Umretü'l-kaza Hadisesi
Mekke’li müşriklerin izin vermemesi sebebiyle yapılamayan umrenin yerine edâ edildiğinden, bu umreye “umretü’l-kazâ” denilmiştir.
Hudeybiye’de yapılan antlaşma çerçevesinde bir yıl sonra yapılacak umrenin zamânı gelmişti. Hicrî yedinci yılın Zilkâde ayı girince, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye Seferi’ne katılanların tamâmının umreye hazırlanmalarını emretti. Halka da hazırlık yapmalarını bildirdi. Civardan gelip de o sırada Medîne’de bulunan Araplar:
“–Vallâhi yâ Rasûlallâh, bizim ne azığımız ne de bizi doyuracak bir kimsemiz var!” dediler.
Varlık Nûru Efendimiz, Medînelilere, ihtiyâcı olanlara Allâh için sadaka vermelerini ve onlara bakmalarını emretti. Onlardan yardım ellerini çektikleri takdirde helâk olacaklarını bildirdi. Medîneliler de:
“–Yâ Rasûlallâh! Biz sadaka olarak neyi verelim, hiçbir şey bulamıyoruz ki?” dediler.
Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Neyiniz varsa! Velev ki yarım hurma bile olsa…” buyurdu. (Vâkıdî, II, 731-732)
Peygamber Efendimiz, iki bin ashâbı ile umre için Medîne’den hareket etti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, miğfer, zırh ve mızrak gibi askerî malzemelerle yüz kadar da at aldı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlallâh! Kureyş, yolcu silâhından başka silâh almamamızı şart koşmuştu!” dediler.
Âlemlerin Efendisi:
“–Biz Harem’e o silâhlarla girecek değiliz. Fakat onlar, yapılabilecek bir saldırıya karşı, yakınımızda olacak!” buyurdu ve iki yüz kişi ile birlikte silâhları, Mekke’ye üç mil yakınlıktaki Batn-ı Ye’cec’e gönderdi. (Vâkıdî, II, 733-734)
Yolculuk esnâsında Ebvâ’ya uğramışlardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Hak’tan izin isteyerek annesinin kabrini ziyâret etti. Ziyâret esnâsında kabrini eliyle düzeltti ve teessüründen ağladı. O’nun ağladığını gören müslümanlar da gözyaşlarını tutamadılar. Daha sonra niçin böyle yaptığını soranlara Sevgili Peygamberimiz:
“–Annemin bana olan şefkat ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 116-117)
Hudeybiye Antlaşması mûcibince müşrikler, Mekke’yi boşaltarak üç gün için bütün şehri mü’minlere bıraktılar. Kendileri de dağlara çekilip müslümanlar ne yapacaklar diye merakla seyre koyuldular. Yedi yıl gibi uzun bir süreden sonra Kâbe’yi gören mü’min gönüller, heyecanla hep bir ağızdan:
لَبَّيْكَ، اَللّهُمَّ لَبَّيْكَ، لَبَّيْكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ لَبَّيْكَ. اِنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ، لاَ شَرِيكَ لَكَ
diyerek telbiye getirmeye başladılar.
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Mekke’ye geldiğinde kendisini Muttaliboğulları’ndan küçük çocuklar karşıladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlardan birini (bineğinin) önüne bir diğerini de arkasına bindirdi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Medîne hummâsının kendilerini zayıf düşürdüğü yolunda dedikodu eden müşriklere durumun böyle olmadığını göstermeleri için, müslümanlara, hızlı ve gösterişli yürümelerini emretti.
“Bugün kendisini Kureyşlilere güçlü-kuvvetli gösteren kişiye Allâh rahmet etsin!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 424-425)
O günün şartlarında Medîne’den Mekke’ye kadar dört yüz küsur kilometre mesâfe katederek Kâbe’yi ziyârete gelen müslümanlar, yorgun olmalarına rağmen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in îkâzıyla umrelerini gâyet vakarlı ve heybetli bir şekilde îfâ ettiler. Hattâ tavâfın ilk üç şavtında ve sa’y yaparken de bugünkü iki yeşil direk arasında çalımlı bir şekilde koştular.
