“Verilen Lüks İftarlarda Menfi Bir Tesir Oluyor”
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, Ramazan ayı münasebetiyle Ahmet Taşgetiren'in sorularını cevapladı. Sohbet kıvamında geçen mülakatta, Hocaefendi'nin çocukluğundaki iftar sofraları, infak âdâbı ve eski Ramazan adetleri de yad edildi.
Efendim, çocukluğunuzdaki Ramazanlar nasıldı? İlk orucunuzu nasıl tuttunuz?
Hayal meyal hatırlıyorum; tahmin ediyorum 5-6 yaşlarındaydık. Günün belli bir vaktine kadar oruç tutardık. Fakat bu oruç, zaman içinde terakki ederek tam oruca dönerdi. Büyüklerimiz “Orucunuzu bize satın” derlerdi, biz de sevinirdik. Orucumuzu babamıza, annemize, ev efradına satardık. Aldığımız bu oruç parasıyla da dondurma, şeker, vs. alırdık.
Mâliki mezhebinin kurucusu İmam Mâlik hazretleri bir hatırasında diyor ki:
“Babam bize bir hadisi şerif ezberletirdi. Ezbere okurduk, karşılığında bize bir hediye verirdi. Ertesi gün tekrar hediye almak için bir hadis daha ezberlerdik. Bu böyle devam ederdi ve öyle bir kıvam kazanırdı ki kalbimiz, muhabbetle dolardı. Babamız hediye vermeyi ihmal etse bile biz hadis ezberlemeye devam ederdik.” Malum el-Muvatta isimli meşhur hadis kitabı ona aittir. Zira çocuklar, hayır-hasenata küçük yaşlarda teşvik edilmeli. Bu çok mühim bir hadise.
İLK TARİH DERSİ
Rahmetli pederimiz, yaz tatilinde bizi Bursa’ya götürürdü. Bursa’da cami ziyaretlerinde bulunurdu. Camiye muhabbet artardı bizde. Çıkarken de kapıda fakir ve yoksullar olurdu, el açarlardı. Babam cebinden bozuk paraları çıkarıp; bize verirdi, bize dağıttırırdı. Hem bir namaz zevkini vermek hem de bir infak zevkini verebilmek…
Ben ilk tarih dersimi rahmetli pederimden aldım. Bize Osman Gazi’den başlayarak, Orhan Gazi, Murad-ı Hüdâvendigâr… hepsinin hususiyetlerinden bahsederdi. Türbeleri dolaştırırdı. Biz o türbelerin, sandukaların heybetini görünce zannederdik ki yine bir Sultan Murad tahta oturmuş. Böylece gönüllerimize nakşedilirdi bu zevk.
“ÇOCUK HİZMETE ALIŞTIRILMALI”
Bu zamanda da bunları yapmak birer zaruret. Mesela Eyüp Sultan hazretlerine götürürler, Yahya Efendi, Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerine götürürler. Çocukların şuuraltına bir ibadet zevki verebilmek, evliyaullahın zevkini tanıtabilmek… Bunlar çok mühim. Buyrulduğu gibi anne; bir “Ümmü-l Medrese” yani mektep olacak. İmam Gazali Hazretleri “Çocuk bal mumu gibidir. Terbiye ile kıvama gelir” buyuruyor.
Etrafımızda fakir-zengin aynı mahallede otururdu. Bugünkü gibi ayrılmamıştı. Fakir evlere teberrüken, bereket olarak bir yemek gönderilirdi. O yemek ufak çocuklarla gönderilirdi. Çocuk hizmete alışsın.
Şimdiki gibi konservecilik yoktu. Reçeller, tarhanalar zenginlerin evlerinde yapılır, fakir komşular da iştirak ederlerdi. İncinmesinler diye vermiş oldukları emeklerden daha ziyade verilmeye çalışılırdı. Diğergam bir toplum vardı.
Verem salgın hâlindeydi, antibiyotikler de yoktu. Ancak çamlık yerlerde verem dispanserleri kurulurdu, oralara et türü gıdalar taşınırdı, iyi beslenmeleri için. Bunlar çocukluğumuzda bizim ruhumuza nakşoldu.
“ESKİDEN MAHALLE VARDI”
Mahalle bir sigortaydı. Mahalle yok bugün. Bırakın mahalleyi bir apartman katında bile herkes birbirinden habersiz oturuyor. Yalnızlaşma var.
“İFTARDAN SONRA MİSAFİRLERE HEDİYELER VERİLİRDİ”
Eskiden böyle kuleler yoktu ve apartmanlar da çok azdı. Evler bahçeliydi. Varlıklı olanların evleri biraz daha büyüktü. Ramazan günlerinde, bahçelerde iftar verilirdi. Benim hatırladığım iftarlardan birinde, rahmetli pederim temizlik işçilerini iftara davet ederdi. Onlar da çok zevkle gelirlerdi. Hatta tencerenin dibinde bir pirinç tanesi bile kalmazdı. Sonra onlar iftardan çıkarken de eskilerin tabiriyle “diş kirası” kabiliden; ihtiyaçlarına göre hediye paketleri verilirdi. Yani dişlerini eskittikleri için nezaket ifadesi olarak, diş kirası verilirdi. Onlar da sevinirdi, dua ederek giderlerdi. Çok güzel bir manzaraydı.
Otomobiller çok az olduğu için faytoncular, at arabaları vardı. Diğer bir gün faytoncular davet edilirdi. Başka bir gün hoca efendiler, imamlar, müezzin efendiler çağırılırdı. Onlara da yine mali durumlarına göre gönül alıcı hediyeler verilirdi.
Ne tür hediyeler verilirdi efendim?
O zamanlar bugünkü gibi konfeksiyon da yoktu. Pâzen, amerikan bezi gibi çamaşır yapılacak şeyler verilirdi. Beylere de kumaş verilirdi. Tabi onları dikmek için bir de dikiş parası zarflara konup verilirdi. Yine ilmiyeden olan hoca efendilere, iffet sahibi kişilere de verilen zarfın içerisinde bir mektup olurdu. Örneğin “Muhterem Mehmet Hocaefendi, ikramımızı kabul ettiğiniz için size teşekkür ederiz” denirdi. “Ye’huzüs-sadakat” yani sadakaları Cenâb-ı Hak’ka verebilmek… Burada iki şey var: hem onların ihtiyacını karşılamak hem de onların, nezaketle; itibarını yükselterek, minnet altında bırakmama. Zaten Allah korusun; ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak: “İnfaklarınızı imha etmeyin!” buyuruyor.
“VERİLEN LÜKS İFTARLARDA MENFİ BİR TESİR OLUYOR”
Efendim artık iftarlar evde değil de dışarılarda, beş yıldızlı otellerde veriliyor. Veya belediyeler Ramazan çadırları kuruyorlar. Bunlarda bir problem görüyor musunuz? Ya da nelere dikkat etmek gerekir?
Öncelikle çocuklar bir video kaseti gibi, teyp bandı gibi ne gördülerse şuuraltına alıyorlar. Çocuklarda taklit meyli var. Bu lüks yerlerde iftarlar veriliyor. Çocukların zihninden fakir-fukara, garip-gureba siliniyor. Dünya diğerlerinden ibaretmiş gibi oluyor. Tabi oraya zenginler davet edildiği için tevazudan uzak bir şekilde, defileye gider gibi gidiliyor. Kanaatimce bu tür iftarlarda menfi bir tesir oluyor. Çünkü ruhani duyguları zedeliyor. Hâlbuki eski iftarlarımızda fakir, zengin hepsi aynı sofradaydı. Eller Cenâb-ı Hak’ka açılırdı ve duayla başlanıp, duayla bitirilirdi. Gönüller alınırdı. Fakir-zengin birbiriyle kardeşlik yaşardı. Bu tür iftarlar kardeşliği de uzaklaştırıyor.
Diğer bir husus; o zaman evde annelerimiz, ninelerimiz, yardımcı hanımlar yemek pişirirdi. Bu yemekler besmelelerle, kelime-i tevhitlerle yapılırdı. Bu lüks lokantalarda, af edersiniz; adamın abdesti var mı yok mu, meçhul. Besmele çekiyor mu, çekmiyor mu, o da meçhul. Her gıdanın maddi tarafıyla beraber, manevi tarafı var. Diğer bir mahsurlu tarafı açık büfe şeklinde yapılıyor çoğu zaman. O riyazet hali iftarda kayboluyor. İsraflar oluyor ve iftarın o ruhâni tarafı da zedeleniyor.
Efendim, iftar Ramazan’ın, orucun bir parçası. Dolayısıyla o niteliği ile de bir anlam taşıyor olmalı değil mi?
