Yabancıya Hayranlık Duyanların Hali

HAYATIMIZ

Sahip olduğu kıymetlerden gafil kalıp da, başkalarının bâtıl vaziyetine hayran olanların hâli Kuran nasıl anlatıyor? Bizler bu hususta nelere dikkat etmeliyiz?

Sahip olduğu kıymetlerden gafil kalıp da, başkalarının bâtıl vaziyetine hayran olanların hâli, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

YABANCIYA HAYRANLIK

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İsrailoğullarını denizden geçirdik.

Orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine;

«–Ey Musa! Onların ilâhları olduğu gibi, sen de bizim için bir ilâh yap!» dediler.

Musa (-aleyhisselâm- onlara) dedi ki:

«–Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz!..

Şüphesiz bunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır; yapmakta oldukları da bâtıldır.»

Musa dedi ki:

«–Allah sizi âlemlere üstün kılmışken, ben size Allah’tan başka bir ilâh mı arayayım?»” (el-A‘râf, 138-140)

Ardından Hazret-i Musa, Allâh’ın onlara lutfettiği mazhariyetleri, mûcizeleri ve yardımları bir bir saydı ve onları zikredip hatırlamalarını emretti.

İsrailoğulları, asırlardır Firavunların zulmü ve baskıları altında boynu bükük ve zelil bir şekilde yaşamışlardı. Meskenet ve zillet âdetâ ruhlarına sinmişti. Şâhit oldukları onca ilâhî lütuf ve ihsâna rağmen, vahye sarılmak yerine, başkalarının âciz ve zavallı putlarına hayran oluyor, onlara özeniyorlardı.

Kur’ân-ı Azîmüşşân elbette bize bu kıssaları ibret almamız için bildirmekte.

Ümmet-i Muhammed olarak bizler de, Allâh’ın lutf u keremi ile, hiçbir bedel ödemeden, meccânen muazzam nimetlere nâil olduk:

  • Peygamberlerin Seyyidi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmet olduk.
  • Cenâb-ı Hakk’ın yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerîm’e nâil olduk.
  • Diğer dinler ya kökten bâtıl ve beşer mahsûlü yahut muharref ve bozulmuş iken; bizim elimizde, ilâhî muhafaza teminatı altında olan Kur’ân-ı Kerim var.
  • Diğer ümmetlerin peygamberlerinin sözleri kaydedilememiş, kaydedilenler doğru nakledilememiş iken; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnetinin, sîretinin ve mübârek sözlerinin pek mühim bir kısmı sahih bir şekilde elimize ulaşmış.

Yani Allah katındaki Hak din olan İslâm nimetiyle perverde olmuşuz. Cenâb-ı Hak bu ümmete;

“…Bugün;

  • Size dîninizi ikmâl ettim,
  • Üzerinize nimetimi tamamladım ve
  • Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim…” (el-Mâide, 3) hitabında bulunmuş.

Bu büyük nimetlerin şükrünü edâ eden selef-i sâlihîn ve mübârek ecdâdımız ne büyük ve ne muhteşem bir fazîletler medeniyeti tesis ettiler.

  • Maddî ve mânevî temizlikte, pırıl pırıl bir su medeniyeti kurdular.
  • İnsân-ı kâmil yetiştirmekte, güzel ahlâkta ve fazîlet yarışında eşsiz dergâhlar ve tarîkatlar meydana getirdiler ve eşsiz bir tasavvuf medeniyeti kurdular.
  • Dünyevî ve uhrevî ilimlerde, sonsuz terakkîye açılan irfan ve hikmette, şanlı medreseler ve muazzam kütüphâneler yükselttiler.
  • Yardımlaşma ve dayanışmada dünya tarihinde eşine ve benzerine rastlanmayan müstesnâ bir vakıf medeniyeti kurdular… Koca bir coğrafyayı, çil çil kubbelerle tezyîn eylediler…

MAALESEF

Lâkin ne yazık ki;

O muhteşem emânetlere hıyânet edildikçe, Kur’ân ve Sünnet’in tâlim ve ihyâsında ihmaller gösterildikçe, yeni nesiller, o zengin mîrâsın kıymetinden habersiz kaldı. Üzerinde oturduğu defineden habersiz, aç ve bî-ilâç kalıp başkalarına el açan, zavallı bir dilencinin hâline döndü. Saâdeti; bâtıl ve muharref dinlerde, beşer mahsûlü bomboş ideolojilerde aramaya koyuldu.

