Vazife Kuldan, İnayet Hak'tandır
Yûnus Emre Hazretleri, ulaştığı mânevî mertebe ile aslâ kibirlenmez. O, rehberlik ve mürşidlik vazifesinde öyle muhteşem bir tevâzûya bürünmüştür ki, mürîd kim, mürşid kim ayırt edilemez hâle gelmiştir.
Yûnus Emre, amellerine değil, Hakk’ın lûtuf ve inâyetine güvenmeyi telkin sadedinde şöyle der:
Ne ilmim var ne tâatim, ne gücüm var ne tâkatim
Meğer Sen’in inâyetin, ide yüzüm ak Çalab’ım!
Bu ifâdeler gösteriyor ki Yûnus Emre, ulaştığı mânevî mertebe ile aslâ kibirlenmez. O, rehberlik ve mürşidlik vazifesinde öyle muhteşem bir tevâzûya bürünmüştür ki, mürîd kim, mürşid kim ayırt edilemez hâle gelmiştir. Şiirlerinde umûmiyetle kendisini muhâtab olarak seçmiş ve Miskin Yûnus, Derviş Yûnus, Bîçâre Yûnus diyerek irşad ve îkâza ilk müstehak ve muhtaç olarak yine kendisini bilmiştir.
Büyük bir tevâzû ve mahviyet içinde şöyle der:
Miskin Yûnus erenlere tekebbür olma toprak ol!
Küllîsi topraktan biter, gülistandır toprak bana...
HAKİKAT YOLCULUĞU
Mânevî semereler için erenlerin kapısında toprak gibi olan Yûnus, tasavvuf yoluna girip de onun usûl ve erkânına riâyet etmeyen ve hakîkat yolculuğunu yanlış telâkkî ve tefsîr edenlerin durumlarına da son derecede üzülmekte ve onları, yani müteşeyyihleri ve mukallid mürîdleri:
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil!
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahî alırdık otuza kırka
diyerek îkâz etmektedir. Zira Yûnus Emre, dâimâ öze yönelen âriflerdendir. O, derûnlara nazar eder. Kabuktan sıyrılarak aslî hakîkate, yani vâsıl-ı ilâllâh eyleyen cevhere vâkıf olmaya çalışır. Bunu da pek veciz bir şekilde şiirlerine aksettirmiştir:
Severim ben seni candan içeru;
Yolum vardır bu erkândan içeru…
Şerîat, tarîkat yoldur varana,
Hakîkat, mârifet andan içeru…
Beni bende demen bende değilem,
Bir ben vardır bende benden içeru…
Süleyman kuş dilin bilür dediler,
Süleyman var Süleyman’dan içeru…
GÖNÜL ALLAH’IN NAZARGÂHIDIR
Yûnus Hazretleri, Allâh’a, Peygamber’e, erenlere ve bütün mahlûkâta karşı riâyet edilmesi gereken ilâhî ahlâk, yani “edep” husûsunda da hassastır. Nefis hüsn-i hatlarla da yazılan şu beyti ne kadar güzeldir:
Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep,
Her hüner makbûl imiş; illâ edep, illâ edep!..
Yûnus Emre de, Hazret-i Mevlânâ ve Şeyh Sâdî gibi gönlün Allâh’ın nazargâhı olduğu şuurundadır. Dolayısıyla onun da, böyle bir şerefe mazhar olan gönlü incitmemek gerektiği husûsundaki ifâdeleri pek keskin ve ibretlidir:
Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil!
Yetmiş iki millet dahî elin yüzün yumaz değil!..
Bir başka şiirinde şöyle der:
Ak sakallı pîr hoca, bilemez hâli nice,
Emek yimesün hacca, bir gönül yıkar ise…
Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı,
İki cihân bedbahtı, kim gönül yıkar ise…
Bu hususta Yûnus Emre, âdeta dünyaya gönülleri feyz ile yoğurmak, yüceltmek ve kaynaştırmak için gelmiştir. Zenginliklerin en büyüğü olan gönül zenginliği yolunda gayret etmiştir. Bu hayattaki gâyesini ne güzel ifâde eder:
Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz!
Ben gelmedim dâvî için, benim işim sevî için,
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim...
Dolayısıyla Yûnus Emre Hazretleri, insanları birbirlerine düşman eden en mühim şeyin ağızdan çıkan söz olduğu gerçeğine binâen ve herkesin bu hususta ciddî bir dikkat içinde bulunmasını îkaz sadedinde şu meşhur mısrâları hâfızalara nakşetmiştir:
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ide bir söz!
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları