Ya Rabbi! Sen’i Nerede Arayayım?
Kul, Allah'ı (c.c) yani O'nun rızasını nerede arayacak? Allah'ın rızasını kazanmak için neler yapmalıyız? Allah'ı (c.c) yani O'nun rızasını arayan her Müslüman için “Yâ rabbi! Sen’i nerede arayayım?” sorusunun cevabı...
Rivâyete göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbi! Sen’i nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu.
Allah Teâlâ da ona:
“–Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
KİM BU SÂLİH AMELLERİ BİR ARAYA GETİRİRSE O MUTLAKA CENNET’E GİRER
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına sık sık sorardı:
“Bugün kim bir cenaze namazına iştirâk etti?
Bugün kim bir yoksulu doyurdu?
Bugün bir hasta ziyaretinde bulunan var mı?”
Sonra da:
“Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse o mutlaka Cennet’e girer.” buyururdu. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)
Hakk’a kulluk; namaz, oruç gibi şahsî ibadetlere ilâveten; din kardeşlerini düşünebilmek, dertlilerin derdine derman olmak, cömertlik, fedakârlık, Allah yolunda gayret etmek gibi ictimâî kulluk vazifelerini de ihtivâ eder. Zira Cenâb-ı Hak, mü’minleri birbirine zimmetli kılmış, birbirini yıkayan iki el gibi, yekdiğerini koruyup kollamalarını arzu buyurmuştur.
Bir hadîs-i kudsîde buyrulduğu üzere;
“Allah Teâlâ kıyâmet gününde şöyle buyurur:
«–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Ben’i ziyaret etmedin.»
Âdemoğlu:
«–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl ziyaret edebilirdim?» der.
Allah Teâlâ:
«–Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?
Ey Âdemoğlu, Ben’i doyurmanı istedim, doyurmadın.» buyurur.
Âdemoğlu:
«–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl doyurabilirdim?» der.
Allah Teâlâ:
«–Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini Ben’im katımda mutlaka bulacaktın. Bunu bilmez misin?
Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, vermedin.» buyurur.
Âdemoğlu:
«–Ey Rabbim! Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirdim?» der.
Allah Teâlâ:
«–Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevâbını katımda bulurdun, bunu bilmez misin?» buyurur.” (Müslim, Birr, 43)
YARATAN’DAN ÖTÜRÜ YARATILANA ŞEFKAT VE MERHAMET GÖSTERMENİN FAZİLETİ
Demek ki Yaratan’dan ötürü yaratılana şefkat ve merhamet göstermek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına vesîle olurken, bunun aksine, muhtaçların feryatlarına bîgâne kalmak da ilâhî gazabı celbeder.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde en çok “Rahmân ve Rahîm” esmâsını bildiriyor. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber Efendimiz’in de “raûf ve rahîm” yani çok şefkatli ve merhametli olduğunu haber veriyor.
Dolayısıyla Allâh’a kul, Peygamber Efendimiz’e ümmet olan bir mü’minin de, bu esmâ ve sıfatlardan hisse alarak, bir “rahmet insanı” olması zarûrîdir. Yani elinden-dilinden, hâlinden-kālinden ümmet-i Muhammed’in müstefîd olduğu, deryâ gönüllü bir insan olması îcâb eder. Hattâ gönlünü bütün mahlûkâtın huzur bulduğu bir şefkat ve merhamet dergâhı kılması gerekir.
Zira hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:
“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16)
Cenâb-ı Hakk’ın merhametine nâil olmak istiyorsak, O’nun rızâsını tahsil niyetiyle, biz de Allâh’ın bütün mahlûkâtına karşı müşfik ve merhametli olmak durumundayız.
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını arayan bir mü’min, mâtemlerin civârında dolaşmalıdır. Yani muhtaç, muzdarip, bîçâre, dertli ve kimsesizlerin yanında ve yardımında olmalıdır.
