Verilen Nimetlerden Sorulacaksınız

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, Verilen Nimetlerden Sorulacaksınız konulu sohbetten bahsediyor...

VERİLEN NÎMETLERDEN SORULACAKSINIZ

Bizi, Hâdî sıfatının tecellîsi olarak halk eden Cenâb-ı Hakkʼa sonsuz hamd ü senâlar olsun. Büyük bir lûtuf, büyük bir ikrâm-ı ilâhî. Bizi, 124 bin küsur peygamber içinde en büyük Peygamberʼe ümmet kılan Cenâb-ı Hakkʼa sonsuz hamd ü senâlar olsun. Bu, bizler için çok büyük bir lûtuf. Çok büyük mükâfat. Fakat Cenâb-ı Hak bu verdiği nîmetlerin dâimâ bedelini arzu ediyor. “Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” buyuruyor.

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

(“…Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” [et-Tekâsür, 8])

Hâfız efendinin okuduğu birinci âyet, Âl-i İmrân Sûresiʼnde. Cenâb-ı Hak 90 civarında yerde “Ey îmân edenler!” buyuruyor. “Ey îmân edenler!” Bu hidâyet verdiği müʼminlere Cenâb-ı Hak; “Ey îmân edenler!” birçok şeye dikkat edecekler. 90 küsur yerde geliyor.

En mühimlerinden biri de; “Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre (Allâhʼın kudret ve şânına göre) siz de takvâ sahibi olun…” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. Yani Allâhʼa yaraşır şekilde takvâ sahibi olun.

Takvâ; nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kalbî merhaleler katetme, bunun neticesinde kendimizi ilâhî kameranın, ilâhî müşâhedenin altında olduğumuzun, kalben idrak ve şuur hâline gelebilmemiz…

Yani;

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nereye giderseniz O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

Yani bu âyet-i kerîmenin şümûlüne girebilmemiz kalben.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَمُوتُنَّ buyuruyor. “Sakın ha, ölmeyin!..” buyuruyor.

اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ “…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Yani burada bir imtihana gireriz. Fânî dünyanın imtihanlarında, onu kaybedene ikinci imtihan, üçüncü imtihan vs. alabildiğine gider. Fakat bu cihan, bir imtihan dershânesi olarak halkoldu. Âdem -aleyhisselâm-ʼdan itibâren başlayan son insana kadar, bu dershanenin talebeleriyiz.

Cenâb-ı Hak kitabıyla îkaz ediyor. Gönderdiği peygamberlerle îkaz ediyor. Şu dershâne ise binbir hikmetle dolu. Semâya baksan, ayrı bir âlem; ilâhî kudret tecellîleri, ilâhî azamet tecellîleri. Şu toprağa baksan, ilâhî nakışlar. Kendine baksan, insan mâzîsine dönse, nereden geldi ve nasıl geldi? Hep Cenâb-ı Hak kulunu tefekküre dâvet ediyor. Tefekkür, îmânın anahtarı.

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

Çok merhaleler katedeceğiz. Son nefeste bitiyor, imtihan durumumuz. Artık kazanmak, kaybetmek yok. Nasıl bir dünyaya bir âlemden geldik. Ruhlar âleminden geldik. Bu dünya âleminden de, bedenden, yani rûhun elbisesi olan bedenden çıkacağız. Ayrı bir kabir âlemine gireceğiz. Ne kadar ömrümüz var orada, kabir âleminde, o meçhul. Kıyâmet kopana kadar. Büyük infilâka kadar. Kıyâmete ne kadar bir zamanımız olacak, o da bir meçhul. Çok kısa olanları var, kısa olanları var, dehşet içinde geçenleri var.

İkinci; Yûnus Sûresiʼnden okunan âyette de, Cenâb-ı Hakkʼa dost olanlar:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Yani o büyük, korkunç infilâk… Cenâb-ı Hak o infilâkı bize bildiriyor. Enbiyâ Sûresiʼnde:

“Bir tomar yazılı kağıdı büker gibi bütün semâvâtı bükeceğiz, yok edeceğiz.” buyuruyor. “Eski hâline getireceğiz. Bu bir vaattir.” buyuruyor. (el-Enbiyâ, 104)

Abese Sûresiʼnde, en yakınından kaçacağını bildiriyor insanın, kendi başının derdinden. (Bkz. Abese, 34-37)

Hac Sûresiʼnde, süt veren anne -ki dünyada mümkün değil- çocuğunu bırakacak, hâmile kadın itrah edecek. İnsanları Allâhʼın azâbından sarhoş olarak görürsün.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (el-Hac, 2)

Daha buna benzer, dağlar nasıl olacak, denizler nasıl olacak, vahşî hayvanlar nasıl olacak, insan nasıl olacak, mücrim nasıl olacak?..

