesi.
Uhud, Medîne-i Münevvere’nin kuzeyinde, Mescid-i Nebevî’ye 5.5 km. mesâfede, 128 m. iken tabiat hâdiseleri sebebiyle 121 m’ye inen bir dağdır. Uhud’un güneyinde Ayneyn tepesi vardır. Harpten sonra Okçular Tepesi olarak tanınmıştır. Bu iki dağ arasındaki Kanât Vâdisi vardır.
UHUD SAVAŞI’NIN SEBEPLERİ
Uhud Savaşı, Kureyş müşriklerinin Medîne-i Münevvere’ye saldırması neticesinde vuku bulmuştur. Daha Bedir’in üzerinden 1 sene 1 ay geçmişti ki Kureyşliler, Bedir’de öldürülenlerin intikâmını almak, Şam ticâret yolunu Müslümanlardan kurtarmak ve Araplar arasında kaybettiği şerefini tekrar kazanmak için hücûma geçtiler. Bedir’de kurtulan kervanda malı olanlar, bunların Müslümanlarla yapacakları savaşta kullanılmasını istediler.
Uhud Savaşı, 3. senenin Şevvâl ayının ortalarında (Nisan 625) bir Cumartesi günü gerçekleşti.
Kureyş ordusu 3000 kişi idi, 200 tane atları vardı. 700 kişi zırhlı idi.
Bundan az evvel Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir rüyâ görmüşlerdi. Daha sonra bunu ashâb-ı kirâma anlattılar. Peygamberlerin rüyâsı haktır ve vahyin bir nev’idir, çeşididir.
Peygamberimiz Uhud Savaşı Öncesinde Gördüğü Rüya
Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“…Rüyamda kendimi bir kılıcı sallıyor gördüm, kılıcın başı kopmuştu. Bu, Uhud Savaşı’nda mü’minlerin mâruz kaldıkları musîbete delâlet ediyormuş. Sonra kılıcımı tekrar salladım. Bu sefer, eskisinden daha iyi bir hâl aldı. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın fetih lutfuna ve Müslümanların bir araya gelmeleri nevinden ihsân ettiği nîmetlerine delâlet etti. Aynı rüyâda sığırlar ve Allâh’ın (verdiği başka bir) hayrı gördüm. Sığırlar Uhud gününde mü’minlerden bir cemaate çıktı, (onlar şehîd edildiler. Bu onlar için daha hayırlıdır. Gördüğüm) hayır da Allâh’ın Bedir’den sonra nasîb ettiği fetihlerin hayrı ve bize Rabbimizin lutfettiği (Bedr-i Mev’id) sıdkının sevâbı olarak çıktı.” (Buhârî, Tâbir, 39, 44; Menâkıb, 25; Müslim, Rüyâ, 20; Ahmed, I, 271; III, 351)
“Kendimi sanki sağlam bir zırhın içindeymiş gibi gördüm. Bunun yanında boğazlanmış sığırlar gördüm. Sağlam zırhı Medîne ile tevil ettim, sığırları ise ashâbımdan şehîd olacak bazı kişilere yordum. Vallâhi bu onlar için daha hayırlıdır.” Bu sözlerinden sonra Efendimiz (s.a.v), ashâbına:
“‒Biz Medîne’de kalsak da düşman eğer buraya girmeye kalkarsa onlarla savaşsak!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm:
“‒Yâ Rasûlallâh! Vallâhi câhiliye devrinde bile kimse Medîne’ye girip de bize saldıramadı, İslâm devrinde nasıl buraya girip de üzerimize gelebilir?” dediler. Allah Rasûlü (s.a.v):
“‒O hâlde siz bilirsiniz!” buyurdular ve zırhlarını giyip diğer harp techîzâtını kuşandılar. Ensâr:
“‒Rasûlullah Efendimiz’in görüşünü kabul etmedik, (çok büyük hatâ yaptık)!” diyerek huzur-i âlîlerine çıktılar:
“‒Yâ Nebiyyallâh, siz bilirsiniz, siz ne derseniz o olsun!” dediler. Allah Rasûlü (s.a.v):
“‒Bir peygamber, zırhını giyip silâhını kuşandıktan sonra savaşmadan onları çıkarmaz!” buyurdular. (Ahmed, III, 351)
Burada istişârenin ehemmiyet ve ciddiyetini görüyoruz. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Medîne’nin sağlam yapısından istifâde ile zâyiâtı azaltacak taktikleri kullanmak istiyorlar. Bu da her zaman için geçerli olan bir esastır. Gurura, kibre ve heyecana kapılmadan dâimâ gerçekçi düşünmek ve zararı en aza indirecek bütün tedbirleri almak îcâb eder.
Allah Rasûlü’nün harplerinde dâimâ Allah’a sığınma, gurur ve kibirden uzak durma ve en az zâyiatla işi bitirme husûsiyetleri görülür. Düşman menzile girdiğinde evvelâ ok atmayı, sonra mızrak, daha sonra kılıç tavsiye etmeleri bundan dolayıdır. Ok atıcılığı tâlimlerini daha fazla teşvik etmeleri de bundandır.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Allah Teâlâ’nın kendisini ölümden koruyacağını bildikleri hâlde üst üste iki zırh giydiler.[1] Ümmetini, Allah Teâlâ’ya tevekkül ederken maddî sebeplere sarılmayı da ihmâl etmemeye alıştırıyorlardı.
İslam Ordusunun Mevcudu
1000 kişilik İslâm ordusu Uhud’a doğru yola çıktı. Abdullah bin Übey bin Selûl, 300 münâfıkla yoldan döndü. Müşriklerle savaş olmayacağını, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in onun sözünü değil de gençlerin sözünü dinlediğini bahane ediyordu.
Cenâb-ı Hak, onların ordudan ayrılmasının, Müslüman safları için bir temizlik, arınma ve ayrışma olduğunu beyân eyledi. (Âl-i İmrân, 66-67, 179)
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Şeyhayn mevkiinde ordusunu teftiş edip savaşa katılabilecek yaştaki gençlere izin veriyor, müsâit olmayanları ise geri çeviriyorlardı. 14 yaş ve aşağısını geri gönderiyorlardı. Abdullah bin Ömer (r.a) de bunlardandı. Demek ki yaşı çok küçük olan gençler bile şehâdet hasretiyle orduya katılmışlardı.
