Ümidini Kaybetme!

Şikâyet etmeden, başa kakmadan ve gönüllü olarak yapılan iyilikler, ind-i ilâhîde de karşılıksız kalmayacaktır.

Fil çoğalsın. Ebâbil’den umut kesilmez.

Firavun azsa da, Nil’den umut kesilmez.

Zâlimler ölmüyor diye ye’se kapılma!

Sabret hele, Azrâil’den umut kesilmez!

Câhit Zarifoğlu’nun bu satırları ile geçmişe bir yolculuk yaptım. Bosna’da savaşın ve katliâmın başladığı yıllardı. Büyüklerimiz, Boşnak halkının acısını derinden hisseder ve o yıllarda çocuk olan bizler üzerinde menfî tesiri olmasın diye katliâmı sessizce konuşurlardı.

Bu hüzünlü günlerden birinde, gittiğimiz misafir evinde tanıştığım yaşlı hanım, hâlâ zihnimdedir. Misafir olduğumuz yerde, ayrı bir odada oturan bu teyze, televizyona bakıp sürekli ağlıyordu. İçinin ne kadar yandığı hâline yansımıştı. Sonradan Boşnak olduğunu öğrendiğim bu teyze, bizim oturduğumuz odaya gelmiyor, dilinde duâlarla ekrana bakıyordu. İzlediği şeyse kopup geldiği ve bir parçasını orada bıraktığı vatanının içler acısı hâliydi.

Katliâmı ve geride bıraktığı âilesini düşünüyordu. Kimi zaman ağlıyor, kimi zaman da tebessüm ediyordu. Çocuk zihnimle onca acının arasında mânâ veremediğim bir gerçek vardı. Bu gerçeğin adı da “umut”tu. Yarınlar adına ümitliydi, bugün olmazsa yarın, elbet savaş bitecek ve o sevdiklerine kavuşacaktı. Tebessümünün altında yatan sebep, hem bu umuda sahip olması, hem de Boşnak halkına kucak açan bu necip milletin onların yanında oluşuydu.

İMANLA BESLENEN UMUT

İşte o zaman îmanla beslenen umudun, insanı dimdik ayakta tutabilme gücünü ve bunun yanında Türk halkının fedâkârlık ve diğergâmlığını derinden hissetmiştim. Aynı bu teyze gibi, Bosna’nın kimsesiz bir dağ köyünde evine erzak getiren Türk subaylarına:

“Geleceğinizi biliyordum!..” diyen teyzenin de umuduyduk biz...

Ebâbil ve Nil’deki aynı mâsum zihniyet, şimdi de Yaradan’ına sığınıp bu millete umut bağlıyordu. Çanakkale’de yarası yüzünden sırtında taşıdığı düşman subayına kendi paltosunu çıkarıp giydiren bir asker kadar neciptir bu millet... Bu yüzden de Pakistan’ın Lahor şehrindeki dul bir kadın, elinde parası olmadığı için yeni doğmuş bebeğini zengin bir efendiye satarak, bu millet düşmesin diye, cepheye para yollamıştır.

Ve yine bu millet, bu  bir efendiye satarak aynı kadın bebeğini satma gerekçesi olarak:

“-Efendi, şimdi sen bana bebeğini nasıl satarsın diye sorarsın. Eğer Çanakkale düşerse, düşman çizmeleri buraya kadar girer. Bayrağım, nâmusum, vatanım gittikten sonra çocuğum olsa ne olur, olmasa ne... Düşmana köle olacağına, size hizmetkâr olsun!” der.

ANA GİBİ AÇIKTIR BU VATANIN KUCAĞI

Ana gibi açıktır bu vatanın kucağı, zulüm altında olan bütün din kardeşlerimize... Dün Filistin, Bosna bugün ise Suriye, Arakan ve daha nicelerine... Bu sebepten yüzlerce yıldır kültürümüzde var olan “diğergâmlık” kelimesi, son yıllarda dilimize yerleştirilmeye çalışılan eğreti “empati” kelimesinden daha derin iz ve mânâlar taşır.

Bizler, kendimizi o coğrafyadaki insanların yerine koyabildiğimiz için onların derdini kendi derdimiz biliyoruz. Gerektiğinde kendimiz aç kalıp komşumuzu, mazlûmu lokmamıza ortak ediyoruz. 2011’de başlayan ve hâlâ devam eden Suriye iç savaşında, savunmasız kalan insanlara kapılarımızı sonuna kadar açmamız da bu yüzdendir.

Bu coğrafyalarda yaşayan insanların yerine kendimizi koyalım. Yapılan onca tenkide rağmen bu kardeşlerimize, içerisinde İslâm memleketlerinin de bulunduğu birçok coğrafya kapılarını kapatmışken bizlerin soframızdaki yemeği, üzerimizdeki yorganı ve komşuluklarımızı paylaşmamız kuru bir “fedâkârlık” ve “empati” kelimesinin sınırları ile ifade edilemez.

Bu, kardeşini, kendisine tercih etmedir, îsârdır. Şikâyet etmeden, başa kakmadan ve gönüllü olarak yapılan bu iyilikler, ind-i ilâhîde de karşılıksız kalmayacaktır. Ve böyle yüce bir ahlâka sahip olan bu millet, Allâh’ın izni ile tökezlese de doğrulmayı bilecek, yansa da küllerinden doğabilecek güçtedir.

Kaynak: Dilek Savaş, Şebnem Dergisi, 155. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • INŞAALLAH. AMİİİN YA RABBELALEMİN!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.