Müslüman içtimaileşecek. Bu tür yerlerde yapılan iftarlarda içtimaileşme olmuyor. Cuma namazında, bayram namazında içtimaileşme olacak. Cemaatle kılınan namazlarda içtimaileşme olacak. İftarlarda içtimaileşme olacak. Düğünlerde içtimaileşme olacak. Hac’da daha büyük içtimaileşme olacak. Zira Cenab-ı Hak “İyyake na’budü ve iyyake nestain” buyuruyor. Tekil değil çoğul, cem’i bir ifade var. “Ancak sana kulluk yaparım” demiyoruz, “yaparız” diyoruz. Cenâb-ı Hak birlikte istiyor. Demek ki bir mü’minin ferdi hayatı olacak. Ruhani hayatını inkişaf ettirecek, oradan içtimaileşecek ve ruhundaki o feyzi, ruhaniyeti in'ikâs ettirecek. Maalesef bu lüks düğünlerde, lüks iftarlarda zedeleniyor.
“LÜKS İFTARLAR RİYA VE KÜÇÜK GÖRMEYİ DE TETİKLİYOR”
Efendim, bu “lüks iftar” tabiri bile işin özüne aykırı bir şey, değil mi?
Burada devreye riya da giriyor, kısmen. “Ben daha lüks lokantada iftar ettiriyorum” gibi ekabir geliyor. Zayıflar küçük görüldüğü için alınmıyor oraya. Bu çok büyük bir tehlike. Çünkü ibadullahı istihkâr, hafife almak, onu küçük görmek yasaklanmıştır.
Efendim, çok zengin birisi beş yıldızlı bir otelde, diyelim temizlik işçilerine iftar verse… Bugünkü şartlarda düşünülemeyecek, tahayyül edilemeyecek bir şey olur.
Hatta beraber oturacaklar, beraber oturacaklar. Halid-i Bağdadî –kuddise sirruh- Hazretleri “Çok kişiler vardır, onlara kimse ehemmiyet vermez. Onları küçük görürler fakat onların içinde çok Allah dostları vardır. Çok da kendilerine izzet, ikram edilenlerin de bu izzet, ikram onların zararlarına olmuştur. Son nefeslerinde bile zorlanmışlardır” buyuruyor, Allah korusun. Müslümana tevazu yakışır. Cenâb-ı Hak Furkan suresinde “Rahman'ımın tecelli ettiği kullar, yeryüzünde mütevazı olarak dolaşırlar” buyuruyor. Bugün bir fakiri sofraya almamak kibir alametidir. Beni yaratan Allah onu da yaratmıştır.
HÜDAYİ KAPISINDA İKİ SARHOŞ
Bu konuda başka bir misal vermek istiyorum, başımızdan geçen bir hadise. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerinde, yirmi-yirmi üç sene evvel ufak bir yerde iftar verilmeye başlandı. Mahallenin düşkünleri gelirdi. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerine gelen misafirler gelirdi. Orada iftar vakti beklenirdi ve mütevazı iftar yemekleri verilirdi. Bir iftar günü iki tane sarhoş birbirlerine tutunarak geldiler. Cemaatin bir kısmı diyor ki “Tam Allah’ın rahmetinin indiği bir vakit. Bunlar da sarhoş, ağzı kokulu, isyan halindeler. Bunları buradan atalım” diyorlar. Bir kişi de kalkıp diyor ki “Arkadaşlar, bugün bu gelen iki kişinin o taraflarına bakmayalım. ‘Allah’ın iki aç kulu geldi’ diyelim” diyor ve sofralarına alıyorlar o iki sarhoşu.
Onlardan biri Abdülkadir Efendi, bir müddet sonra gördük ki hiç camiden çıkmıyordu. Hatta caminin bodrum katına yerleşmişti. O bodrum katında ufak tefek bazı zararlı hayvanlar da vardı, akrepler, ufak yılanlar. O zaman bir harabe halindeydi Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerinin camisi. Bir gün kendisine dedim ki “Abdülkadir Efendi, inşallah bir huzur yurdu yapılacak, seni oraya alırız. Burada seni rahatsız eden hayvanlar da var.” “Yok, Osman Efendi, ben çok memnunum. Onlarla arkadaş oldum. Bana hiç dokunmuyorlar. Birbirimize muhabbetle bakıyoruz artık” dedi. “Ben bütün kötü yollardan geçtim, girmediğim, çıkmadığım bataklık kalmadı. Allah’a şükürler olsun Hüdayi bana gönlünü, kapısını açtı” dedi.