Semüre bin Cündeb ile Râfî bin Hadîc (r.a) de geri çevrilenler arasında idi. Züheyr bin Râfî:
“–Yâ Rasûlallah! Râfî iyi ok atıcıdır!” diyerek onun orduya katılmasını istedi. Râfî bin Hadîc hâdisenin devâmını şöyle anlatır:
“Ayaklarımda mestlerim vardı. Parmaklarımın ucuna basarak uzun görünmeye çalıştım. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de benim orduya katılmama izin verdiler. Semüre bin Cündeb, bana müsâade edildiğini duyunca, üvey babası Mürey bin Sinân’a:
«–Babacığım! Rasûlullah Râfî’ye müsâade ettiler. Beni ise geri çevirdiler. Hâlbuki ben güreşte onu yenebilirim.» dedi. Mürey (r.a):
«–Yâ Rasûlallah! Benim oğlumu geri çevirip Râfî’ye izin verdiniz. Hâlbuki oğlum güreşte Râfî’yi yener.» dedi. Allah Rasûlü (s.a.v), Semüre ile bana:
«–Haydi, güreşin bakalım!» buyurdular.
Güreştik, neticede Semüre beni yendi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) ona da izin verdiler.”[2]
Okçular Tepesi
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) sağlam bir plan dâhilinde ordusuna mevzi aldırdılar. Ordunun sırtını Uhud dağına verip yönünü Medîne’ye çevirdiler. Abdullah bin Cübeyr (r.a) kumandasında 50 okçuyu, Uhud’un karşısındaki Ayneyn tepesine yerleştirdiler. Bunlar, Müslümanların düşman atlıları tarafından arkadan kuşatılmasına mânî olacaklardı. Yerlerinden kesinlikle ayrılmamalarını tembih eylediler.
Berâ b. Âzib (r.a) anlatıyor:
Uhud’da müşriklerle karşılaştık. Rasûlullah (s.a.v) elli okçuyu ayırıp başlarına Abdullah b. Cübeyr’i tayin ettiler. Onlara şu tembihte bulundular:
“–Hiç bir sûrette yerinizden ayrılmayın! Hatta bizim kâfirlere gâlip geldiğimizi görseniz bile yerinizden ayrılmayın. Onların bize galebe çaldıklarını (ve kuşların cesetlerimize üşüştüklerini) görseniz dahi bize yardıma gelmeyin!”
Müşriklerle karşılaştığımızda onlar kısa sürede hezîmete uğrayıp kaçtılar… Bizimkiler, “Ganimet, ganimet!” demeye başladılar.
Abdullah b. Cübeyr (r.a):
“–Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in size ne söylediğini unuttunuz mu? «Yerlerinizi terk etmeyin!» diye tembih etmediler mi?” dedi ise de dinlemediler.
“–Vallahi, biz de arkadaşlarımızın yanına gidip, ganimet toplayacağız” dediler. Onlar Allah Rasûlü’nün emrin itaat etmeyince, yüzleri ters çevrildi, ne yapacağını bilemeyen şaşkınlara döndüler ve mağlup oldular. Yetmiş şehîd verildi. Ebû Süfyan ortaya çıkıp:
“–Aranızda Muhammed var mı?” diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Ona cevap vermeyin!” buyurdular. Ebu Süfyan tekrar sordu:
“–Aranızda Ebû Kuhâfe’nin oğlu Ebûbekir var mı?” Rasûlullah (s.a.v) yine:
“–Cevap vermeyin!” buyurdular. Ebû Süfyan:
“–Aranızda Ömer ibn-i Hattâb var mı?” diye sordu. Hiç kimse ona cevap vermedi. O zaman Ebû Süfyan:
“–Bunların hepsi öldürüldüler. Eğer sağ olsalardı cevap verirlerdi!” dedi. Bu söz karşısında Hz. Ömer (r.a) kendini tutamadı ve:
“–Ey Allah’ın düşmanı, yalan söyledin. Sana üzüntü verecek şeyleri Allah dâim kılsın!” dedi. Ebû Süfyan:
“–Yüce ol ey Hübel!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Buna cevap verin!” buyurdular. Ashâb-ı kiram:
“–Ne diyelim?” diye sordular.
“–Allah bizim Mevlâ’mızdır, sizin mevlânız yoktur, deyin” buyurdular. Ebû Süfyan:
“–Güne gün! Bedir’e karşılık Uhud! Harp tâlihi sıra iledir, kuyunun iki kovası gibi, biri iner, biri çıkar. Müsle yapılarak uzuvları kesilmiş kimseler bulacaksınız. Bunu ben emretmedim. Bundan memnun olmadığım gibi yapılanlara da kızmadım. Ne yasakladım ne de emrettim, beni kötülemeyin!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Buna cevap verin!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm:
“–Ne söyleyelim?” diye sordu.
“–Hayır, eşitlik yok! Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler cehennemde, deyin!” buyurdular.[3] Ebû Süfyan:
“–Ey Ömer! Sen biraz bana doğru gelsen ya!” dedi. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’e:
“–Git, bak bakalım nedir onun derdi?” buyurdular. Hz. Ömer (r.a) ona doğru varınca, Ebû Süfyan:
“–Ey Ömer! Sana Allah adına and veriyorum: Biz Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu. Hz. Ömer (r.a):
“–Vallahi, hayır! Öldürmediniz! Şimdi O, senin söylediklerini dinliyor!” dedi. Ebû Süfyan:
“–Sen bana göre, Muhammed’i öldürdüğünü söyleyen kendi adamımız İbn Kamie’den daha doğru sözlü ve daha iyisindir!” dedi.[4] Ebû Ümâme (r.a) anlatıyor:
“Uhud günü İbn-i Kamie bir taş attı, Rasûlullâh (s.a.v)’in mübarek yüzünü yaraladı ve dişini kırdı. Bu esnâda; «Al bunu, ben İbn-i Kamie» dedi. Rasûlullâh (s.a.v) mübarek yüzündeki kanı silerken ona:
«−Sana ne oluyor, Allâh seni alçaltsın, parça parça etsin!» buyurdular. Allâh Teâlâ o melʻuna bir dağ keçisi musallat etti. Keçi onu boynuzlaya boynuzlaya sonunda parça parça etti. (Taberânî, Kebîr, VIII, 154; Heysemî, VI, 117)
“Gevşeklik Göstermeyin Üzüntüye Kapılmayın. Eğer İnanmışsanız Üstün Gelecek Olan Sizsiniz”
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz. Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradıysanız, (Bedir’de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz), tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helâk etmek ister. Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Andolsun ki siz, ölümle yüz yüze gelmeden evvel onu temenni ederdiniz. İşte şimdi onu karşınızda gördünüz.” (Âl-i İmrân, 139-143)
Cibrîl (a.s), Uhud’da yardıma gelmiştir. (Buhârî, Meğâzî, 17)
Berâ (r.a) şöyle der:
(Uhud Gazvesi’nde) Peygamber Efendimiz’in yanına yüzü demir zırh ile kaplı bir şahıs geldi ve:
“–Yâ Rasûlallah! Şimdi hemen harbe katılsam da savaş bittikten sonra İslâm’a girsem olur mu?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v):
“–Önce müslüman ol, sonra harb et!” buyurdular. O zât müslüman oldu, sonra savaştı ve şehîd edildi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“–Az çalıştı ancak çok kazandı” buyurdular. (Buhârî, Cihâd, 13; Ahmed, IV, 293)
Câbir ibn-i Abdullah (r.a) şöyle anlatır:
Uhud günü bir adam Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e:
“–Eğer öldürülürsem, nerede olurum?” diye sordu. Peygamber (s.a.v):
“–Cennet’te” cevabını verdiler. Bunun üzerine o sahabî, (yemekte olduğu) elindeki hurmaları attı, sonra da şehid düşünceye kadar savaştı. (Buhârî, Meğâzî, 17; Müslim, İmâre, 143. Ayrıca bkz. Nesâî, Cihâd, 31)
Okçular mevkîlerini terkedip ganimet toplamaya koşunca, müşrik atlılarının başında olan Hâlid bin Velîd, aradığı fırsatı yakalayarak Müslümanları arkadan kuşattı. Bunu gören müşrikler, kaçarken geri dönüp yeniden savaşmaya başladılar. Müslümanlar iki ateş arasında kalarak nizamları bozuldu, pek çok şehîd verdiler. Uhud günü putperestler tam bir bozguna uğramışlardı. (Birden) iblîs bağırdı:
“–Ey Allâh’ın kulları! Arkanıza bakın!” Bunun üzerine cephenin önündekiler arkalarına döndüler ve arkalarındakilerle harbe tutuştular. Bu arada Huzeyfe (r.a), müslümanların yanlışlıkla babasına saldırdıklarını gördü. Hemen haykırdı:
“–Ey Allâh’ın kulları! Babam! Babam!” Fakat mü’minler, o kargaşada Hz. Huzeyfe’nin babasını öldürmeden bırakmadılar. Bunun üzerine Huzeyfe (r.a) onlara sadece:
“–Allah sizleri mağfiret eylesin!” demekle yetindi. Hz. Urve (r.a) der ki:
“–Allâh’a yemin ederim ki, Huzeyfe’nin bu âlicenaplığı ve affediciliği, Azîz ve Celîl olan Allâh’a kavuşuncaya kadar hep devâm etmiş, müslüman olan babasını yanlışlıkla şehîd edenlere devamlı duâ ve istiğfarda bulunmuştur.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 22, Meğâzî, 18)
Allah Rasûlü (s.a.v), babasının diyetini verdiğinde Huzeyfe (r.a) bu malı fakir müslümanlara tasadduk etmiştir.[5]
Hz. Huzeyfe’nin babası Yemân ile Sâbit bin Vahş (r.a)’nın yaşları ilerlemiş olduğu için Uhud’a gelmesine müsaade edilmemişti. Müslümanların bozgun haberi gelince biri diğerine; “Biz bugün değilse yarın çukura gireceğiz. Burada öleceğimize harp meydanında şehâdet kazansak!” diyerek harp meydanına gelmişlerdi. Herhâlde oraya geldikleri bilinmediği veya parolayı bilmedikleri için hata ile şehit edildi. Arkadaşı da müşrikler tarafından şehit edildi.
Hz. Hamza’nın (r.a.) Şehit Düşmesi
Câfer ibn-i Amr ibn-i Ümeyye ed-Damrî şöyle anlatır:
Bir ara ben, Ubeydullah bin Adiyy ibn-i Hıyâr ile seyahate çıktım. Hımıs’a vardığımızda Ubeydullah bana:
“‒Vahşî’yi görmek ister misin? Ona Hz. Hamza’yı nasıl şehîd ettiğini sorarız!” dedi. Ben de:
“‒Evet” dedim. O sırada Vahşî Hımıs’ta oturuyordu. Biz Vahşî’nin nerede olduğunu sorduk. Bize:
“‒Şu köşkünün gölgesinde oturan Vahşî’dir” dediler. O, büyük bir yağ tulumu gibi semiz (kızıl gözlü) bir kişi idi. Yanına gittik, az yakınında durup selâm verdik, selâmımızı aldı. Ubeydullah o esnâda sarığını yüzüne başına dolamıştı. Vahşî onun yalnız gözleriyle ayaklarını görüyordu. Ubeydullah ona:
“‒Ey Vahşî, beni tanıyor musun?” diye sordu. Vahşî, Ubeydullah’ı şöyle gözüyle süzdükten sonra, şöyle dedi:
“‒Hayır, vallâhi tanımadım. Ancak, Adiyy ibnu’l-Hıyâr, Ümmü Kıtâl bint-i Ebi’l-Iys isminde bir kadınla evlenmişti. Bu kadın Mekke’de Adiyy’e bir oğlan doğurmuştu. Ben de bir sütana arayıp bulmuş ve bu çocuğu anasıyla beraber süt-anaya götürmüştüm. Senin ayaklarına bakınca sanki o çocuğun ayaklarını görmüş gibi oldum.” dedi. Bunun üzerine Ubeydullah, yüzünden sarığı açtı ve:
“‒Bize Hamza’nın şehîd edilişini anlatır mısın?” dedi. Vahşî:
“‒Evet” diyerek şöyle anlattı: “Hamza, Bedir Harbi’nde Tuayme bin Adiyy bin Hıyâr’ı öldürmüştü. Efendim olan Cübeyr bin Mut’im bana:
«‒Eğer amcam Tuayme’ye karşılık Hamza’yı öldürürsen sen hürsün!» dedi. Ayneyn Senesi’nde insanlar Medîne’ye sefere çıkınca -Ayneyn, Uhud Dağı yanında bir dağdır; bununla Uhud arasında bir vâdî vardır- ben de onlarla beraber o harbe çıktım. İnsanlar harb nizâmında saf olup sıralandıkları zaman (Kureyş tarafından) Sibâ’ ortaya çıktı ve:
«‒Benimle mübâreze yapacak biri var mı?» dedi. Karşısına Hamza bin Abdülmuttalib (r.a) çıktı:
«‒Ey Sibâ’! Ey kadın sünnetçisi olan Ümmü Enmâr’ın oğlu! Allah’a ve Rasûlü’ne karşı mı geliyorsun?» dedi ve bir hamle yaptı, Sibâ’ bir anda geçip giden dün gibi yeryüzünden siliniverdi.