Diğer taraftan müşrikler, tepelerden müslümanları gözetliyorlardı. Şâyet onlarda herhangi bir yorgunluk ve gevşeklik emâresi görselerdi, farklı şeyler düşünebilirlerdi. Ancak onlar, gördükleri canlılık ve hareketlilik karşısında hayret ve dehşete düşmekten kendilerini alamadılar:
“−Bunlar mı hummânın zayıflattığını söylediğiniz kimseler! Onlar bizden daha zinde ve daha canlılar!” dediler. (Müslim, Hac, 240)
Ayrıca o gün, Bilâl-i Habeşî’nin Kâbe’nin damına çıkıp okuduğu ezân-ı Muhammedî’nin muhrik nağmeleri, mü’min yürekleri coştururken, müşrikleri şaşkınlık içinde bıraktı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla birlikte tavâf ederken Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh-, tavafta şiir okumaya başladı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ona:
“−Sen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda ve Allâh’ın Harem’inde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ömer’e:
“–Ona mânî olma! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, onun sözleri Kureyş müşriklerine, ok yağdırmaktan daha tesirlidir. Ey İbn-i Revâha, devâm et!” buyurduktan sonra, Abdullâh’a:
“−Allâh’tan başka hiçbir ilâh ve mâbud yoktur. Bir olan O’dur. Vaadini gerçekleştiren O’dur. Bu kuluna yardım eden O’dur. Askerlerini güçlendiren O’dur. Toplanmış olan kabîleleri bozguna uğratan da yalnız O’dur, de!” buyurdu.
Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh- bunu söylemeye başlayınca, müslümanlar da onun dediklerini tekrar etmeye başladılar. (Vâkıdî, II, 736; İbn-i Sa’d, II, 122-123)
Üç gün sonra Medîne-i Münevvere’ye dönüldüğünde herkesin sîmâsında ayrı bir letâfet vardı. İlk Kâbe ziyâreti gerçekleşmiş, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir yıl önce görüp müjdesini verdiği rüyâ tahakkuk etmişti. Bu hakîkati Allâh Teâlâ, gerçekleşen Hayber Fethi’ne işâretle birlikte, yakında nasîb buyuracağı Mekke Fethi’ni de müjde sadedinde Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirmiştir:
“And olsun ki Allâh, elçisinin rüyâsını doğru çıkardı. Allâh dilerse, siz emniyet içinde başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Harâm’a gireceksiniz. Allâh sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verildi. Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberi’ni hidâyet ve hak dîn ile gönderen O’dur. Şâhid olarak Allâh yeter!” (el-Fetih, 27-28)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbıyla yaptığı kazâ umresi, Mekkeliler üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Çok geçmeden Kureyş’in ileri gelenlerinden müstakbel Sûriye fâtihi Hâlid bin Velîd, Osmân bin Talha, müstakbel Mısır fâtihi Amr bin Âs gibi zâtlar îmân edenler kervanına dâhil oldular.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’den çıkarken, Hazret-i Hamza’nın kızı Ümâme -radıyallâhu anhâ- peşine takıldı ve:
“–Amcacığım, amcacığım!” diye seslendi. Hazret-i Ali onu alıp elinden tuttu ve Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’ya:
“–Amcanın kızını yanına al!” dedi. Medîne’ye gelince Ümâme’ye bakma husûsunda Hazret-i Ali, Zeyd ve Câfer -radıyallâhu anhüm ecmaîn- ihtilâfa düştüler. Hazret-i Ali:
“–O benim amcamın kızıdır!” diyordu.
Câfer -radıyallâhu anh-:
“–O hem amcamın kızı, hem de ben onun teyzesi ile evliyim!” diyordu.
Zeyd de:
“–O benim kardeşimin kızıdır!” diyordu. (Rasûl-i Ekrem Efendimiz onu Hamza -radıyallâhu anh- ile kardeş yapmıştı.)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ümâme’nin, teyzesinin yanında kalmasına hükmetti ve:
“–Teyze anne makâmındadır!” buyurdu. Ardından Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a yönelerek:
“–Sen bendensin, ben de sendenim!”
Câfer -radıyallâhu anh-’a dönerek:
“–Yaratılışın ve huyun bana ne kadar da benziyor.”
Zeyd -radıyallâhu anh-’a dönerek de:
“–Sen bizim hem kardeşimiz, hem de mevlâmız (âzatlımız)sın!” buyurarak her birine ayrı ayrı iltifat etti. (Buhârî, Meğâzî 43, Umre 3; Müslim, Cihâd, 90)
Hazret-i Ali şöyle demektedir:
“Rasûlullâh Zeyd’e iltifât ettiğinde Zeyd o kadar sevindi ki, kalkıp tek ayak üstünde Peygamber Efendimiz’in etrâfında dönmeye başladı. Câfer’e iltifat ettiğinde o da Zeyd’in arkasından aynı şekilde yürüdü. Bana iltifat ettiğinde ben de Câfer’in ardı sıra sevincimden tek ayak üstünde sekmeye başladım.” (Ahmed, I, 108; Vâkıdî, II, 739)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları