Umûmî Belâ ve Musîbetlerin Çözümü
Fâtiha Sûresi'nden ilham alan toplumsal sorumluluklar, umûmî belâlara karşı çözüm yolları adına üzerimize düşen vazifeler nelerdir? İslâm Âlemi'nin kalkınması için yapılan dua ve gayretin önemi nedir?
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Feyz-i Hakʼta buhl[4] yok, herkes velî[5] tâlip değil,
Bî-sebep ıslâh-ı âlem, Bârîʼye vâcip değil…
“Cenâb-ı Hak, feyz ve ihsânında -hâşâ- cimrilik yapmaz. Ne var ki herkes Oʼnun feyz ve ihsânına samimiyetle tâlip hâlde değil. Cenâb-ı Hak da âlemi sebepsiz yere ıslâh etmeye mecbur değildir…”
Belâ ve musîbetlerin kalkması, âlemin huzur, sükûn ve nizam bulması, hak ve adâletin temini için beraberce gayret edenlere, Cenâb-ı Hak rahmet, bereket, nusret ve inâyetini ihsân eder. Yeter ki bizler, toplum olarak kulluğumuzun gereğini lâyıkıyla îfâ edelim.
Fâtiha Sûresi ve Toplumsal Sorumluluklar
Cenâb-ı Hak namazın her rekâtında bize Fâtiha Sûresi’ni okutturuyor. Fâtiha’da bugün bilhassa üzerinde düşünmemiz gereken;
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) âyetidir.
Zira bu âyette bizim ferdî değil, beraberce, yani cemaat hâlinde Allâh’a kulluğumuza dikkat çekiliyor. Toplum olarak ilâhî emir ve yasaklara riâyetimiz ne durumdaysa, Allâh’ın yardımına da o nisbette nâil olabileceğimiz beyân ediliyor.
Dua ve Gayretin Birleşimi: İslâm Ümmetinin Yeniden Dirilişi
O hâlde umûmî belâ ve musîbetlerin çoğaldığı zamanlarda topluca kendimizi hesaba çekip hatâ ve kusurlarımızın telâfîsine yönelmemiz elzemdir. Başımıza büyük felâket ve bâdireler gelmemesi için, hep beraber tevbe ve istiğfâra yönelip, Allâh’ın emir ve yasaklarına daha çok îtinâ göstermemiz, bol bol sadaka ve infaklarla garipleri, yetimleri, kimsesizleri, mazlumları sevindirmemiz şarttır. Zira Allâh’ın nusret, inâyet ve rahmetine gerçek mânâda tâlip olmak, bunu gerektirir.
Bizler de bilhassa ümmetin ağır imtihanlardan geçtiği bu günlerde;
–Hâl ve amellerimizin, ilâhî rahmeti mi, yoksa -Allah korusun- ilâhî gazabı mı çağıracak keyfiyette olduğunu, samimiyetle tefekkür edelim.
–İlâhî rahmeti celbedecek sebeplere gereği gibi yapışalım.
–Kahır tecellîlerine muhâtap oluyorsak, hatâ ve kusurlarımız için tevbe-istiğfâr edip yanlışlarımızı telâfiye çalışalım.
İslâm Medeniyetinin Geleceği: Ecdâdımıza Sadâkat
Şunu da unutmayalım ki Cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir. O dilerse zâlimleri, fâsıkları, günahkârları hemen kahredip cezalandırabilir. Mazlum ve muzdarip kullarını derhâl kurtarabilir. Fakat bu takdirde, bu cihanda bulunma sebebimiz olan “ilâhî imtihan sırrı” ortadan kalkar.
Meselâ, Cenâb-ı Hak nûrunu tamamlayacağını vaad etmiştir ve elbette tamamlayacaktır. Zira O’nun her şeye gücü yeter. O bir şeyin olmasını murâd ettiğinde yalnızca “ol” der ve en “olmaz” denilen şeyler bile oluverir. Kalpler O’nun kudret elindedir. Dilerse bir kâfirle bile dînini yüceltmeye muktedirdir. Yani nûrunu tamamlamak için biz âciz kullarına -hâşâ- ihtiyacı yoktur. Bilâkis her şey Oʼna muhtaçtır.
Fakat bizler, bu dünyada bir “sebepler âlemi” içinde yaşıyoruz. Cenâb-ı Hak da nûrunu tamamlama hususundaki vaadini insanlar eliyle gerçekleştireceğine göre, hepimiz o kutlu vaadin gerçekleşmesi için gayret ve fedakârlık hâlinde olmayı nîmet bilmeliyiz. Aksi hâlde Rabbimiz yine nûrunu tamamlar, fakat bu hizmetlerde ihmalkâr davrananlar mes’ûl olurlar.
Cenâb-ı Hak verdiği her nîmetin hesabını soracaktır. Mahşer günü belki de en zor hesap; zulüm ve haksızlıklara mânî olma imkânı varken sessiz kalmanın hesâbı olacaktır. Zira orada, dünyada iken yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğimiz gibi, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan da hesap vereceğiz.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-ʼın şu ifadeleri ne kadar ibretlidir:
“Biz, (ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık: Kıyâmet günü bir kişinin yanına, hiç tanımadığı biri gelir ve yakasına yapışır. Adam şaşırır ve:
«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der. Yakasına yapışan kişi ise:
«–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmezdin, beni o kötülüklerden alıkoymazdın!» diyerek ondan dâvâcı olur.”[6]
Düşünmeliyiz ki bizler;
‒En yakınımızdan başlamak üzere etrafımıza ne kadar hak ve hakîkati duyurabiliyoruz?
‒Selde sürüklenen kütükler misâli, bâtıl ehlinin yalan ve iftira furyasına kapılmış insanlarımıza el uzatıp hak ve hakîkati anlatabiliyor muyuz?
Unutmayalım ki âlemin düzelip hak ve adâletin yerini bulmasını istemek, sadece lâfla olmaz. Bunun için kalbî ve kavlî duâlar kadar, fiilî duâ olan gayretlere de ihtiyaç vardır. Zira “Takdîr-i ezel, gayrete âşıktır.” denilmiştir. Yani sadece dilde kalmayıp hâlisâne çalışmalarla samimiyeti ispat edilen duâlar, makbul ve müstecâb olur.
Müʼmin, dünyanın gidişâtından kendini mesʼûl görüp ıslâhı için -gücü nisbetinde- gayret göstermekle mükelleftir. Zamâne şerlerinden yalnızca şikâyet etmek, zâlimlere “Allah ıslah etsin!” mazlumlara da “Vah vah, tüh tüh!” deyip, sonra bu durumu düzeltmek için hiçbir gayrete girmeden bir kenarda oturmak, müslümanın ahlâkı olamaz.
İslâm Âlemi ve Birlik-Beraberlik İkilemi
Günümüzde ekranlarda, gazetelerde, sosyal medyada bîçâre din kardeşlerimizin yaşadıkları felâket manzaralarını gördükçe hüzünleniyor, belki gözyaşı döküyor ve içimiz yanarak “Allah yardımcıları olsun!” diyoruz. Fakat merhametin asıl tezâhürü sadedinde; “Ben şu an mü’min kardeşimin ıztırâbını dindirmek için ne yapabilirim?” diyerek, canımızla, malımızla, hâlimizle, kālimizle, her türlü imkânımızla harekete geçebiliyor muyuz?
Unutmayalım ki herkes -gücü nisbetinde- mazlumların haklı mücâdelesini dünyaya duyurmaya çalışabilir. Zâlimleri protesto ve boykot edebilir. Nemrudʼun ateşindeki Hazret-i İbrahimʼe bir damla su taşıyan karınca misâli, en azından safımızı belli eden hiçbir gayreti küçük görmeyelim. Ki yarın bir gün, bu mazlumların âhı umûmî bir musîbete dönüşerek insanlığı vurmaya başlarsa, Rabbimiz’e yalvaracak yüzümüz olsun!..