Ben de Hamza’yı vurmak için bir taşın arkasına gizlendim. Hamza bana yaklaşınca harbemi (kısa mızrağımı) ona attım ve mızrağımı Hamza’nın kasığına sapladım. Mızrak Hamza’nın belinin arka tarafından çıktı. İşte o anda eceli geliverdi.
Mekkeliler harpden dönerlerken ben de onlarla beraber geri döndüm. Ve Mekke’de İslâm yayılıncaya kadar orada oturdum. Sonra (Mekke’nin fethi üzerine) Tâif’e kaçıp gittim. O sırada Tâifliler (toptan İslâm’a girdiklerini arzetmek üzere) Allah’ın Rasûlü’ne elçi gönderdiler. Bana da «(Korkma git), Rasûlullah elçilere dokunmaz!» denildi. Ben de elçi hey’etiyle beraber yola çıktım. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in huzûruna vardım. Beni görünce:
«‒Sen Vahşî misin?» buyurdular. Ben:
«‒Evet» dedim. Rasûlullah (s.a.v):
«‒Hamza’yı sen mi öldürdün?» buyurdular.
«‒Evet, bu iş size haber verildiği gibi oldu» dedim. Rasûlullah (s.a.v):
«‒Yüzünü bana göstermeyebilir misin?» buyurdular.
Huzûr-i âlîlerinden çıktım. Rasûlullah (s.a.v) vefat edince Müseylimetu’l-Kezzâb ortaya çıktı. Kendi kendime «Müseylime’yle savaşmak için mutlaka gitmeliyim. Belki onu öldürürüm de Hz. Hamza’yı şehîd etmeme keffâret olur!» dedim.
Müseylime üzerine sevk olunan ordu ile birlikte hareket ettim. Müslümanlarla onun arasında olanlar oldu, bir ara bir duvarın gediğinde bir adamın ayakta durduğunu gördüm. Sanki kül rengindeki bir deve gibiydi, saçları da dağınıktı. Hemen harbemi attım ve iki memesinin arasından vurdum. Harbe arkasından kürek kemiklerinin arasından çıktı. Bunun üzerine Ensâr’dan bir kişi ona doğru koştu ve kılıcını başının ortasına vurdu.”
Abdullah bin Ömer (r.a) şunları söylediğini de işitmiştir:
“‒O vakit bir câriye bir evin damından:
«‒Vâh Emîru’l-Mü’minîn’e yazık oldu! Onu siyah köle öldürdü!» diye feryâd etti.” (Buhârî, Meğâzî, 23)
Kız Kardeşi Ancak Parmaklarından Tanıdı
Enes (r.a) şöyle anlatmaktadır:
Amcam Enes bin Nadr (r.a) Bedir Savaşı’na katılamamış ve bu ona çok ağır gelmişti:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allâh Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı elbette görecektir.” dedi.
Sonra Uhud Gazvesi’ne katıldı. Müslüman safları dağılınca, arkadaşlarını kasdederek; “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı Sana özür beyân ederim.”, müşrikleri kasdederek de; “Bunların yaptıklarından da uzak olduğumu bildiririm.” deyip ilerledi. Sa’d bin Muâz’la karşılaştı ve:
“–Ey Sa’d! İstediğim Cennet’tir. Kâbe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki, Uhud’un eteklerinden beri hep o Cennet’in kokusunu alıyorum.” dedi.
Sa’d, daha sonra hâdiseyi anlatırken:
“–Ben onun yaptığını yapamadım yâ Rasûlallâh!” demiştir.
Amcamı şehîd edilmiş olarak bulduk. Vücûdunda seksenden fazla kılıç, süngü ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sâdece kız kardeşi parmak uçlarından tanıdı. Şu âyet, amcam ve onun gibiler hakkında nâzil oldu:
“Mü’minler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allâh’a verdikleri sözlerine sadâkat gösterdiler. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpıştı, şehîd düştü), kimi de (sırasını) beklemektedir. Bunlar aslâ sözlerini değiştirmemişlerdir.” (el-Ahzâb, 23) (Buhârî, Cihâd, 12; Müslim, İmâre, 148)
Enes bin Nadr (r.a), Uhud’da ye’s içinde ne yapacağını bilemeyen birtakım mü’minlerden Âlemlerin Efendisi’nin şehîd olduğu şâyiasını duyduğunda büyük bir gönül yangını içinde:
“–Rasûlullâh şehîd olduktan sonra artık yaşayıp da ne yapacaksınız? Haydi, siz de O’nun gibi savaşarak şehîd olun!” diye haykırdı ve müşriklerin üzerine hücûm etti. Bir müddet sonra da seksenden fazla yara almış olarak şehâdet şerbetini yudumladı. (Ahmed, III, 253; İbn-i Hişâm, III, 31)
Ebû Talha (r.a), yayını çok sert çeken mâhir bir okçu idi. Uhud günü elinde iki, üç yay kırılmıştı. Allâh Rasûlü, yanından ok torbası ile geçen herkese:
“–Ok torbanı Ebû Talha’nın yanına boşalt!” buyurmakta idi. Peygamber Efendimiz, onun arkasından müşriklere bakmak için yükselip başını kaldırdıkça Ebû Talha:
“–Yâ Rasûlallâh! Anam-babam Sana fedâ olsun! Başınızı kaldırmayınız! Belki müşrik oklarından biri isâbet eder. Benim göğsüm Sen’in göğsüne siper olsun. Sana dokunacak olan, bana dokunsun!” derdi. (Buhârî, Meğâzî, 18)
Kays ibn-i Ebî Hâzım şöyle der:
“Ben Talha’nın elini çolak olarak gördüm. Talha b. Ubeydullah (r.a), bu eliyle Uhud günü Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i korumuş.” (Buhârî, Meğâzî, 18)
Sa’d ibn-i Ebî Vakkâs (r.a) şöyle demiştir:
“‒Ben Uhud günü Rasûlullah’ı, yanında kendisini müdâfaa ederek en şiddetli bir şekilde savaşan iki adam olduğu hâlde gördüm. Bu iki kişinin üzerlerinde beyaz elbiseler vardı. Onları daha evvel hiç görmemiştim, bundan sonra da bir daha görmedim.” (Buhârî, Meğâzî, 18; Müslim Fedâil, 47)
Müslim’in rivâyetinde, biri Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sağında, diğeri de solunda savaşarak onu müdâfaa eden bu iki zâtın, Cibrîl ile Mîkâîl (a.s) oldukları açıkça ifade edilmiştir.
Alî ibn-i Ebî Tâlib (r.a) şöyle buyurmuştur:
“Ben, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in, Sa’d ibn Mâlik (Sa’d ibn-i Ebî Vakkâs)’tan başka hiç kimse için anne ve babasını birlikte zikrederek «sana fedâ olsunlar» buyurduklarını işitmedim. Uhud günü:
«‒Ey Sa’d! At! Annem-babam sana fedâ olsun!» buyurduklarını işittim.” (Buhârî, Meğâzî, 18)
Ömer ibnü’l-Hattâb (r.a), bir kısım elbiseleri Medineli kadınlar arasında taksim etmişti, geriye güzel bir elbise kaldı. Yanındakilerden bazıları kendisine:
“–Ey Mü’minlerin Emîri, bunu da senin zevcen olan, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in kızına ver” dediler. Bu sözle, Hz. Ali’in kızı Ümmü Gülsüm’ü kastediyorlardı. Ömer (r.a) ise:
“–Ümmü Selît, buna daha çok hak sâhibidir. Zîra o Uhud Savaşı’nda bize kırbalarla su taşıyordu” dedi. Ümmü Selît, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e bey’at eden Ensâr kadınlarındandı. (Buhâri, Megâzî 22, Cihâd 66)
İbn-i Abbâs (r.a) şöyle anlatır:
“Uhud’da günün ilk saatlerinde zafer Rasûlullah (s.a.v) ve ashabınındı. Öyle ki, müşriklerin sancaktarlarından yedi veya dokuz kişi öldürülmüştü. Sonra müslümanlardan pek çok kimse şehîd edildi. Müslümanlar dağa doğru koşmakla birlikte insanların “Mağara” dedikleri yere ulaşamadılar, ancak “Mihras” diye bilinen (Uhud Dağı’ndaki bir su) altında toplandılar. Bu esnâda şeytan da: “Muhammed öldürüldü!” diye yüksek sesle nidâ etti. Bunun gerçek olduğu hususunda kimse şüphe etmedi.
Biz öldüğüne inanmış vaziyette beklerken Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) iki Sa’d (İbn-i Muâz ile İbn-i Ubâde) arasında ay gibi üzerimize doğdular. Onu kendisine has yürüyüşünden tanıdık. Allah Rasûlü (s.a.v)’i görünce o kadar sevindik ki, sanki bize hiçbir belâ isabet etmemiş gibi olduk.” (Ahmed, I, 287-288; Hâkim, II, 324/3163; Heysemî, VI, 110-111. Ayrıca bkz. İbn-i Hişâm, III, 68)
Müşrikler harp meydanında istedikleri gibi dolaşıyor, Müslümanlar da Uhud eteklerindeki kayalıklara çekilmiş kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Büyük bir korku ve üzüntü içindeydiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir kısım ashâbıyla yanlarına doğru gelirken, onları dahî tanıyamamış ve hemen ok atmaya hazırlanmışlardı. Allah Rasûlü (s.a.v) yanlarına gelince biraz rahatladılar. O’nu sağ-sâlim görünce bütün acılarını unuttular.[6] Öğle namazını oturdukları yerde kıldıktan sonra[7] şehîd olanlardan bahsetmeye ve onlar için yakınmaya başladılar. Şeytan onları üzmek için vesveseler veriyor, düşmanın kendilerine ve Medîne’ye saldırması ihtimâliyle korkutuyordu. Kalkanlarının altında böylesine bitkin bir vaziyette beklerken Cenâb-ı Hak, samîmî mü’minlerin üzerine tatlı bir uyuklama indirdi.
Ebû Talha (r.a) şöyle der:
“Uhud günü yerimizdeyken bizi bir uyuklama sardı. Kılıcım elimden düşüyor, alıyorum tekrar düşüyor, tekrar alıyordum.[8] Bir ara başımı kaldırıp baktım, mü’minlerden herkes uyukluyor, kalkanının altına doğru eğiliyordu.[9] Diğer bir kısım insanlar, yani kendilerinden başka bir şey düşünmeyen münâfıklar ise, insanların en cesâretsizi, en korkağı ve Cenâb-ı Hakk’ın dînini yardımsız ve yüzüstü bırakmakta en önde gideni idiler.”[10]
Allah’a, Rasûlü’ne ve âhiret gününe îmanları tam olan ve dünyaya haddinden fazla değer vermeyen mü’minler, tatlı tatlı uyuklayıp kılıçları ellerinden düşerken, kalplerinde şüphe taşıyanlar ile münâfıkları uyku tutmuyor, kendi kendilerine konuşuyor, korku ve endişe içinde bekleşip duruyorlardı. Nefisleri küfür ve irtidat için vesveseler veriyor ve onları korkutuyordu. Muattib bin Kuşeyr:
“–Biz söz sahibi olsaydık, burada bu kadar kişi öldürülmezdi” diyor, Zübeyr bin Avvâm (r.a) da uyku ile uyanıklık arasında onun sözlerini işitiyordu. (Vâkıdî, I, 296; İbn-i Hişâm, III, 68)
Sehl bin Sa‘d (r.a) anlatıyor:
“Rasûlullah Efendimiz Uhud Harbi esnâsında yaralanınca Hz. Fâtıma mübârek yüzlerinden kanı yıkamaya başladı. Hz. Ali de Fâtıma’ya su döküyordu. Hz. Fâtıma suyun kanı gittikçe artırdığını görünce, bir parça hasır aldı; onu yakıp iyice kül hâline getirdikten sonra yaraya bastı. Böylece kan durdu.” (Buhârî, Cihâd 80, Meğâzî 24, Vudû’ 72; Müslim, Cihâd, 101)
Uhud’da müşrikler dönüp giderken, Allâh Rasûlü (s.a.v):
“–Saf olunuz, Rabbime duâ ve senâda bulunayım!” buyurdular.
Peygamberimizin Uhud Savaşı’nda Okuduğu Dua
Ashâb-ı kirâm Allâh Rasûlü’nün arkasında saf oldular. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle duâ ettiler:
“Allâh’ım! Bütün hamd ü senâlar Sana âittir! Allâh’ım! Sen’in yayıp bollaştırdığını daraltacak yok, Sen’in daralttığını de açıp yayacak yok! Sen’in saptırdığını doğrultacak yok, Sen’in hidâyet verdiğini de saptıracak yok! Sen’in vermediğini verecek yok, Sen’in verdiğini de engelleyecek yok! Sen’in uzaklaştırdığını yaklaştıracak yok, Sen’in yaklaştırdığını da uzaklaştıracak yok!
Allâh’ım! Rahmet ve bereketini, fazl u keremini üzerimize saç! Allâh’ım! Sen’den aslâ değişmeyecek ve hiçbir zaman zâil olmayacak ebedî nîmetler isterim. Allâh’ım! Sen’den yoksulluk gününde nîmet, korkulu günde emniyet dilerim! Allâh’ım! Hem verdiklerinin hem de vermediklerinin şerrinden Sana sığınırım!
Allâh’ım! Îmânı bize sevdir, gönüllerimizi onunla zînetlendir! Bizi küfür, azgınlık ve isyandan nefret ettir! Bizleri dîn ve dünyâ için faydalı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle!
Allâh’ım! Bizi Müslüman olarak öldür, Müslüman olarak yaşat! Şeref ve haysiyetimizi yitirmeden, fitnelere mâruz kalmadan, sâlihler zümresine ilhâk eyle!
Allâh’ım! Sen’in peygamberlerini yalanlayan, insanları Sen’in yolundan alıkoyan kâfirler gürûhunu kahreyle! Onların üzerine musîbetini ve azâbını indir. Allâh’ım! Kendilerine kitap verilen kâfirleri de kahreyle! Ey hak ve gerçek olan İlâh! Âmîn!” (Ahmed, III, 424; Hâkim, I, 686-687/1868; III, 26/4308)
UHUD SAVAŞI’NIN SONUÇLARI
Uhud Savaşı’ndan Çıkarılacak Dersler
Uhud Savaşı’nda Müslümanların maruz kaldığı meşakkatler, aslında onlar için bir nefis terbiyesi ve tecrübeden ibaretti. Gâlibiyet sevinciyle, fetih neşesiyle ve zafer sarhoşluğuyla yaşayan, musibetlerin ve mağlubiyetlerin acısını tatmamış bir topluma itimat edilemeyeceğine işaretti. Çünkü günün birinde böyle bir musibet gelirse, bu onlara çok ağır gelir ve imanlarında tereddütlere yol açabilirdi. Allah Müslümanların imanlarını, Rasûlullah (s.a.v)’in şehâdet haberiyle imtihan etti.[11]
Uhud Şehidleri
Müşrikler Uhud meydanından ayrılınca Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şehidlerin defnedilmesini emrettiler. 70 şehîd vardı, hiç esir verilmemişti. Müşriklerden 22 kişi öldürülmüş, şâir Ebû Azze esir alınmış, vaadinde durmadığı için öldürülmüştü.
Uhud Harbi’nden sonra Ensâr (r.a):
“–Yâ Rasûlallah! Pek çok sıkıntı ve meşakkate uğradık. (Şehidlerimiz ve yaralılarımız çok olduğu için her bir şehîdimize bir kabir kazmamız çok zor.) Bize ne yapmamızı emir buyurursunuz?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
“–Geniş kabirler kazınız ve her kabre ikişer, üçer şehîd koyunuz!” buyurdular.
“–Peki, hangisini ön tarafa koyalım?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v):
“–En çok Kur’ân tahsil edeni öne koyunuz!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 65-67/3215; Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91)[12]
Şehidler, kanlarıyla defnedildiler. Yıkanmadılar ve üzerlerine namaz kılınmadı.
Uhud’da yaşanan kâbına varılmaz bir din kardeşliği manzarasını Zübeyr bin Avvâm (r.a) şöyle anlatır:
“Annem Safiye, yanında getirdiği iki hırkayı çıkarıp:
«–Bunları kardeşim Hamza’ya kefen yapasınız diye getirdim.» dedi.