Bugün üzülerek görüyor ve duyuyoruz ki;

Bâtıl Uzak Doğu dinlerinin ibâdetleri olan yoga, meditasyon ve benzeri uygulamalar, bizim ülkemizde de, insana rûhî ve bedenî bir faydası olacağı iddiasıyla pazarlanmaktadır. Bu her şeyiyle yabancı ve îtikāden son derecede tehlikeli tuzaklara da, câhil halktan düşenler olmaktadır.

Hâlbuki;

İslâm muhteşemdir. İkmal ve itmâm olunmuştur.

İslâm’da, bir insanın ihtiyaç duyacağı; rûhî, zihnî ve bedenî her türlü şifâ ve devâ mevcuttur.

İslâm’ın hiçbir başka akîde veya sistemle te’life ihtiyacı yoktur. Bunun cevâzı da yoktur. Zira İslâm; mükemmeldir, muhteşemdir, tavize ve protez nev‘inden bir desteğe ihtiyaç hissetmez. Çünkü Kur’ân ve diksiyonu Allâh’a aittir. Kıyâmete kadar ebedî bir mûcizedir.

Yoga ve meditasyon gibi uygulamalarla dertlerine çare arayanlar; “Faydasını görüyoruz, işin dînî kısmı bizi alâkadar etmiyor. Biz bir teknik olarak yararlanıyoruz.” gibi bahane ve mazeretlerle kendilerini müdafaa ediyorlar.

Hâlbuki;

  • Gördüklerini iddia ettikleri fayda, aslında bir aldatmacadır. Bir bakıma hayalî bir halüsinasyon gibi tuhaf bir sürüklenmedir. Farklı iddia edilse de asla rûha ait bir sekînet değildir, sadece nefse ait geçici bir hazdan ibarettir. Âdetâ bu, gerçek mânâda ruhtaki mânevî ihtiyacı fark ettirmeyen nefsânî bir ağrı kesici gibidir.

Şöyle ki;

Bir insan ağır bir hastalığa dûçâr olsa ve o hastalığın tedavisi ameliyat olup o habis kitleyi vücuttan atmak olduğu hâlde, dâimâ uyuşturucu, ağrı kesici ilâçlar içerek iyileşeceğini zannetse, sonunda hastalık bütün vücudunu kaplar ve o geçici ağrı kesicilerin ne büyük bir aldatmaca olduğunu anlar.

Yoga ve meditasyon gibi bâtıl usûller, nefsin hazlarıdır. Zikrullah etrafında riyâzet, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye gibi İslâmî usûller ise rûhu mâneviyatla buluşturup kalbi mutmain ve huzurlu bir olgunluğa ulaştırır. Bunun en bariz misâli ashâb-ı kiram ve evliyâullahtır.

Maalesef, bu hakikati göremeyip de yanlış davranışlara kapılmak, sefâlet çarşısında saâdet aramaya benzer. Neticede insanın kalbini de rûhunu da ifsâd eder, ebediyette nasipsiz ve mahrum bırakır.

Gayr-i müslimlerin Yoga, meditasyon ve benzeri yanlışlarını ve dalâletlerini / sapkınlıklarını hoş görmek îmâna zarar verir.

Çünkü İslâm zirvedir, mükemmeldir ve asla bâtıla, zulme, isyâna ve dalâlete / sapkınlığa ılımlı ve uyumlu olması düşünülemez.

BU HAKİKATE BİRKAÇ MİSAL:

Tâifliler, Mekke’nin fethinden bir müddet sonra, kabîlenin ileri gelenlerini Medine’ye gönderdiler. Namazdan affedilmeleri şartıyla îmâna gelip itaat edeceklerini bildirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onların bu tekliflerini;

“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” diyerek reddetti. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)

Tâifliler, bu sefer Lât adındaki putlarının üç sene daha yerinde bırakılmasını istemek ahmaklığında bulundular. Kabul edilmeyince de;

“–Bari bir ay yanımızda kalsın!” dediler. Bu da kabul edilmedi. Nihayet çaresiz kalarak îmâna geldiler. Bu sefer de hiç olmazsa Lât putunu yıkmaktan kendilerinin muaf tutulmalarını istediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; «İllâ siz yıkın!» diye ısrar etmeyerek, bu iş için ashâbından vazifelileri gönderdi.

Yani -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, tevhid husûsunda hiçbir taviz vermedi.

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, elinde bir kısım Tevrat sayfaları ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunlar Tevrat’tan bazı kısımlar… Onları Zurayk oğullarına mensup bir arkadaşımdan aldım.” dedi.

Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi birden değişiverdi. Bunun üzerine Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer’e;

“–Allah senin aklını başından mı aldı? Rasûlullâh’ın yüzü ne hâle geldi, görmüyor musun?” dedi.

Hatasını anlayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen büyük bir aşk ile;

“–Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den, imam olarak Kur’ân’dan râzı olduk!” dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü’nün yüzünde güller açtı, üzüntüsü gitti. Sonra da Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, eğer Musa -aleyhisselâm- aranızda olup da ona uyarak beni terk etseydiniz, derin bir dalâlete düşmüş olurdunuz. Siz ümmetler içinde benim nasîbimsiniz, ben de peygamberler içinde sizin nasîbinizim.” (Heysemî, I, 174)

Cenâb-ı Hak, her Fâtiha’da bize Sırât-ı müstakîmde kalmamızı isteyerek şöyle duâ ettiriyor:

  • Nimet verdiklerinin yoluna bizi eriştir. (Yani bizi; peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraber eyle! Onların yolundan gidenlerden eyle!)
  • Gazabına uğrayanların ve dalâlete düşenlerin hâlinden, yani hak yoldan sapanların yolundan ise bizi muhafaza eyle!..

Bu sebeple;

Bir mü’min dünyada iken kimlerle ünsiyet edeceğini gayet iyi bilmelidir. Peygamber Efendimiz’in;

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) hadîs-i şerîfini unutmamalıdır.

İnsanda; ruh, kalp, nefis, akıl, beyin ve beden gibi maddî uzuvlar ve mânevî latîfeler vardır. İslâm; rûhu ve kalbi selâmete kavuşturacak; «îman, takvâ, teslîmiyet, rızâ, sabır ve şükür…» gibi ilâhî reçeteler takdim eder. Bunları beşeriyetin en büyük terbiyecisi, Kalplerin Tabîbi Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnet-i seniyyesi içinde bize sunar.

Meselâ; namaz bütün rükünleriyle, edâ vakitleriyle, okunan duâ ve tilâvetleriyle, ilâhî huzurda durmak mânâsındaki tefekkür, tezellül ve huzuruyla insana en büyük şifâdır.

Secdede Rabbiyle buluşan bir mü’min; yogaya, meditasyona asla iltifat etmez! Bu tür uygulamaların; ineğe tapan, putperest, çok tanrılı, âciz ve zavallı bir bâtıl inancın çıkmaz sokaklarında boşuna bir saâdet aramak olduğunu görür.

Bâtıl ve muharref yollar ise; nefsi oyalayacak, aklı bulandıracak ve beyni uyuşturacak yollarla insana rûhânî ihtiyaçlarını, vicdânî ihtilâçlarını unutturmayı hedeflerler.

Aynı istikamette; İslâm müskirâtı / alkollü içecekleri hayat boyunca, azıyla çoğuyla tamamen yasaklarken, en iptidâî kabîle dinlerinden Hıristiyanlığa kadar bütün bâtıl ve muharref dinler, müntesibinin aklını bulandıran alkolü ve diğer uyuşturucuları mâbede bile sokmuştur.

Bugün ümmü’l-habâis / kötülüklerin anası olduğu herkesçe bilinen alkolü içenlere, alkolizmin pençesine düşenlere niçin diye sorulduğunda; «İçiyorsak, efkârdan, dertlerimizi unutmak için içiyoruz.» diyerek kendilerini avuttuklarına şâhit olunur.

Velhâsıl;

Yoga, meditasyon ve benzeri nefsânî oyunlarda ve tuzaklarda çare arayanların hâli de böyledir. Bunlardan kalıcı rûhî ve kalbî bir huzur elde edilmesi mümkün değildir.

Kaldı ki bu bâtıl dinler, dünya hayatını katlanılması gereken ve teselsül hâlinde devam edip hiç bitmeyen bir ızdırap olarak görürler. Meselâ; insanların fakirliğini ve alt tabakalarda oluşunu, kast sistemiyle dînen tahammül edilmesi gereken bir ceza ve bir zarûret olarak îlân ederler. Dünyaya bu düşmanlıkları yanında âhirete de inanmazlar. Çareyi nirvanaya yani hiçliğe ulaşıp bu hayatın çilelerinden kurtulmak olarak gösterirler. Görüleceği üzere, burada hakikî bir ümit ve saâdet yoktur. Yok olmaktan medet uman bir âcizlik vardır.