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede biz kullarını şöyle îkaz buyuruyor:
“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umûma sirâyet ederek hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allâhʼın azâbı şiddetlidir.” (el-Enfâl, 25)
Yani etrafındaki kötülüklere göz yumup ses çıkarmayan ve yanlış yapanları îkâz etmek için kâfî derecede gayret göstermeyen, zulme bulaşmamış insanların da zâlimlerle birlikte umûmî bir azâba dûçâr olabilecekleri bildiriliyor.
Nitekim Dâvud -aleyhisselâm- zamanında, cumartesi günü avlanmama hususundaki ilâhî emre itaat ettikleri hâlde, bu emre uymayanlara ses çıkarmayan bir kesim vardı. Öyle ki bunlar, kötülükten nehyetmeye çalışan sâlih kullara da:
“‒Helâk olacak kavme niçin nasihat edip kendinizi yoruyorsunuz?” derlerdi. O sâlih müʼminler ise:
“‒Biz, Allâh’ın huzûrunda mes’ûl olmamak için tebliğ ediyoruz!” derlerdi.
Neticede, kendileri günaha bulaşmasalar da, o günahı işleyenlere ses çıkarmadıkları için, onlar da kahr-ı ilâhîye dûçâr olmaktan kurtulamadılar.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, umûmî azap tecellîleri gelip çatmadan evvel, hak ve hakîkatin sesini yükseltmek için gayret göstermenin ehemmiyetini, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle ifade buyurmuşlardır:
“Canımı kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir. Sonra Allâh’a yalvarıp duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9/2169)
Nitekim ilâhî intikâmı celbeden azgınlıkları sebebiyle Lût Kavmiʼnin helâk edileceğini duyduğunda Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, ne büyük bir isyan içinde olduklarını bilmediğinden, onlara merhametle duâ etmek isteyince melekler:
“–Artık duâ vakti geçti!..” demişlerdir.
Diğer taraftan, şunu da sık sık tefekkür etmeliyiz ki; dînimizin, vatanımızın ve maddî-mânevî değerlerimizin bugünlere ulaşması, âlemin nizâmı, hak ve adâletin cihana hâkim kılınması için, geçmişte sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve şanlı ecdâdımız ne kadar gayret etmişti, biz bugün ne kadar gayret içindeyiz?
‒Vefâ borçlu olduğumuz ashâb-ı kirâma güzelce tâbî olabiliyor muyuz?
‒Kendilerinden feyz aldığımız geçmişteki sâlihlerin nurlu yolunu gönül dünyamızda ne kadar yaşatabiliyoruz?
‒Ecdâdımızʼa lâyık nesiller olabiliyor muyuz?
Mehmed Âkifʼin dediği gibi:
Ecdâdını, zannetme asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıtʼada yer yer kanayan izleri şâhid;
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid!..
Bugün de ecdâdın emâneti olan İslâm beldelerinin selâmet bulması ve ümmetin kurtuluşu için çok çalışmamız gerekiyor. Yılların gaflet, ihmal ve geç kalmışlığını telâfi için, âdeta geceyi gündüze katarak gayret etmemiz îcâb ediyor. Şanlı tarihimizde olduğu gibi, âlem-i İslâmʼı yine ahlâkta, fazîlette, ilimde, sanatta, fende, teknikte, velhâsıl medeniyette en ileriye taşımamız gerekiyor.
Unutmayalım ki; “Su uyur, düşman uyumaz!..”]
İslâm Ümmeti İçin Gayret, Dua ve Diriliş Çağrısı
Cenâb-ı Hak, 2 milyarlık İslâm âlemine birlik-beraberlik, intibah ve diriliş nasîb eylesin. Mazlum müslüman kardeşlerimizi en kısa zamanda felâha çıkarsın, kâfirlere karşı mansur ve muzaffer kılsın.
Rabbimiz bizleri de, din kardeşlerinin dertleriyle dertlenen, elinden, dilinden ve gönlünden ümmetin müstefîd olduğu, gayret-i dîniyye sahibi kullarından eylesin. Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Serteser: Baştanbaşa, hep, bütün.
[2] Bârid âhen: Soğuk demir.
[3] Taʻab: Yorgunluk, zahmet, sıkıntı.
[4] Buhl: Cimrilik.
[5] Velî: Velâkin, ama, fakat.
[6] Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2023 – Aralık, Sayı: 454