Vesvese Çeşitleri Nelerdir?
Şeytan nasıl vesvese verir? Vesvese çeşitleri nelerdir? Şeytanın vesveselerinden korunmak için Peygamber Efendimiz'in tavsiyeleri...
Şeytanın sağdan yaklaşmaları çeşit çeşittir. Din, îman ve ibâdet yolundaki mü’minlere türlü, karışık vesveseler verir.
VESVESE ÇEŞİTLERİ
Meselâ, şeytan; aşırı derecede fikir ve kuruntularla meşgul olan kimi mü’minlerin kalbine îmân ile alâkalı şüpheler atmaya çalışır. Şeytanın en tehlikeli vesveselerinden biri Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Sizden herhangi birinize şeytan gelir de;
«–(Şunu) böyle kim yarattı? (Şunu) böyle kim yarattı?» en sonunda;
«–Rabbini kim yarattı?» der (bu şekilde vesvese verir.)
İmdi şeytanın vesvesesi Rabbiniz’e kadar erişince o vesveseli kişi hemen;
«Kovulmuş şeytandan Allâh’a sığınırım!» desin ve vesveseye son versin!..” (Buhârî, Bed‘ü’l-halk 11; Müslim, Îmân, 214)
Bazı rivâyetlerde;
“«Allâh’a îmân ettim!» desin!” (Müslim, Îmân, 212) ilâvesi de vardır.
İNSAN SINIRLIDIR
Bir insanın tahayyülü ve tasavvuru, zaman ve mekânla mahduttur. Akıl, sınırlıdır ve âcizdir. İnsan, eşyayı ancak zıddı ve benzerleriyle idrâk etmeye çalışır.
Hâlbuki Cenâb-ı Hak «Müteâl»dir, yüceler yücesidir ve idraklerin ötesindedir. Ne bir benzeri ne de bir zıddı vardır. Zamandan ve mekândan münezzehtir. Evvel ve Âhir’dir. Yani varlığının başlangıcı da yoktur, sonu da yoktur.
Bu bakımdan insan için, kavrayamayacağı hususta, yani sınırlarının ötesindeki bir sahada vesveselere dalmak, akl-ı selîme de muvâfık değildir. İnsan havsalası; Hâlık’ı hakkıyla idrâk etmek şöyle dursun, kendi rûhunu, sayısız galaksilerle dolu âlemi dahî idrakten âcizdir.
ALLAH'IN ZATI ÜZERİNDE DÜŞÜNMEYİN
Bu sebeple Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zât-ı üzerinde düşünmeyin. Zira siz O’nun kadrini (O’na lâyık bir sûrette) asla takdir edemezsiniz…” (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81)
Burada tavsiye-i Peygamber; Allâh’ın sübûtî sıfatları üzerinde derinleşmek, Zât’ı hakkında hayallere kapılmamaktır.
Zaten beşer idrâkini îman ve irfân iklimine götürüp hidâyet nûruna vâsıl edecek olan Allah hakkındaki bilgiler de; Zât’ının mâhiyetine dair değil, sıfatlarına dairdir. Zira Allah Teâlâ, zaman ve mekândan münezzehtir. İnsan idrâki ise, zaman ve mekânla şartlandığından; onun mantığı, ancak maddî âlemden aldığı intibâlarla faaliyet gösterir. Bir şeyi kavrayabilmek için o şeyin görülebilen âlemde bir benzerinin ve bunun da zihinde bir intibâının olması lâzımdır. Allah ise, yarattıklarına benzememe sıfatı ile muttasıftır (muhâlefetün li’l-havâdis). Bu, sonradan meydana gelmiş olan hiçbir şeye benzememeyi, onlardan mutlak bir sûrette farklı, üstün ve mükemmel olmayı ifade eder. Bu mantıkî gerçek, kâinâta hâkim olan nizâmın mükemmelliğini idrâk etmenin bir neticesidir. Böyle bir âlemi yaratmak kudretindeki ilk sebep, yani Hâlık Teâlâ Hazretleri, -hâşâ- eseriyle asla mukayese edilemez. O; bütün yaratılmışların üzerinde bir kemâl, azamet ve kudret sahibidir. Böyle olması lâzım geldiği de, aklî ve mantıkî bir zarûrettir.
Bu itibarla eşi ve benzeri bulunmayan Allâh’ın zâtî mâhiyeti hakkında fikir yürütmek, beşer için ne mümkün ve ne de doğrudur.
Rasûlullah Efendimiz’in dahî Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ettiği rivâyet olunmuştur:
“Yâ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun veçhile tanıyamadım… Sana hakkıyla kulluk yapamadım…” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)
KADER İNSANIN İDRAKİ DIŞINDA BİR HADİSEDİR
Kader de insan idrâkinin ötesinde bir hâdisedir. Zira yine zaman ötesi bir tarzda Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ilmini ve kudretini alâkadar etmektedir. Ayrıca kader, insana husûsen gizli bırakılmıştır.
Kehf Sûresi’nde bildirildiği üzere, Musa -aleyhisselâm- Hızır -aleyhisselâm- ile sırlı bir yolculuk yaptı. Şahit olduğu üç mevzuda ona itiraz etti fakat meselenin hikmetini öğrenince, teslîmiyet içinde hayran kaldı.
İnsan idrâkini aşan böyle îmânî meselelerde vesveseler, bir mü’mini son derecede rahatsız edecektir. Nitekim ashâb-ı kiramdan bazıları Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek şöyle demişlerdi:
“–Kimimizin aklından bir kısım vesveseler geçiyor ki, normalde bunu söylemenin
günah olacağı kanaatindeyiz.”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sordu:
“–Gerçekten böyle bir korku duyuyor musunuz?”
Onlar;
“–Evet!” dediler.
Efendimiz, onları şöyle tesellî etti:
“–İşte bu (korku) îmandandır (akla gelen vesvese de zarar vermez).” (Müslim, Îmân, 209)
Şeytan bunlarla meşgul ederek hem huzuru kaçırmak hem de insanın kendi îmânından şüphe etmesini sağlamak ister. Demek ki, zihne ve kalbe inançla alâkalı olarak üşüşen böyle vesvese ve vehimleri bertaraf etmek lâzımdır.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) TAVSİYESİ
Şeytanın istediği neticeden muhafaza olmak için, Peygamber Efendimiz’in şu hatırlatmasını da unutmamak çok faydalı olacaktır.
“Allah Teâlâ; içlerinden geçen fena şeylerle amel etmedikçe veya onu konuşmadıkça, o şey yüzünden ümmetimi hesaba çekmeyecektir.” (Buhârî, Talâk, 11; el-Eymân ve’n-nüzûr: 15)
Burada şu husus da unutulmamalıdır ki;
«Vesvese zarar vermiyormuş.» diyerek, dînin teslîmiyet gerektiren sahalarında felsefeye boğulmak, insanı daha da bunaltır.
Dînin bazı meseleleri, akıl üstüdür. Akıl yürütmeler, kıyaslar ve felsefî düşünceler o vadide insanı ancak huzursuzluğa ve şüpheye sürükler.
Nasıl, gözün bir görme hududu varsa; kulağın ancak belli bir aralığı işitme husûsiyeti varsa; aklın da mahdut bir sahası vardır. O hududun dışını idrâk edemez.
Aklın bittiği yerde ise hikmet devreye girer. Hikmete ise ancak teslîmiyete sahip ârif kullar nâil olurlar. Cenâb-ı Hak; çözülemeyen bir hâdisenin sırrî tarafından, o kullarını haberdar eder.
Dîni anlamaya tek başına akıl kâfî gelmediği için, Cenâb-ı Hak kitap ve peygamber göndermiştir.
Bütün akılcı feylesoflar birbirlerini tekzip ederek gelmiştir, bütün peygamberler ise birbirlerini tasdik ederek gelmişlerdir. Çünkü peygamberler, vahiy istikametinde aynı hakikati tebliğ etmişlerdir.
Vahiyden nasipsiz akıl ve felsefe, insanlığa saâdet getirmemiştir.
Eflâtun, hakikati aklıyla aramaya çalışırken yaratılanla yaratanı birbirine karıştırmış, şaşıya dönen bir mantıkla «panteizm»i ortaya atmıştır.
Meselâ Aristo; ahlâk felsefesinin birtakım kanun ve kaidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, ilâhî vahiyden uzak olduğu için onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saâdete kavuşmuş bir kimse göremeyiz. Çünkü filozofların kalpleri tasfiye, nefisleri tezkiye görmemiş; fikir ve fiilleri, vahyin müstesnâ yardımlarıyla olgunlaştırılmamıştır. Bu sebeple, sistemleri de konferans salonlarından veya kütüphânelerin tozlu raflarında kalmış kara kaplı kitapların satırlarından dışarıya çıkamamıştır.
Muhammed İkbal’in temsilî olarak dile getirdiği şu hakikat ne kadar mânidardır:
“Bir gece, kütüphânemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:
«–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin fazîletler şehri mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın… (Sen ise ey pervâne, hep nur içindesin!..)»
Güvenin bu feryâdına mukabil, pervâne; güveye, yanık kanatlarını gösterdi:
«–Bak!» dedi. «Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.» Sonra da şöyle devam etti:
«–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..»
Yani pervâne; güveye, yanık kanatlarını göstererek hâl lisânı ile;
«Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryâsından nasiplenerek vuslata kanatlan!..» demekteydi.”
Sadece akıllarıyla yol almaya çalışan feylesoflar, bu noktalarda dalâlete / sapıklığa yuvarlanmıştır.
Vahyin tayin ettiği hududun içinde aklı kullanan kelâm âlimleri, bir yere kadar yol alabilmiştir.
Hattâ bazı kelâm âlimleri de bu çıkmazlardan çıkamamışlardır. Meselâ; ya kaderi inkâr ya cüz’î iradeyi inkâr bataklığına düşmüşlerdir.
Sûfîler ise, teslîmiyet ile huzûr-ı kalp ile mârifet yolunda devam edebilmişlerdir.
Çünkü yegâne çare hadîs-i şerifte emredildiği gibi; «Îmân ettim!» diyerek; «سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا: İşittik, itaat ettik!» diyerek tam teslîmiyet göstermektir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş,Yüzakı Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Kasım, Sayı: 165
YORUMLAR