OSMAN NÛRİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ İLE ABDÜLKADİR EFENDİ’NİN UMRE SEYAHATİ
Bir gün umreye gidiyorduk. Uçak da kalabalıktı. Hiç yer yoktu. Bir baktık ki Abdülkadir Efendi’yi de biri umreye gönderiyor; o da first classta oturuyor. "Allah Allah?" dedim içimden "Bu adam nasıl first classa girebilir?" İki-üç katı fiyat. Yaklaştım “Allah mübarek eylesin yolculuğunuzu” dedim. “Osman Efendi” dedi “Bir koltuğa iki tane bilet kesmişler, ben de açıkta kaldım. Burada boş yer vardı, beni de buraya oturttular.”
"MESCİD-İ NEBEVİ'DEN GÜZEL OTEL Mİ VAR?"
Yine bir gün Efendimiz – sallâllahu aleyhi ve sellem -‘in Mescid-i Nebevi’sindeyiz. “Abdülkadir Efendi” dedim “Nerede kalıyorsun, hangi otelde?” “Osman Efendi, buradan daha güzel otel mi var? Bak ben Allah Resulünün evinde kalıyorum” dedi.
Nereden nereye? Birbirine tutunarak gelen iki sarhoş… Bugün onu Allah’ın iki aç kulu olarak görüyoruz. Kalbin bir dergâh haline gelebilmesi… Büyük Allah dostlarının şiarı: Günaha olan nefreti, günahkâra taşıttırmayacaksın. Günahkârı yaralı bir kuş gibi alacaksın. Zaten dergâhlar da bu vazifeyi görüyordu. İşi bozulan, ailede kavgası olan, strese giren dergâha geliyordu. Orada bir teselli buluyordu. Cenab-ı Hak buyurdu ki “kavlen meysura.” Ona huzur verici birkaç söz söyleniyordu, huzura kavuşuyordu. Toplumdaki bir takım anarşik hadiseler, cinayetler vs. hemen hemen olmuyor gibiydi.
ÇOCUKLUK ÇAĞLARINDA TERAVİH
Efendim çocukluğunuzdan biraz daha bahsedelim istiyorum. Teravihler, ibadet olmanın yanında kendisiyle beraber şenlik de getiriyor topluma. Aileler gidiyor. Siz de böyle muhterem Üstadımızla, arkadaşlarınızla birlikte teravihe gider miydiniz?
Yazın ekseriyetle çok sıcak olur. Şimdiki gibi klimalar da yoktu. Hatta çok evvelden buzdolabı bile yoktu. Kuyuya testi sallanırdı. Mesela bir mahallede iki-üç evde buzdolabı vardı. Buzdolabı olan evler de buzluğuna taslar koyarlardı ve komşulara buz ikram ederlerdi. Komşuluk vardı, birbirlerinin sigortasıydılar.
Yazın teravihler bahçelerde kılınırdı, kışın da camilere gidilirdi. Tabi camiler ilk günlerde, bugün olduğu gibi dolu olurdu. Ramazan’ın ortasına doğru doluluk yarı yarıya düşerdi. Çocukluğumuzda camiye giderdik arkadaşlarımızla, güle oynaya. Büyükler “Aman evladım, ne güzel! Allah sizden razı olsun! Allah sizi büyük adam etsin!” diye dualar ederlerdi. Bu bir teşvikti.
TERAVİHLER İFTARIN HAZIM CİHAZI OLARAK KULLANILMAMALI
Hac arkadaşlığı, umre arkadaşlığı gibi teravih arkadaşlığı da ayrı bir güzeldir. Tabi o zamanlar çocukluk zaafı vardı. Hangi imam hızlı kıldırıyorsa oraya gidilirdi. Bu tabi ki doğru değil. Bizde maalesef hala aranıyor hızlı kıldıran imamlar. Hâlbuki tadil-i erkân şarttır ve zaruridir. Onun için tadil-i erkân ile kıldıran imamların arkasında namaz kılmak tercih edilmeli. Zira iftarın hazım cihazı olarak, teravihler kullanılmamalı.
Minarelere çıktınız mı efendim?
Minarelere çıkardık. O zamanlar hoparlör yoktu. Müezzin efendiyle beraber çıkar, etrafı seyrederdik. O da müezzinin bir ikramıydı. Bazen biz ezan okumak isterdik. Bunlar çok güzel teşviklerdi. İnsan daima öndekilerden ders alır. O şekilde şahsiyet ve karakterini ikmal eder.