YA RABBİ! SEN’İ NEREDE ARAYAYIM?
Rivâyete göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbi! Sen’i nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu.
Allah Teâlâ da ona:
“–Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Şeyh Sâdî’nin ifadesiyle; “Hak dostları, daha ziyade, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.” Yani hâlini arz edemeyen muhtaçları sîmâlarından tanır, kimsesizlerin kimsesi olur, onların sesli ve sessiz feryatlarını işitir ve bir Güneş gibi en kuytu yerleri dahî aydınlatırlar.
Mü’min de toplumda sahipsiz kalmış, ihmâl edilmiş kırık gönülleri aramalıdır. O gönülleri ihyâ edebilmenin vecdiyle kalben seviye kazanmalı, Rabbine yakınlığını artırmalıdır.
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kimsenin küçük ve önemsiz görülmesini istemez, zayıflara ve bîçârelere bizzat yakınlık gösterir;
“Siz ancak zayıflarınız sâyesinde yardım görür ve rızıklandırılırsınız.” buyururdu. (Buhârî, Cihâd, 76; Nesâî, Cihâd, 43)
Hattâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- fakir muhâcirler hürmetine Allah’tan, müslümanlara yardım ve zafer ihsân etmesini talep ederdi. (Taberânî, Kebîr, I, 292)
Ârifler bilirler ki; insanın bedeni yemekle doyar, rûhu ise yedirmekle…
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ümmetinin açlarını doyurmadan kendi açlığını düşünmezdi. Ümmetinin açlarını doyurmanın huzuru, O’na âdeta kendi açlığını unuttururdu.
Hazret-i Mevlânâ, yeryüzünde üşüyen biri varsa kendini ısınma hakkına sahip görmezdi.
Bunun içindir ki kâmil mü’minler; muhtaç ve muzdaripleri sevindirerek onların kalbî duâlarını alabilme iştiyâkıyla yaşayan “rahmet insanları”dır.
Merhametin en mühim tezâhürü ise infaktır, cömertliktir, fedakârlıktır. Âyet-i kerîmede;
“…Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de ihsân et!..” (el-Kasas, 77) buyruluyor.
Mü’min, kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemelidir. Onun mahrûmiyetini telâfi edebilmeyi, uhrevî bir nîmet ve saâdet bilmelidir.
Bu hususta Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Veren kişi, alana teşekkür edâsı içinde ikrâm etmelidir. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî bir ihtiyacının giderilmesi; verenin nasîbi ise ilâhî rızâ ve âhiretteki sonsuz lûtuflardır. Böyle olunca, veren daha kârlı durumdadır. Onun için muhâtabına teşekkür etmelidir.”
Nitekim Allah katında en kıymetli infak da samimiyetle, sevinerek ve teşekkür edâsıyla yapılan, hiçbir fânî karşılık ve minnet beklenilmeyen hâlisâne infaklardır.
Nitekim sahâbe-i kirâm efendilerimiz, infâk ettiklerinde muhâtaplarına diyorlardı ki:
“…Biz sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz, çok çetin ve belâlı bir günde (kıyâmet gününde) Rabbimiz’den (O’nun gazabına uğramaktan) korkarız.” (el-İnsân, 9-10)
Diğer taraftan, infakta bulunabilen bir mü’min, kendisini bu hayra muvaffak kıldığı için de Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği cömertlik ve fedakârlık hissiyâtı ile O’nun rızâsına nâil olmaktadır. Yine mü’min, hakîkatte sadakaları alanın Allah olduğu[1] şuur ve idrâki içinde, büyük bir edep ve hassâsiyetle infakta bulunmalıdır. Elindeki imkânları -içinde en ufak bir rahatsızlık duymadan- bilâkis tarifsiz bir zevk ve sevinç içinde muhtaçlarla paylaşmalıdır. Paylaşabildiğini kâr saymalı, verebildiğini asıl kazanç bilmelidir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2019 – Aralık, Sayı: 406