Ümmet İçin Ne Büyük Bir İlahi Lütuf

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan ile Hz. Peygamber ve ümmeti üzerine bir söyleşi...

Altınoluk: Ümmetin özeleştirisi niteliğine sahip olduğunu belirttiğiniz Ümmet Risalesi adında bir kitap yazdınız. Ayrıca dergimizin Mart 2017 sayısında da mevlid kandili ve Kutlu Doğum Haftası etkinlerinin bir tahdis-i nimet faaliyeti olarak anlaşılması ve değerlendirilmesi gerektiğine yönelik bir yazı kaleme aldınız. Biz şimdi size, “tahdis-i nimet” olarak anlatmak durumunda olduğumuz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ümmet için nimet olma yönlerine yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de nasıl dikkat çekilmektedir, diye sormak istiyoruz.

Prof. Dr. İsmail L. Çakan: Allah Teâlâ’ya hamd ü senâ, Resulü Hz. Muhammed Mustafa’ya salât u selâm, âl ve ashâbına ve onların yoluna güzelce tabi olanlara saygı ve ihtiram ile sözlerime başlarım.

İlahi rahmet müessesi olan risalet’in son ve evrensel temsilcisi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in özellikle inananlar ve insanlar için ne büyük bir nimet olduğunu bildiren pek çok âyet-i kerime bulunmaktadır. Sorunuza doğrudan cevap niteliği taşıyan âyet-i celilelerden bir kaçını birlikte hatırlayalım.

Yüce Rabbimiz, Peygamber Efendimizin ümmete yönelik olarak gerçekleştirdiği önderlik hizmetlerini hatırlatıp ne büyük bir ilahi lütuf olduğuna Al-i İmran suresinin 164. âyet-i kerimesinde meâlen şöyle dikkat çekmektedir:

Gerçek şu ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden, yanlış inançlardan ve inançsızlıktan) onları arındıran, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermek suretiyle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki onlar daha önce, apaçık bir sapkınlık içinde bulunuyorlardı.1

Câhiliye denilen İslâm öncesi dönemde müminlerin yaşadıkları hayat, ayet-i celilede belirtildiği gibi “apaçık bir sapkınlık içinde bulunmak”tan ibaretti. Bu apaçık sapkınlıktan onları, Yüce Rabbimiz, “kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan/tebliğ eden (mübelliğ), kötülüklerden, bâtıl inançlardan ve inançsızlıktan onları arındıran (Müzekki-mürebbi), kendilerine kitap ve hikmeti öğreten (muallim), içlerinden bir peygamber göndermekle” kurtarmıştı.

Hz. Peygamber’in, Müslümanları bilgi ve erdemlerle donatıp İslâm medeniyetini gerçekleştirdiğini tarihi bir gerçek olarak göz önüne aldığımız zaman, Efendimizin, ümmet için ne büyük bir lütuf ve ikram-ı ilahi olduğunu anlamakta zorluk çekmeyiz sanırım.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Yüce Rabbimizin emir ve yasaklarının her alanda nasıl uygulanacağını gösterme görevini, Kur’an-ı Kerim’i hayatıyla örneklendirmek suretiyle yerine getirmiştir. Yani Peygamberimizin hayatı Kur’an-ı kerim’in canlı tefsiri niteliğindedir. Bu sebeple Allah Teâlâ onu bize, herhangi bir kısıtlayıcı kayda bağlı olmaksızın mutlak yani genel bir ifade ile “en güzel hayat örneği” olarak takdim etmiş, şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek (hayat modeli) vardır.”2

Bu genel bildirim ve dolayısıyla onun örnek alınması tavsiyesi, ayırım yapmaksızın hayatımızı -tabii gücümüz ölçüsünde- o en güzel örneğe benzetmekle, sünnetine uydurmakla bizi görevlendirmiş bulunmaktadır. O “büyük ilahi lutfun” izleri/sünneti, böylece ümmetin hayatında yaşanır ve görünür hale gelecektir. Bu noktadan hareketle ümmetin ilk nesli sahabiler, “ashabu’n-Nebi” ifadesi özelinde, yani yakın çevresini oluşturan sahâbiler, ümmetin gelecek nesillerine örnek olmak üzere, “Hz. Peygamber’i çoğaltan kimseler” diye değerlendirilebilir.

Öte yandan bildiğiniz gibi, “Allah’a olan sevgimizin göstergesi” olarak Hz. Peygamber’e tabi olmak, onu izlemek lazım geldiği De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve engin merhamet sahibidir3 diye açıkça bildirilmiştir. Ardından da “De ki; Allah’a ve Resulüne itaat edin. Yüz çevirip inkar ederseniz, hiç şüphesiz Allah kafirleri sevmez4 buyrulmuştur.

Yine, Hz. Peygamberin sünnetini yol bilmemenin acı sonucu da bir âyet-i kerime’de şöyle açıklanmıştır: “O gün, zalim kişi ellerini ısırıp, keşke peygamberle birlikte yol tutsaydım, vay başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Ant olsun ki beni, bana gelen Kur’an’dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor”5 der.

Bu ayet-i kerimeler göstermektedir ki bütün mesele, bizim Hz. Peygamber’e hayatımızda ne kadar yer verebildiğimize ve ona ne ölçüde uyabildiğimize, ümmet olabildiğimize yani o ilahi ikram ve nimete nasıl sahip çıktığımıza bağlıdır. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, emir ve yasakları karşısında ümmetin takınması gerekli tavrı Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın haber verdiğine göre şöyle açıklamıştır: “Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece siz de beni kendi halime bırakınız. Zira sizden önceki ümmetler çok soru sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilafa düşmeleri yüzünden helâk oldu. Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman ondan kesinlikle kaçının, bir şeyi emrettiğimde de onu gücünüz ölçüsünde yerine getirin!” 6

Hadis-i şerif’in öğrettiği tutum, yasağa mutlak, emre gücü ölçüsünde uymak” ve yerli-yersiz soru sormamaktır. Hz. Peygamber’in emirlerine olduğu gibi sukût ettiği konularda da kendisine uymak, Sünnet’e ittiba etmek ve ilahi nimetin kadrini bilmek anlamına gelir.

HİÇ BİR MÜ'MİN HZ. PEYGAMBER'E BUNU YAPMAMALI

Altınoluk: Hocam, ümmetin Hz. Peygamber ile ilişkilerini tayin çerçevesinde “Ey iman edenler! Allah ve resulünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve bilendir.”7 mealindeki ayet-i kerimeyi nasıl anlamalıyız? Kur’an-ı Kerim daha başka ayet-i celilelerde buna benzer ne gibi ölçüler koyuyor?

İ. L. Çakan: Bu ayet-i celiledeki genel yasak, müminleri görüş, hüküm, tercih, karar ve davranışlarında Allah’ın ve Resûlü’nün önüne geçmemekle görevlendirmektedir. İşine gelmeyen yerde “bu ayet ise de hadis ise de ben bunu kabul etmem, bana ters, benim aklım almıyor” diye direnç ve tepki göstermek, böylece kendisini âyetin veya hadisin önüne geçirmeye kalkışmak hiç bir müslümana yakışmaz. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi hiç bir mü'min Hz. Peygamber’e rol biçmeye ya da duracağı yeri göstermeye hiç bir gerekçe ile teşebbüs edemez, etmemelidir. Böyle bir hakkı yoktur, haddine de düşmüş değildir. “Resulün çağrısını birinizin diğerini çağırması gibi saymayın. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir.”8 Çünkü Hz. Peygamberin hükmü, emri, çağrısı, isteği, Allah Teala’nın emri yerindedir. Çünkü o, Allah’ın elçisidir. İmam Zühri’nin (ö.124) isabetle belirttiği gibi “Peygamberlik Allah vergisidir. Peygambere tebliğ, bize de teslimiyet düşmektedir.”9

Hz. Peygamber’in çağrısına ve emrine bir şekilde aykırı davrananların dünyada veya ahirette ceza görmeleri kaçınılmazdır. Bu nokta âyet-i kerimenin devamında şöyle açıklanmıştır: “Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya elem verici bir azaba uğramaktan çekinsinler.”10

Burada dikkat çeken nokta, “√ÓÂÚ—Á = onun emri” mutlak olarak zikredilmiş, “Kur’an’a uygun olan” gibi bir kayda veya şarta bağlanmamıştır. Bu da gösteriyor ki, Hz. Peygamber’in emrine uymak ve gereğini yerine getirmek için Kur’an-ı Kerim’e uygun olup olmadığının araştırılmasına ihtiyaç yoktur. Yeter ki emir, “onun emri” olsun ve bu noktada herhangi bir tereddüt bulunmasın.