Fakat Cenâb-ı Hakʼla dostluğu burada temin edenler de:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

Cenâb-ı Hakʼla dost olanlar da orada “…Mahzun olmayacaklar, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyruluyor.

Yine o birinci, Âl-i İmranʼdan okunan âyetin devamında da Cenâb-ı Hak; “Allâhʼın ipine sarılın.” buyuruyor.

“…Müslümanlar olarak can verin. Allâhʼın ipine sarılın…” (Âl-i İmrân, 102-103) buyruluyor. Yani Kur’ânʼa sarılın. İslâmʼa sarılın…

Ondan sonra:

وَلَا تَفَرَّقُوا (“…Parçalanıp bölünmeyin…” [Âl-i İmrân, 103])

Bir de müslümanlar kardeş olacak. Müslümanlar birbirine zimmetli. Bir ayrılık olmayacak. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmenin devamında da, bu bir hidâyetin gelişi ile nasıl bir dostluk meydana geldi? Bunu Cenâb-ı Hak bildiriyor. Ve bu şekilde bir hayatımız olacak -inşâallah-.

Yine âyetler alt alta geldiği zaman birbirini tefsir eder. Yine Cenâb-ı Hak Fussilet Sûresiʼnde 30. âyetinde:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allahʼtır deyip…” yani Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde hayatını mîzân edenler…

ثُمَّ اسْتَقَامُوا: Allah Rasûlüʼnün istikâmetinde yürüyenler.

Zâten Fâtihaʼda:

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ

(“Bize doğru yolu göster.” [el-Fâtiha, 6]) diyoruz. Duâ ediyoruz. Cemî olarak, hepimizin bir sırât-ı müstakîm üzere olmasını.

Ondan sonra:

اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ diyoruz. Yani “…Nîmet verdiğin…” (el-Fâtiha, 7) Kimler nîmet verdiğin? Nebîler, sıddîkler, şühedâ/şehîdler ve sâlihler. Onlardan bir hisse almamız için duâ ediyoruz. Onların rûhânî hayatından bir sirâyet olması için.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7])

Bu, İslâm dışında bulunanlara da hiçbir zaman benzememek… İslâm şahsiyetini ve İslâm karakterini muhâfaza etmek. Cenâb-ı Hak her rekâtta bize Fâtihaʼyı tekrarlattırıyor.

İşte “Şüphesiz Rabbimiz Allahʼtır deyip…” (Fussilet, 30) yani bu minvâl üzerine olanlar…

ثُمَّ اسْتَقَامُوا: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin izinde olanlar. Nasıl izinde? İbadette, tâatte, muâmelâtta, ahlâkta, her nefeste Allah Rasûlüʼnün istikâmetinde bulunanlar için; “…Melekler iner, onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Şimdi, tefsirlerde buyruluyor ki:

Bu âyet, birincisi ölüm esnâsında, en zor. Canın gırtlağa geldiği anda. O zaman melekler iniyor. Kimlere ama?

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar mahzun olmayacaklar, üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62) Allâhʼın dostu olan kullarına. Kendini bu yola nezredenlere, adayanlara. Ölüm esnâsında geliyor melekler:

“…Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” (Fussilet, 30) diyorlar.

İkincisi; kabirde. En zor hâl bu. Bir hâlden bir hâle geçiş. Nasıl dünyaya gelmeden ruhlar âleminde dünya hakkında bir haberimiz yoktu. Oradan bir beden bitecek, rûhumuzla nasıl meçhul bir âleme gireceğiz? Bütün dünyadan alâkalar, irtibatlar, râbıtalar kopacak. Değişik bir âleme gireceğiz. Onun hakkında Efendimizʼden çok hadîs-i şerîfler var. Nelerle karşılaşacağız o kabirde?

Birincisi, ölüm esnâsında. İkincisi kabirde.

Üçüncüsü de “ba‘sü ba‘deʼl-mevt” ölümden sonra. يَوْمُ الْخُرُوجِ buyruluyor âyette, Kāf Sûresiʼnde. (Bkz. Kāf, 42) Bir çıkış günü olacak. Herkesin mezarlardan kalkış günü. يَوْمُ الْخُلُودِ, bir ebediyet günü başlayacak. (Bkz. Kāf, 34) O zaman da o melekler karşılayacak. O melekler yine:

“…Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” (Fussilet, 30) diyecekler.

Yine, Rûhuʼl-Beyânʼda ise, orada da buyruluyor, o tefsirde de:

Dünyada zor zamanlar olur. Sabırların zorlandığı anlar olur. An gelir sabırlar zorlanır. Orada da melekler iner, ruhlara bir ferahlık verir. Bir huzur hâli verir.

Bunlar hep Cenâb-ı Hakkʼın hidâyet verdiği kullar.

Eğer hidâyet üzere giderlerse Cenâb-ı Hakkʼın yardımlarını âyet-i kerîmeler bize bildiriyor.

Yine bu, nasıl bu istikâmete gireceğiz?

Âyetler hepsi birbirini tefsir eder. Muhammed Sûresiʼnin 7. âyetinde:

“Ey îmân edenler! Eğer siz, Allâhʼa yardım ederseniz…”

Kul nasıl Allâhʼa yardım edebilir? Yaratan Cenâb-ı Hak, sonsuz güç Cenâb-ı Hak. Yani siz yaşarsanız İslâmʼı, yaşarsanız ve İslâmʼı yaşatırsanız, Allah da size yardım eder.

Hep Cenâb-ı Hakkʼın yardımına muhtacız. Oʼnun yardımı olmadan olmaz. “…O zaman Cenâb-ı Hak size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyuruyor.

Yani burada da kul, kalbî merhaleler katedecek.

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“Nereye giderseniz O sizinle beraberdir…” [el-Hadîd, 4])

Kendisinin, Cenâb-ı Hakkʼın tarassutu altında olduğunu unutmayacak. Muvaffakıyetlerde dâimâ Cenâb-ı Hakkʼa hamd edecek, tesbih edecek.

اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِى دِينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا

(“Allâhʼın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâhʼın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit.” [en-Nasr, 1-2])

Cenâb-ı Hak çok büyük bir zafer veriyor. Mekkeʼnin fethini. Efendimizʼin vefatından 80 gün evvel indi bu sûre-i celîle. Onların İslâmʼa fevc fevc, kâfile, kâfile (geldiğini) görürsün, buyuruyor.

Burada Cenâb-ı Hak kendisinin yardımını bildiriyor.

فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ buyuruyor. Bunu gördüğün zaman; “Sen, hamd ile tesbih et Rabbini…” (en-Nasr, 3) buyuruyor. Sana bu muvaffakıyeti veren, Cenâb-ı Hak. Onun için lügatte “ben” olmayacak, “Sen yâ Rabbi” olacak.

Sonra; “وَاسْتَغْفِرْهُ” geliyor. (en-Nasr, 3) Hem Cenâb-ı Hakkʼı hamd ile tesbih edeceğiz dâimâ, ondan sonra da Cenâb-ı Hakkʼa istiğfâr edeceğiz.

Birçok gafletlerimiz oluyor, yanlışlıklarımız oluyor. Onlara da Cenâb-ı Hak “Tevvâb/tevbeleri kabul edici” (olduğunu) bildiriyor. (en-Nasr, 3)

Demek ki burada nasıl bir din yaşanacak ki bu ayaklar kaymayacak?

Yine Cenâb-ı Hak diğer bir âyette:

“Ey îmân edenler! Allahʼtan korkun! Herkes yarına ne hazırladığına baksın…” (el-Haşr, 18) Haşr Sûresiʼnde.

Cenâb-ı Hak kıyâmet gününe “yarın” diyor. Belki iki bin, on bin sene var, bilemiyoruz. Fakat Cenâb-ı Hak “yarın” diyor. Niye “yarın” buyuruyor? Sonsuzluk karşısında “yarın” buyuruyor. Yarın, en kısa zaman ifâdesidir.

“Herkes yarına ne hazırladığına baksın…” buyuruyor.

Demek ki;

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.)

Bir muhâsebe hâlinde olacağız.

Cenâb-ı Hak; “وَالْفَجْرِ” (el-Fecr, 1) buyuruyor. Sabahleyin kalktık, Güneşʼin doğmasıyla, bir seher vaktiyle. Düşüneceğiz:

“Yâ Rabbi, bugün bize hayat defterinden bir sayfa daha açtın. Dün dünyada olup bugün dünyada olmayan, öbür tarafa intikal eden çok insan var…”

Tabi her sabah kalktığımız zaman; “Yâ Rabbi, elhamdülillah!” diyeceğiz. “Bugün bize takvimden bir yaprak daha açtın. Ben bu takvimi bugün nasıl dolduracağım? Namazım nasıl olacak? Beşerî münâsebetlerim nasıl olacak? Kendim için ne kadar, kendimin dışındakiler için ne kadar ben sarf edeceğim?”

Hep Cenâb-ı Hak îkaz hâlinde. Çok mühim bir îkaz var o âyetin altında, Haşr Sûresiʼnin 19. âyetinde.

“Allâhʼı unutan, Allâhʼın da kendilerini unutturduğu kişi(ler gibi) olmayın…” buyruluyor.

Şimdi, haramlarda câzibe var. Kerahatlerde câzibe var. Kendini gösterme meylinde câzibe var. Öfkeleniyor, kendini gösterme meyli. O zaman ne oluyor? Cenâb-ı Hakkʼı unutuyor kul. Hiçbir zaman öfkelenirken besmele çekilmez. Dedikodu yapılırken besmele çekilmez. Bir yanlışta besmele çekilmez. Allah unutulduğu zaman insan şerre doğru akar gider. İşte Cenâb-ı Hak; “Allâhʼı unutan, Allâhʼın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın…” (el-Haşr, 19) buyuruyor.

Demek ki, buradan da çıkan; kalp, devamlı Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak. Fakat bu nasıl olacak? Bu, dilde kolay da bunun hayata geçmesi lâzım.

İşte peygamberler üç vazifeyle geliyor.

Birincisi; Allâhʼın âyetlerini tebliğ etmek.

İkincisi; “وَيُزَكِّيهِمْ” onların iç âlemlerini temizlemek, insanların. Nasıl iç âlem temizlenecek? Duygular yıkanacak. Duygular temizlenecek. Duygular menfilikten müsbete doğru gidecek. Fısktan, fücurdan takvâya doğru gidecek. Bizi güldüren, ağlatan hareketlerimiz vs. kalbimizdeki duygulara bağlı. Demek ki duygular yıkanacak ki:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

((Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 8-9])

Duygular temizlenecek ki;

ثُمَّ اسْتَقَامُوا: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin izinde bir yol almak, katetmek kolaylaşacak.

Üçüncü merhale de peygamberlerin; Kitap ve hikmeti tecellî ettirme. O kalpte Kur’ân tecellî edecek. Herkes aynı rahle başına oturur, kalbinin durumuna göre Kur’ân ona hisseler verir.

Yani bir denizin sahilinde bulunan, ancak denizin sathını görür. Görebildiği yere kadar. 500 metre, 1000 metre. Belki bir-iki metredeki yosunları, taşları görür. Fakat güçlü bir dalgıç, daldığı derinliğe göre birtakım manzaralar seyreder. İşte Kur’ân-ı Kerîm, bize bütün, 6600 küsur âyetten mürekkep, fakat insan hayatının her safhasını kaplıyor. Bir saâdet kitabı.

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

“…Takvâ sahipleri için bir hidâyet.” (el-Bakara, 2) Bir rehber. Kalp o duruma gelecek.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Siz takvâ sahibi olun ki, Allah size (doğruyu-eğriyi bildirsin, güzel yolu size) öğretsin…” (el-Bakara, 282) buyruluyor. Yani satırlardan almak mümkün olmayanı, Cenâb-ı Hak onları kalbe ilham edecek.

O zaman ne olacak o insan? Hadîs-i mütevâtirde:

“…Gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi olurum…” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)

Böyle bir, Cenâb-ı Hak seviye istiyor kulunda. Demek ki bu dünya, büyük bir gayret mekânı. Dünyevî çalışmalarımız da olacak tabiî. Müslüman numûne olacak. “اَحْسِنُوا” Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 195) Müslümanın her şeyi en güzel olacak.

Fakat Cenâb-ı Hak nefs-i mutmainne istiyor. Yani itmiʼnâna gelmiş. Ne verdiyse bana, hepsini Cenâb-ı Hak verdi. Mal verdi, Cenâb-ı Hak verdi. Akıl verdi, Cenâb-ı Hak verdi; akılsız yaratılmadık. Göz verdiyse Cenâb-ı Hak verdi. Cenâb-ı Hak ne verdiyse hepsini Cenâb-ı Hakkʼın yolunda kullanabilmek.

Yani Allâhʼın verdiği nîmete teşekkür edebilmek. Cenâb-ı Hak;

“…Şükreden kullarım azdır.” (es-Sebe’, 13) buyuruyor.

Dilde; “Yâ Rabbi şükür!” ile iş bitmiyor. Yani fiilde şükür isteniyor…

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.