Vesile Ne Demek? Vesile Ne Anlama Gelir?
Vesile ne demek? Vesile kelimesinin anlamı nedir? Vesile kelimesine örnek cümleler...
Vesîle: Bir şeye ulaşmayı mümkün kılan yol, vâsıta, sebep. Elverişli hâl, fırsat, bahâne anlamlarına gelmektedir.
VESİLE KELİMESİNE ÖRNEK CÜMLELER
Edebali Hazretleri, nasıl Osman Gâzi’yi mânen yetiştirip devâsâ bir devletin temelinin atılmasına âmil olmuş ise, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de 1. Ahmed Hân’ın mâneviyat âleminde merhaleler katetmesine vesîle olmuş ve böylece onun zâhirî meziyetleri yanında Osmanlı coğrafyasına engin bir adâlet, merhamet ve huzur sûretinde akseden büyük şahsiyetini ortaya çıkarmıştır.
*****
‘‘Bütün sultanların toplandığı yüce bir meclis kurulmuştu ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kadılık makâmında oturmaktaydı. Bir nevî mahkeme kurulmuştu. Sultan Kayıtbay, türbesini ziyârete vesîle olan bu ‘‘Kadem-i Saâdet’’in alınıp İstanbul’a götürülmesinden dolayı Sultan Ahmed’den dâvâcı olmuştu.
İşte bu düşman faâliyetleri dolayısıyla memleket, bir kültür erozyonu ile karşı karşıya gelmişti. Abdülmecîd Han devrinden kalan bu çöküntü, Abdülazîz Hân’ın direnmeleri ile asgarîye indi. Neticede bu mukâvemet, onun şehâdet kanlarına bürünmesine vesîle oldu."
*****
Daha evvelce ifâde ettiğimiz gibi Sultan Abdülazîz Hân’ın, devleti eski ihtişam ve gücüne ulaştırıcı icraat ve hamleleri, birtakım menfaatçi ve hâin grupları tedirgin etmekteydi. Nitekim bu vasıfta olan bâzı devlet adamları da, boş durmayıp gizli entrikalarla Sultân’a karşı hummâlı bir faâliyet yapmaktaydılar. Bunlardan husûsiyle çeşitli vesîlelerle suçları bâriz bir şekilde tespit edilmiş, önce azledilmiş, sonra tekrar kendilerine mevkî verilmiş olan dört kişi; Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa, Mütercim Rüşdü Paşa ile Hayrullah Efendi, pâdişâha karşı ciddî bir ihtilâl hazırlığı içindeydiler.
*****
Sultan Abdülhamîd Hân’ın dünya çapında ithâmına vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde baş gösteren Ermeni meselesidir. Ermeniler, ülkemizde yaşayan gayr-i müslim halklar arasında bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler. Asırlarca ‘‘tebaa-i sâdıka’’ olarak vasıflandırılmışlardı. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulaşmak isteyen Ruslar’ın propagandalarına aldanarak sadâkatten ayrıldılar. İlk önce Rus tahrîkiyle başlayan Ermeni kıpırdanışları, sonradan bütün hristiyan batı devletlerinin alâkasını çekti ve onlar da bu ihtilâfa dâhil oldular.
*****
Yaşlı Anzak ağlamaya başlamıştı. Türk doktorun adını sordu. “Ömer” cevabını alınca, yıllardır karar verdiği, fakat bir türlü bir vesîle bulup da ortaya çıkaramadığı bir niyetle yatağından doğruldu. Bir müddet Doktor Ömer Bey’in yüzüne dalgın dalgın baktı. Sonra derin bir nefes alarak o âna kadar tadamadığı bir haz ve vecd içinde:
‘‘---Evlâdım! Ne güzel bir ismin var! Şimdiden sonra benim adım da Ömer olsun; Anzaklı Ömer olsun!..’’ dedi.
*****
Osmanlılar, Allâh’ın kulları arasında ırkî bir fark gözetmemiş ve tarihte Emevîler’in yaptığı gibi idâresi altındakileri kendi milliyeti içinde eritme gayreti gütmemişlerdir. Bu da, Batının tahrikleri ve milliyetçilik cereyanlarının zuhûruna kadar yetmiş iki milleti bir buyruk altında sulh ve sükûn içinde yaşatabilmelerini mümkün kılmıştır. Herkesin diline, dînine, örf ve âdetine müsâmaha nazarıyla bakarak bugün milletler için artık bir olgunluk sebebi sayılmaya başlanan çok kültürlülüğü tarihte kâ‘bına varılmaz bir seviyede gerçekleştirmişlerdir. Gayr-i müslimlerin kendi aralarında ortaya çıkan ihtilaflarına, onların inanç ve kânunlarına göre muhâkeme etmeye kadar müsâmaha göstermişlerdir. Bu maksatla patrikhânede ve elçiliklerde mevcut olan husûsî mahkemeler, bu devletin yıkılışına kadar faâliyet göstermiştir. Bu müstesnâ adâletin -asr-ı saâdet hâriç- tarihte bir emsâli olmadığı gibi, bugün de yeryüzünde hiçbir ülkede tatbikâtı yoktur. Osmanlılar, müslimlerle gayr-i müslimlerin adâlet önündeki eşitliğini İslâm’ın verdiği yüce bir rûh ile titiz bir sûrette korumuşlardır. Bunun tarihte emsalsiz misâllerinden biri de Fâtih’in bir Rum mîmarla eşit şartlarda muhâkeme edilmesidir ki, bu, cihan tarihinde eşine rastlanmayan pek parlak bir adâlet örneğidir.
İşte Osmanlı’da idârecinin önce nefsini tezkiye etmesini, sonra da icraatını şahsî sultası yerine Allah adına ve ilâhî bir mes’ûliyet duygusuyla gerçekleştirmesini sağlayan, her vesîleyle temas etmeye çalıştığımız mânevî rehberler silsilesinin temel taşı Şeyh Edebali Hazretleri’dir. Gerçekten Şeyh Edebali Hazretleri, devletin kuruluş yıllarında onun velî bânîsi olan Osman Gâzi’nin ruh ve irâdesini en mükemmel sûrette yönlendirerek tarihte mübârek ve muazzez bir rol oynamıştır.
*****
Fiillere yön veren çoğu kere akıl ve idrâkten ziyâde hisler olduğundan, aklın şer’î ölçülerle terbiye ve kontrolu kadar hislerin de İslâm’ın özüyle yoğrulması bir zarûrettir. Bu da, aklî faâliyetler kadar kalbî faâliyetlerin de düzenlenmesini gerektirir. İşte tarîkat, şerîate râm olmuş bir akılla zâhirini düzeltebilmiş olanların ‘‘mükemmel bir mü’min’’ olabilmek için hislerinin de terbiye edilip yönlendirilmesi ihtiyâcının eseridir. Bu demektir ki şerîat, zâhiri; tarîkat ise, bâtını düzeltme vâsıtasıdır. Dolayısıyla “şerîatsiz tarîkat olmaz” sözü, bu yolun kâmil erbâbı tarafından her vesîleyle
tekrar edilegelmiştir. Bilinen bir tâbirle; ‘‘pergelin sâbit ayağı şerîat, seyyar ayağı ise tarîkat’’ olarak ifâde edilmiştir.
YORUMLAR