“Ey iman edenler! Sesinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın yoksa yaptığınız ameller boşa gider de farkına bile varmazsınız.”11

Günlük yaşantıda ve bilimsel araştırmalarda Hz. Peygamber’in davranış ve beyanlarına sıradan bir insanın yaşantısı ve sözü gibi yaklaşıp ondan daha yüksek, aşırı seslerle uzun uzun iddialar ortaya atmak ve yorumlar yapmak bu âyette emredilen Peygamber’e gösterilmesi gerekli edebe aykırıdır. Bu tür davrananların yine ayette belirtildiği gibi önceden yapmış oldukları “ameller, onlar farkına varmadan boşa gider.” O halde Hz. Peygamber’e karşı sağlığında olduğu gibi vefatından sonra da onun manevi huzurunda olunduğu bilinciyle saygıda kusur etmemeye çalışmak ümmetin görevleri arasındadır.

Söz buraya gelmişken çok önemli bir noktaya daha işaret etmek istiyorum. O da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bizim aramızda/içimizde olma şartına bağlı olarak ilahi azaba engel olduğudur. Şöyle buyrulmaktadır: “Sen içlerinde iken Allah onlara asla azap etmez; istiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edecek değildir.”12

Bu ayet-i kerime, Mekkeli müşrikler ile Hz Peygamber arasında geçen tevhit mücadelesi sahnelerinden birine dikkatimizi çekmektedir. Şöyle ki; “Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, duyduk, duyduk, istesek biz de onun benzerini söylerdik. Çünkü bu, eskilerin masallarından başka bir şey değil, derler. Hani bir de onlar: “Allah’ım eğer bu Kur’an, senin tarafından indirilmiş gerçek bir kitap ise, üzerimize gökten taş yağdır yahut ta bize acı bir azap gönder” demişlerdi.13

Müşrikler, azap istemek suretiyle, bir anlamda gelecek azabın Hz. Peygamber’i ve inananları da kapsayacağını düşünmüş olduklarını ortaya koyuyorlardı. Yüce Rabbimiz ise, onların böyle cür’etkar bir tarzda azap isteklerine beklemedikleri bir cevap verdi: “(Habibim) Sen içlerinde iken Allah onlara asla azap etmez; istiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edecek değildir.” Hz. Peygamber’in varlığının ilahi azabın inmesine mani olduğunu açıkça bildirdi. Peşinden de aslında müşriklerin azabı hak etmiş olduklarını şöyle ilan etti: “Yoksa onlar Mescid-i Haram’ın yönetimine ehil olmadıkları halde, insanların orada ibadet etmesini engelleyip dururken Allah onlara niye azap etmesin? Allah’a karşı gelmekten sakınanlardan başkası, Mescid-i Haram’ın yönetimine ehil değildir. Ama onların çoğu bunu bilmez”14

Kutlu Doğum’u anlamak ve anlamlandırmak bakımından bu âyetler arasında ËÓ√ÓÊÚ Ó ·ÍÁÂÚ  = Sen içlerinde/aralarında iken” ifadesi dikkat çekicidir. Hz. Peygamber içlerinde olduğu için müşrikler azaba uğramıyorlarsa, ona gönlümüzü açtığımız, onu içimizde hissettiğimiz, aramızda yaşattığımız sürece ümmet-i Muhammed olarak bizler de ilahî azaptan kurtulamaz mıyız? Böyle bir ümidi, bu kutlu doğum haftası etkinlikleri içinde içimizde geliştiremez miyiz?

Tabii burada önemli olan nokta, Efendimizi içimize davet edip hayatımızı onun manevi şahsiyetinin ışığı altında yaşayabilmektir. İş buraya gelince, ümmetin peygamberiyle arasını açmak sonucunu doğuracak nitelikteki teşebbüslerin ne denli tehlike arz ettiği anlaşılmaktadır. Bu tür girişimlerde bulunanların bu ümmete hizmet etmedikleri -iddiaları ne olursa olsun- ortaya çıkmış olmaktadır.

GÜNÜMÜZE YÖNELİK BİR UYARI!

Altınoluk: Aslında azabı hak etmiş olmalarına rağmen Mekkeli müşriklerin, Efendimiz onların arasında olduğu için ilahi azaptan kurtuldukları gerçeğini günümüze yönelik olarak da değerlendirmek mümkün müdür?