Efendim şimdi yaz Ramazanları yaşıyoruz. Günde 18 saat falan oruçlu oluyoruz. Siz de gençliğinizde yaşadınız sanırım. Çocukların, gençlerin yazlarda, Ramazan'la olan ilişkilerini sıhhatli yürütmeleri nasıl mümkün olur?
Evet, ikinciyi yaşıyorum ben de. Tabi böyle zamanlarda moral ve telkin çok mühim. Mesela sahura kalkmak; sahurda bir gıda alınacak. Gündüz vücutta şeker eksiliyor; gündüzleri vakit varsa, mümkün mertebe kaylûleyi tavsiye ediyor Efendimiz – sallâllahu aleyhi ve sellem -.
Bir de çocuklara şu telkinde bulunulmalı: Bugün Suriye’de aç aç oruç tutan insanlar var. Tarlada çalışarak oruç tutan insanlar var. Düşmanın bombaları altında oruç tutanlar var. Biz ise rahatız, evimizdeyiz. İstediğimiz zaman ayağımızı uzatıp yatabiliyoruz. Bir noktada bu uzun günler bir iman testidir. Hatta Hazreti Ali –radıyallahu anh- kendisini sevindiren üç şeyi sayar, bunlardan birisi de uzun günlerde oruç tutabilmek. Madden sabır zorlanıyor ama hakikaten iftar zamanı ayrı zevk, ayrı bir lezzet oluyor. Ramazanlarda şunu da çok telkin etmek lazım. Bilhassa gençlere, orucun cehenneme kalkan olması; göze, kulağa, en zoru da dile oruç tutturmak.
BUGÜN TESETTÜR KIVAMINI KAYBETTİ
Başını örtüyor fakat dapdar bir elbise giyiyor. Bütün vücut hatları meydanda. Bu tesettür olmuyor. Efendimiz –sallâllahu aleyhi ve sellem- böyleleri için “giyinik çıplaklar” buyuruyor. Çünkü tesettürün vücut hatlarını kapatması lazım. Bilhassa hanımların vücudu daha mühim, çünkü tesir eder. Erkek vücudu düzdür, o kadar tesir etmez. Böyle yaz Ramazanları sahil memleketlerinde daha zor oluyor. Fakat insan ne kadar kendisini koruyabilse, o kadar da ecri artar. Zira şunu unutmamak lazım, “İbrahim –aleyhisselâm-‘ı ateş yakmadı. Cenab-ı Hak niyete göre muhafaza eder inşallah. Nasıl giderken önüzümden geçen otomobillerin plakalarını görüyoruz, fakat o plakaları okumuyoruz. Velhasıl o şekilde olması lazım. Eskilerin tabiriyle idameyi nazar ve iadeyi nazardan kaçınmamız lazım inşallah. Onun için göze oruç tutturmak lazım, kulağa oruç tutturmak lazım.
Kulağımızı manevi sedalarla doldurmamız lazım. Peygamber – sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Ya hayır söyle ya sus!” buyuruyor. Muaz Bin Cebel, Allah Resulünün çok sevdiği genç bir sahabeydi. Bir gün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devesinin üzerinde, arkadaşları da O’nun önünde gidiyorlardı. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-:
“–Ey Allâh’ın Elçisi! Seni rahatsız etmeyeceksem, yanına yaklaşmama izin verir misin?” diye sordu. Peygamber Efendimiz: “–Yaklaş!” buyurdu. Muâz O’na yaklaştı, yan yana ilerlemeye başladılar. Hazret-i Muâz:
“–Canım Sana fedâ olsun, yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Mevlâ’dan niyyâzım, bizim emânetimizi Sen’den önce almasıdır. Allah göstermesin, eğer Sen bizden önce vefât edersen, Sen’den sonra hangi ibâdetleri yapalım?” diye sordu. Hazret-i Peygamber bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine Muâz:
“–Allah yolunda cihâd mı edelim?” diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“–Allah yolunda cihâd güzel şeydir ama insanlar için bundan daha hayırlısı vardır.”
“–Yâni oruç tutmak, zekât vermek mi?”
“–Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.”
Muâz -radıyallâhu anh-, bu minvâl üzere insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem her defâsında:
“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” diyordu. Hazret-i Muâz:
“–Anam, babam sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz ağzını gösterdi ve:
“–Hayır konuşmayacaksa susmak.” buyurdu. Muâz –radıyallâhu anh-:
“–Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ın dizine vurdu ve ona şunları söyledi:
“–Allah hayrını versin Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa ya faydalı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzûra kavuşunuz.”(Hâkim, IV, 319/7774)
Belki, Efendimiz’in burada bahsettiği şey gıybette değildi, boş laflardı. Zira Cenâb-ı Hak bunu istemiyor. “Fe iza ferağta fensab. Ve ila Rabbike ferğab” buyuruyor. “Bir işini bitirdiğinde diğer bir işe koş, Allah’a yönel!” buyuruyor. Demek ki bir mü’min, adımıyla, nefesiyle, gözüyle, bütün gayretiyle devamlı takva üzere, istikametlenmesi lazım. Cenâb-ı Hak “Festakim fe ma umirtu” yani “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun” buyuruyor.
Kur’an’ı Kerim bir dil terbiyesi veriyor. Anne ve babanızdan biri sizin yanınızda yaşlanırsa "sakın onlara üf deme” buyuruyor. “Onlar için merhamet kanatlarını aç, mağfiret dualarında bulun” buyuruyor. “Kavlen kerima” yani “İkramkâr bir söz söyle” buyruluyor. Fakir, garip biri gelir, hiçbir şey veremezsen bile ona çıkmaz sokağı gösterme, reddetme, “Kavlen meysura” yani “gönül alıcı bir söz söyle” buyuruyor.
Efendim, kurulduğu günden bu yana hep Hüdayi’de bulundunuz. Oradaki iftarlarda hatırınızda kalan manzaralar, bizimle paylaşacağınız hususlar var mı? Bir de bu tür toplu iftarlarda bazen misafirlere yeterli itinanın gösterilmemesi gibi bir durumlar da oluyor. Neler hatırlatırsınız? Nasıl bir nezaket sergilenmeli?
Büyüklerden de aldığımız, Hüdayi’den de aldığımız, iftar verenin hizmette olması lazım. Hem bu hizmet verenin tevazusunu arttırıyor hem de hizmet veren hizmet etmek suretiyle hizmet edilene bir teşekkür edasında bulunuyor ki o hizmet edilen vasıtasıyla Allah’ın rahmetini kazanacak.
İFTAR SAHİPLERİ MİSAFİRLERİNE HİZMETTE BULUNSUNLAR
Bu vakıfların iftarlarını bir kişi finanse ediyor, üstleniyor. O kişiyi kastediyorsunuz değil mi?
Tabi, hizmette bulunsun. O gelenlerin gönlünü alsın nezaketle. Bilhassa orada garipler, kimsesizler varsa onlarla daha fazla meşgul olsun. Hem verdiği iftardan bir bereket alır hem de onların gönlüne girmesi dolayısıyla ayrı bir ecir alır. Gönlüne girmesinden daha çok ecir alabilir. Zira Musa –aleyhisselam- “Ya Rabbi! Seni ben nerede bulurum, seni nerede arayayım?” diye soruyor. Rabbimiz “Ya Musa! Sen beni gariplerin, kırıkların, yalnızların yanında bulursun” buyuruyor. Efendimiz – sallallahu aleyhi ve sellem- sık sık sahabeye sorardı, “Bugün bir yetim başı okşadınız mı? Cenaze teşrihinde bulundunuz mu? Hasta ziyaretinde bulundunuz mu?”
BU DUAYI GÜNDE ON DEFA TEKRARLAMALI
Davud-u Tâi Hazretleri buyuruyor ki “Resulullah ümmetini çok severdi ve ümmetine dua etmemizi arzu ederdi. Bir Müslümanın günde on sefer bu duayı tekrarlaması gerekir: ‘Allahümme asli ümmete Muhammed. Allahümme ferric an ümmete muhammed. Allahümmerham ümmete Muhammed. Rahmeten amme” yani “Ya Rabbi ümmet-i Muhammed’i ıslah et, hak yol üzere istikametlendir, ihtiyaçlarını ihsan eyle ve ümmet-i Muahmmed’e merhamet et!” Bu Ramazan’da bu duaya çok çok ihtiyacımız var.
BU BİR AYLIK MEVSİMDE CENABI HAK KUL OLMAYA YOĞUNLAŞACAĞIZ
İnşallah bu durum Ramazan’dan sonra da devam edecek. “Her görüdüğünü Hızır, her geceyi Kadir bil!” hayat düsturumuz olacak. Son nefesimiz de bir bayram sabahı olacak inşallah.
YORUMLAR