Hırkaları alıp Hz. Hamza’nın yanına gittik. Yanında Ensâr’dan bir başka şehîd daha bulunuyordu ve henüz onu örtecek bir kefen bulunamamıştı. Hırkaların ikisini de Hamza’ya sarıp Ensârî’yi kefensiz bırakmaktan utandık. Hırkanın birisi Hamza’ya, öbürü de Ensârî’ye kefen olsun dedik. Hırkalardan biri büyük diğeri küçük olduğu için de aralarında kura çektik.” (Ahmed, I, 165)
Peygamber Efendimiz (s.a.v), Uhud Gazvesi nihâyete erdiğinde, Sa’d bin Rebî (r.a)’ı bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini gönderdi. Sahâbî, Sa’d (r.a)’ı ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümitle:
“–Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allâh Rasûlü, senin diriler arasında mı, yoksa şehîdler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti!” diye yaralı ve şehîdlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi.
O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d (r.a), kendisini Allâh Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü toplayarak ancak cılız bir inilti hâlinde:
“–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi. Belli ki artık öteleri seyrediyordu. Sahâbî, Sa’d (r.a)’ın yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak fısıltı hâlindeki kısık bir sesle, Rasûlullâh’a duyduğu dâsitânî muhabbeti dile getiren şu sözleri işitti:
“–Vallâhi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamber (s.a.v)’i düşmanlardan korumaz da başına bir musîbet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allâh katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)
Daha sonraları Abdurrahmân ibn-i Avf (r.a) oruçlu olduğu bir gün, önüne iftar sofrası getirilmişti. (Sofraya baktı ve) şöyle buyurdu:
“‒Mus’ab ibn-i Umeyr (r.a) şehîd edildi. Hâlbuki benden daha hayırlı idi. Bir bürde ile kefenlendi. Başı örtülse ayakları açılıyor, ayakları örtülse başı açılıyordu. Hamza (r.a) da şehîd edildi. O da benden daha hayırlı idi. Sonra dünyanın şu gördüğünüz çeşit çeşit nimetleri bizim önümüze serildi. Onlardan sonra bize pek çok dünyâ nimetleri verildi!
Ama ben, Allah için yaptığımız hasenâtın karşılığının bu şekilde dünyada verilip tükenmiş olmasından korkuyorum!” Sonra ağlamaya başladı ve yemeği terk etti. (Buhârî, Meğâzî, 17)
Bişr (Beşîr) bin Akrabe el-Cühenî (r.a) şöyle anlatır:
Uhud günü Rasûlullâh (s.a.v) ile karşılaştım.
“−Babam ne durumda?” dedim.
“−Şehid oldu, Allâh’ın rahmeti onun üzerine olsun!” buyurdular. Ağlamaya başladım. Beni aldılar, başımı okşadılar ve hayvanına bindirdiler. Sonra da:
“−Ben baban, Âişe de annen olsa râzı olmaz mısın?” buyurdular. (Heysemî, VIII, 161)
Bişr bin Akrabe (r.a) diğer rivayette şöyle der:
“Babam Akrabe, Uhud günü şehîd olunca ağlayarak Peygamber (s.a.v)’e gittim. Bana:
«−Ey sevgilicik! Sen ne diye ağlıyorsun? Sus ağlama! Senin baban ben olsam, annen de Âişe olsa, râzı olmaz mısın?» buyurdular. Ben de:
«−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh, tabiî ki râzı olurum!» dedim. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), mübarek elleriyle başımı okşadılar. (Şu anda) saçlarım ağardığı hâlde, Rasûlullâh (s.a.v)’in mübârek ellerinin değdiği yerler hâlâ siyah kalmıştır.” (Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, II, 78; Ali el-Muttakî, XIII, 298/36862)
Câbir bin Abdullah (r.a) şöyle dedi:
“Uhud harbinden önceki gece babam beni yanına çağırdı ve:
«–Nebî (s.a.v)’in sahâbîlerinden ilk şehîd edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Rasûlullâh (s.a.v) hariç, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde! Kardeşlerine dâima iyi davran!» dedi.
Sabahleyin babam ilk şehid düşen kişi oldu. Bir başka şehid ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu bir başkasıyla aynı kabirde bırakmayı içime sindiremedim. Altı ay sonra onu kabirden çıkardım. Bir de ne göreyim; kulağının bir kısmı hâriç, tüm vücûdu kendisini kabre koyduğum günkü gibiydi. Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78)
Yine Câbir bin Abdullah (r.a) şöyle anlatır:
“Bir defâsında ben mahzûn bir hâlde iken Rasûlullah (s.a.v) ile karşılaşmıştık. Bana:
«–Seni niye böyle üzgün görüyorum?» buyurdular. Ben de:
«–Babam Uhud’da şehîd düştü. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de borç bıraktı” dedim.[13] Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):
«–Allâh’ın babanı nasıl karşıladığını sana müjde edeyim mi?» buyurdular. Ben: «Evet!» deyince şöyle devâm ettiler:
«–Allah, hiç kimse ile yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından konuşur. Ancak, babanı diriltti ve onunla perdesiz yüz yüze konuştu:
“–Ey kulum, benden ne dilersen iste, vereyim!” buyurdu. Baban:
“–Ey Rabbim, beni dirilt, senin yolunda tekrar şehîd olayım!” dedi. Allâh Teâlâ Hazretleri:
“–Ama ben daha önce, «Ölenler artık dünyâya geri dönmeyecekler!» diye hükmettim.” buyurdu.[14] Baban da:
“–Ey Rabbim, öyleyse (benim hâlimi) arkamda kalanlara bildir!” dedi. Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
«Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allâh’ın, lutuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile mesrûr bir hâlde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehîd kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesini vermek isterler.» (Âl-i İmrân, 169-170)” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 13/190)
Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Uhud’da kardeşleriniz isâbet alıp şehîd edilince Allah Tealâ onların ruhlarını alıp yeşil kuşların içine koydu (veya yeşil kuşlar hâline getirdi). (Şehidlerin rûhları) Cennet nehirlerine gelir, Cennet meyvelerinden yer ve Arş’ın gölgesindeki altından kandillere gelirler. Şehidler yeme-içmelerinin hoşluğunu, gezdikleri ve kaldıkları yerlerin güzelliğini görünce:
«–Cihaddan ayrı kalmamaları ve savaştan korkmamaları için, bizim Cennet’te hayatta olup türlü nimetlerle rızıklandığımızı kardeşlerimize kim ulaştıracak?» dediler. Her türlü noksan sıfattan münezzeh olan Allah Tealâ:
«–Ben bunu sizin adınıza onlara haber veririm» buyurdu ve bu âyet-i kerimeleri indirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 25/2520; Ahmed, I, 265. Bkz. Müslim, İmâret, 121)
Kûfe ekolüne mensup muhaddis ve fakih tâbiî Mesrûk b. Ecdaʻ (v. 63/683 [?]) (r.a) şöyle der:
“Abdullah ibn-i Mes’ûd’a şu âyet-i kerimeyi sorduk:
«Allah yolunda öldürülenleri asla ölü sanma! Bilâkis onlar Rabbleri katında diri olup rızıklanmaktadırlar.» (Âl-i İmrân, 169)
Abdullah (r.a) şu cevabı verdi:
«Evet, biz bu âyet-i kerimeyi (vaktiyle Peygamber Efendimiz’e) sorduk. Şöyle buyurdular:
“Onların ruhları bir takım yeşil kuşların karınlarındadır. (Veya onların ruhları yeşil kuşlar sûretindedir.) Onların Arş’a asılı kandilleri vardır. Cennet’te istedikleri yerde dolaşır; sonra bu kandillere girerler. Rabbleri onlara (keyfiyetini bilemediğimiz) bir şekilde bakar ve:
«–Bir şey arzu eder misiniz?» diye sorar. Onlar:
«–Daha ne isteyelim, işte Cennet’te dilediğimiz yerde dolaşıyoruz!» derler.
Cenâb-ı Hak bunu kendilerine üç defa sorar. Şehidler, bunun kendilerine devamlı sorulduğunu görünce:
«–Yâ Rabb! Ruhlarımızı bedenlerimize iade buyurmanı dileriz! Tâ ki Sen’in yolunda bir daha şehîd edilelim!» derler.
Cenâb-ı Hak onların bir isteklerinin olmadığını görünce kendilerini bırakır”».” (Müslim, İmâret, 121)
Diğer mü’minler kabirlerinin etrafında kıyameti beklerken, şehidler doğrudan Cennet’e gider, istedikleri nimetlerinden rızıklanır, Allah’ın Yüce Arş’ına kadar çıkıp oralarda kalırlar.
Allah Rasûlü (s.a.v) Bakî Kabristanı’ndaki ashâbını ve Uhud şehidlerini sık sık ziyaret ederlerdi.[15]
Ukbe İbni Âmir (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullâh (s.a.v), aradan sekiz yıl geçtikten sonra (vefatlarına yakın) bir gün Uhud şehidlerini ziyarete gittiler. Yaşayanlara ve ölenlere vedâ eder gibi onlara dua ettiler. Sonra (konuşmak üzere) minbere çıkarak şunları söylediler:
“Ben âhirete sizden önce gideceğim ve sizin için hazırlık yapacağım; sizin Allâh yolundaki hizmetlerinize şâhitlik edeceğim. Buluşma yerimiz Kevser Havuzu’nun yanıdır. Ben şu bulunduğum yerden Kevser Havuzu’nu görmekteyim. Ben sizin Allâh’a şirk koşmanızdan korkmuyorum. Ama dünya hırsıyla birbirinizle didişip çekişmenizden korkuyorum.”
Ukbe sözüne şöyle devam etti: “Bu benim Rasûlullâh’ı son görüşüm oldu.” (Buhârî, Megâzî 17; Müslim, Fezâil 31. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 68-70; Nesâî, Cenâiz 61)
Dipnotlar:
[1] Ebû Dâvud, Cihâd, 68/2590; Ahmed, III, 449. [2] Taberî, Târîh, Kâhire 1990, II, 505-506; Vâkıdî, I, 216. [3] Bkz. Buhârî, Meğazî, 17, 20, Cihâd 164, Tefsir, 3/10; Ebû Dâvûd, Cihâd, 106/2662. [4] Bkz. İbn Hişam, III, 45; Vâkıdî, I, 296-297. Krş. Ahmed, I, 288; Heysemî, VI, 111; İbn Esîr, II, 160; İbn Seyyid, II, 29. [5] İbn-i Hişâm, III, 40; Hâkim, III, 202; Ahmed Naîm, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1983, II, 468. [6] Vâkıdî, I, 294-295. [7] İbn-i Hişâm, III, 36. [8] Buhârî, Tefsîr, 3/11; Meğâzî, 20. [9] Tirmizî, Tefsîr, 3/3007. [10] Tirmizî, Tefsîr, 3/3008. [11] Ebü’l-Hasen en-Nedvî, Rahmet Peygamberi, s. 205. [12] Krş. Buhârî, Cenâiz, 73, 76, 79, Meğâzî, 26. [13] Allah Rasûlü (s.a.v), Câbir (r.a)’a her hususta dâimâ yardımcı olmuştur. Meselâ, Zâtürrikâ gazvesinden dönerken, Hz. Câbir’in ihtiyaçlı olduğunu öğrenince, devesini satın almış, Medine’ye varınca da ücretiyle birlikte deveyi de iâde etmiştir. (Buhârî, Cihâd, 49; Büyû’, 34; Müslim, Müsâkât, 109; Ahmed, III, 303) Yine borcunu ödeyebilmesi için bahçesine giderek malını bereketlendirmesini Allah’tan niyâz etmiş, Allâh Rasûlü’nün bu duâsı neticesinde Hz. Câbir’in hurmaları mûcizevî bir şekilde bereketlenerek bütün borçlarına kâfi gelmiştir. (Buhârî, Vasâyâ, 36; İstikrâz, 9; Cihâd, 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât, 109; Ahmed, III, 303, 373, 391) [14] Tirmizî, Tefsîr, 3/3010. [15] Bkz. Müslim, Cenâiz, 102, 103.
Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.