Varlıkta ve Darlıkta Sabır

Cenâb-ı Hakk’ın esmâsından biri de “es-Sabûr”dur. Yâni Cenâb-ı Hak, kullarına mühlet verir ve bu zaman zarfında kendisine nankörlük edenlere dahî rı­zık vererek sabreder. Eğer Rabbimiz, dünyâda mücrimlerden hemen intikâm almak dileseydi, kâinât ne hâle gelirdi?.. Bir düşünmeli!..

Âyet-i kerîmede buyrulur:

وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلَى ظَهْرِهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى

“Eğer Allâh, insanları işledikleri günahları yüzünden hemen cezâlandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onların cezasını belirli bir vakte kadar tehir eder...” (Fâtır, 45)

“Sabûr” ism-i şerîfinin ahlâka inkılâb ederek en güzel şekilde tecellî ettiği kullar, peygamberler ve evliyâullâhtır. Nitekim varlık ve darlık zamanlarında çok mühim olan sabır, onlardan bizlere intikâl eden en güzel ahlâk-ı seniyye örneklerinden biridir.

VARLIKTA SABIR

Varlıkta sabır; gurur ve kibre sürüklenmemek, intikâm almamak, şehevâta mağlûb olmamak, pintilik ve israf yapmamak, fakirleri hor görmemek ve yaptığı iyiliği yüze vurmamak gibi hasletlere sâhip olmaktır. Çünkü nefs, insanı hep kötü hasletlere zorlar. Bunlara sabredip acı âkıbete düşmemek gerekir.

Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın hâli, varlıktaki sabra ne güzel bir misâldir. O, dün­yâya âit hiçbir şeye temâyül etmemiş, aksine dünyâya âit her şeyi, Rabbinin bir emâneti olarak telâkkî etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, kendisine bir çok dünyevî imkânlar bahşettiği hâlde, sabır göstererek nefsin arzu ettiği her şeyden uzak­laşmış ve “Halîl” sıfatına nâil olmuştur.

Süleymân -aleyhisselâm- da, Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği dünyâ saltanatına meyil göstermeyip, bu saltanatı, kalbinin dışında taşımıştır. O, sık sık fakirlerin yanına gider, onlarla oturmaktan haz alır ve:

“Miskîn, miskinlere yakışır!” derdi. Böylece, dünyâ saltanatı içinde tevâzuun en güzel hâlini yaşardı.

DARLIKTA SABIR

Darlıkta sabır ise; şikâyet, hased, sırrı ifşâ etmek, öfke, hınç, âile efrâdı ve yakınları ile hoş geçinmemek gibi kötü sıfatlardan korunmaktır. Bu gibi hâllerde sabredip, kötü fiil ve düşüncelerden uzak kalmaya gayret etmek îcâb eder. Bunun için enbiyâ ve evliyânın varlıkta ve darlıktaki hâllerinden ibret almak ve onları taklîd etmek zarûrîdir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, mü’minlerin bir musîbet ve darlık zamanında ümitsizlik ve isyâna düşmeyip Allâh Teâlâ’ya tevekkül ve niyazda bulunmalarını şöyle tavsiye etmektedir:

“Kendisine bir musîbet gelen Müslüman, Allâh’ın emrettiği:

اِنَّا ِللهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ. اَللّهُمَّ أْجُرْنِى فِى مُصِيبَتىِ وَأَخْلِفْ لِى خَيْرًا مِنْهَا

«Biz Allâh’a âidiz ve ancak O’na döneceğiz. Allâh’ım! Bana bu musîbetten dolayı ecir ver ve bana bundan daha hayırlısını ihsân eyle!» derse, Allâh o musîbeti alır ve mutlakâ daha hayırlısını verir.” (Müslim, Cenâiz, 3)

Varlık ve darlıktaki kalbî âfetlerden kurtulmak ve rızâ-yı ilâhîye kavuş­mak için, sabretmeye mecbur ve mahkûmuz! Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ın şu hâli, darlıktaki sabra ne güzel bir misâldir:

Hanımı Rahîme Hatun, kendisine:

“–Sen bir peygambersin; duân makbûldür. Çok muzdarip bir hâldesin! Duâ et de şi­fâya nâil ol!” dedi.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- ise:

“–Allâh bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Cenâb-ı Hak’tan sıhhat taleb etmeye teed­düb ederim!” buyurdu.

Nihâyet bu yüksek yaratılışlı peygamber, dillere destan olan sabrının neti­cesinde eski sıhhat, gençlik ve varlığına kavuştu.

Varlık içinde elinde her imkân olduğu hâlde sabredenlere “ağniyâ-i şâkirîn” denir. Darlıkta, gönlünü Rabbine bağlayarak hiç şikâyet etmeden şükür hâlinde bu­lunanlara da “fukarâ-i sâbirîn” denir. Ağniyâ-i şâkirîn ve fukarâ-i sâbirîn için sayısız mükâfât müjdeleri vardır.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.