İ. L. Çakan: Konuyu özellikle ümmet-i icabet anlamındaki ümmet-i Muhammed bakımından değerlendirecek olursak, şunları söyleyebiliriz: Hz Peygamber’in varlığı, kendi zamanındaki Müslümanlar için olduğu gibi onu içlerinde/aralarında hissedip yaşatan günümüz Müslümanları için de yabancı telkinlere karşı güvence niteliği taşır.

Ey mü’minler! Ehl-i kitaptan bir gruba uyarsanız, (onları dinlerseniz), sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürürler..

Allah’ın âyetleri size okunup dururken, üstelik O’nun elçisi de aranızda bulunurken nasıl küfre dönersiniz. Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, elbette dosdoğru bir yola iletilmiştir.15

Yüce Rabbimiz bu âyet-i kerimelerde, ehl-i kitaptan bir grubun telkinlerine kanmanın, müminler için iman noktasından tehlike arz ettiğini vurguladıktan sonra, Kur’an âyetleri okunuyor ve Resulullah da aranızda bulunuyorken (Kitap ve Sünnet varken) nasıl olup da tekrar küfre dönersiniz? diye tehdid anlamında soru yöneltmektedir.

Günümüz açısından düşündüğümüz zaman âyetteki “bir grup ehl-i kitap”’ı, müsteşrikler) yani İslam kültürünün geçmişiyle iştigal eden gayr-i müslimler olarak anlamak ve yorumlamak mümkün gözükmektedir. Zira bu ve öncesindeki 98 ve 99. ayetlerin sebeb-i nüzulü olarak şöyle bir olay anlatılmaktadır:

Bir gün Evs ve Hazreç’ kabilelerinden bazı kimseleri(Ensar), gayet samimi bir sohbette muhabbet içinde gören ihtiyar ve fitneci bir Yahudi olan Şâs İbn-i Kays bu manzaradan son derece rahatsız oldu. Genç bir Yahudiyi yanına çağırdı ve “Git, şunların arasına gir ve onlara Buas Harbi’nden ve eski savaşlardan bahset... Her iki tarafın şâirlerinin birbirleri hakkında söyledikleri şiirleri oku, kavmiyetçilik duygularını kabart” dedi.

Yahudi genç söylenenleri aynen uyguladı. Neticede oradaki Müslümanlar arasında gurur ve üstünlük duyguları depreşti. O tatlı sohbeti bırakıp birbirlerine karşı öğünmeye başladılar. Her iki taraf da kendi kavim ve kabilesinin üstünlük ve erdemlerini, kahramanlıklarını sayıp döktüler. Karşılıklı şiirler okudular. Sonunda iki genç, diz üstü kalkarak birbirlerine karşılıklı ağır hakaretlerde bulundular ve birbirlerini kavgaya/düelloya davet ettiler. Diğerleri de, gözleri dönmüş olarak bu teklife iştirak ettiler. Nihayet kavga etmek üzere Medine dışındaki Harre denilen mevkiye doğru yola çıktılar. Ayrıca her iki taraf da kendi kabile mensuplarına haber saldılar. Söz konusu mevkide toplanan Evs ve Hazreçliler, çarpışmaya başlamak üzere iken, durumdan haberdar edilen Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Muhacir ve Ensâr’dan karma bir grup Müslüman ile birlikte olay yerine yetişip oradakilere şöyle hitap ettiler:

“Ey Müslümanlar! Allah’tan korkun, Allah’tan!.. Ben sizin aranızda bulunuyorken, Allah sizi İslâmiyet ile şereflendirmiş, size İslâm ile ikramda bulunmuş ve İslâm ile sizden Câhiliye anlayışını söküp atmış, sizi küfür uçurumundan kurtarmış ve kalplerinizi birleştirmişken siz hâlâ Câhiliye davası mı güdüyorsunuz?”16

Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin bu uyarısı üzerine, her iki kabile mensupları bu işin, fitneci Yahudi’nin bir hilesi ve şeytanın bir aldatmacası olduğunu anladılar. Silahlarını attılar, ağlayarak birbirlerine sarıldılar, kucaklaştılar.

Böyle bir olay üzerine surenin 100-102. ayetlerindeki uyarıların gelmiş olması ve Müslümanlara, Allah’ın ayetlerinin okunmakta olduğunun ve Resulullah’ın da aralarında bulunduğunun hatırlatılması, Kitap ve Sünnet elinizdeyken Gayr-i müslimlerin telkinlerine kanarak nasıl onlara imrenip küfre dönmeye kalkışırsınız anlamında günümüze yönelik bir uyarı niteliği taşımaktadır, diye düşünüyorum.

PEYGAMBER İLE ÜMMETİN ARASINI AÇMA

Altınoluk: Hatırlattığınız ayetlerin devamında “Ey iman edenler! Allah’ın emir ve yasaklarına gereği gibi saygılı olun ve ancak Müslüman olarak can verin”17 buyruluyor. Ümmete yönelik bu âyetin özellikle son kısmını nasıl anlamalıyız?

İ. L. Çakan: Evet “Müslüman olarak can verin” emrine uymuş olabilmek için ayetin ilk cümlesinde ifade buyrulduğu gibi “Allah’a karşı saygılı” olmak ve hayatı kesintisiz mü’min olarak yaşamak gerekir ki, zamanını bilemediğimiz ölüm geldiğinde bizi iman üzere bulsun. Böyle bir mutlu son için ümmet planında yapılması gerekeni de Yüce Rabbimiz bundan sonraki âyette “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin”18diye göstermektedir. Bunu sağlayabilmek için de ümmete, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk/grup/kadro bulunsun19 buyurmaktadır.

Biraz önce zikrettiğimiz ayette kendilerine uyulması halinde müminleri imandan sonra küfre döndürecek ehl-i kitaptan bir gruba(ferikan min ehli’l-kitap) karşılık olarak “İçinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun (ve’l-tekün minküm ümmetün)buyrulduğunu görüyoruz. Bu durum, günümüze yönelik olarak yaptığımız “ehl-i kitaptan bir grup”un müsteşrikler olabileceği istidlalini / çıkarımını bu iki gurubun işlevi açısından desteklemektedir, diye düşünüyorum. Bu sebeple de müsteşrik hayranı aydınların özellikle kimi ilahiyatçı meslektaşların, pek meraklı gözüktükleri Peygamber ile ümmetinin arasını açma ve ümmeti birbirine düşürme sonucunu doğuracak söylemlerine karşı müteyakkız/uyanık olmak gerekmektedir.

Netice-i kelâm, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gönül kapılarımızı açabilmek ve onu aramızda hissedebilmek için onun yaşayışını/sünnetini ve sünnetin bilgi ve belgeleri olan hadis-i şerifleri değerlendirirken imanımızı koruma vesilelerinden biriyle yani Hz. Peygamber ile meşgul olduğumuzu20 unutmamalıyız. Böyle bir durum, Hz. Peygamber’in ümmet için ne kadar büyük bir nimet ve ikram olduğunu kavradığımızı gösterir. Çünkü nimetin kıymeti, farkına varılırsa, idrak edilir. Farkına varılmadıktan sonra etraf nimet dolu olsa ne yazar. Ne demişler nimet, görenedir görene, yoksa köre ne?

Müsaade ederseniz sözlerimi bir salat ü selam ile bitireyim: Allahümme salli alâ Muhammed’in ve alâ âl-i Muhammed.

Altınoluk: Teşekkür ederiz.

İ. L. Çakan: Ben de size teşekkür ederim.

Dipnotlar: 1) Âl–i İmrân (3), 164 2) el-Ahzâb (33), 21 3) Âl-i İmran (3), 31 4) Âl-i İmran (3), 32 5) el-Furkân (25), 27-29 6) Buhari, İ’tisam, 2 Müslim, Hac 412, Fezâîl 130-131; Tirmizî, İlim 17, Nesâî, Hac 1; İbni Mâce, Mukaddime 1. Hadisin geniş açıklaması için bk. Kandemir, Çakan, Küçük, Riyâz, I, 549-551 7) el-Hucurat (9), 1-2 8) en-Nur (24), 63 9) Bk. el-Beğavi, Şerhu’s-sünne, I, 217 10) en-Nur (24), 63 11) el-Hucurat (49), 2 12) El-Enfal (8), 33 13) El-Enfal (8), 31-32 14) El-Enfal (8), 34 15) Al-i İmran (3), 100- 101 16) 20. İbn Hişam, Siyre I, 555: Efendimizin bu uyarısı üzerine Al-i imran Suresinin 98-103. ayetlerinin indiği bildirilmektedir. 17) Al-i İmran (3), 102 18) Bk. Al-i İmran (3), 103 19) Bk. Al-i İmran (3), 104 20) Bk. Al-i İmran (3), 101

Kaynak: Altınoluk Dergisi, 374. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.