Hâlbuki İslâm, haksızlıkların adâlete kavuşacağı, sabır ve tahammüllerin ecirlerle mükâfatlandırılacağı, mutlak huzur ve rıdvânı va‘deden muhteşem bir âhiret inancına sahiptir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

YOLUMUZ O’NUN YOLU OLMALI…

  • Sözün en hayırlısı Allâh’ın Kitâbıdır.
  • Yolların en hayırlısı Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yoludur.
  • İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid‘atlardır.
  • Her bid‘at; dalâlettir, sapıklıktır. (Müslim, Cum‘a, 43)

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ezânın teşriinde, âşûrâ orucunda ve nâfile oruç tutulacak günlerin tespitinde ve daha birçok hususta, ibâdetlerin dahî yabancıya benzememesi ve İslâm şahsiyetinin muhafaza edilmesine büyük bir titizlik göstermiştir.

Yoga ve benzerlerinin; neş’et ettikleri dinden tecrid edilerek, mâsum bir rahatlama egzersizine dönüştürüldüklerini iddia etmek de kabul edilemez.

Çünkü biraz işin içine girilince, görülür ki yoganın merkezinde, Uzak Doğu dinlerinin çok tanrıcı, putperest felsefesi âşikâr durmaktadır. Yoga öğreten yogiler, aslında o dînin râhipleridir. Güya teksif olabilmek için söylenen sözler, dönülen yönler, yakılan tütsüler ve yapılan hareketler hepsi o putperest dinlerin ve o ölülerini yakan bâtıl inançların an‘aneleri, âdetleri ve telkinleriyle doludur. Allah muhafaza kalp kayar ve îtikad zedelenir.

Zira İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir kimsenin vefâtı sırasında yanındaydı. Hâline teveccüh ettiğinde kalbini şiddetli karanlıklar içinde buldu. O karanlığın kalkması için ne kadar gayret ettiyse de muvaffak olamadı. Buyurdu ki:

“–Bu sıkıntıların menşei, bu şahsın küfür ehli ile (Hindistan’daki Hindu vb. gayr-i müslimlerle) dost geçinmiş olmasıdır.”

O kişi, Hinduların dalâlet dolu âyin ve merasimlerine giderdi, onların çalgı ve hareketlerine kendisini kaptırdı. Böylece mânen son nefes karanlığına düştü. (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)

İslâm’ın sayısız mânevî hazineleri ile perverde olabilecekken bundan gafil yaşayarak türlü türlü hüsrana kapılan kimselere ne yazık!

Mâlik bin Dînar -rahmetullâhi aleyh- bir gün talebeleriyle otururken şöyle dedi:

“–Ehl-i dünya, yani dünyanın boş oyuncaklarına ve heveslerine dalanlar, hakikî tatların en güzelini tadamadan göçüp gitmiştir.”

Talebeleri;

“–Efendim, dünyadaki tatların en güzeli hangisidir?” diye sorunca da şu cevabı verdi:

“–Mârifetullah, yani Hakk’ı gönülde tanıyabilmek.”

İbrahim Ethem Hazretleri de buyurur:

“İlâhî muhabbetteki vecd, lezzet ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Bu ilâhî lezzetleri göremeyip, sefâlette saâdet arama gafletinin, ne büyük bir iptilâ olduğunu anlatan şu kıssa ne kadar mânidardır:

Rivâyete göre İsa -aleyhisselâm-; teni alacalı ve iki şakağı da çökük, hasta bir adama rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdetâ habersiz bir hâlde kendi kendine şöyle şükrediyordu:

“–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..”

İsa -aleyhisselâm-, muhatabının derinliğini yoklamak maksadıyla ona;

“–Ey Allâh’ın kulu! Cenâb-ı Allâh’ın sana vermediği hangi dert kalmış ki?!.” dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:

“–Ey Rûhullah! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gafil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben; Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, huzur ve itmi’nânı içindeyim. Sanki vücudumdaki hastalıklardan haberim bile yok…”

RUHLAR NİYE MUZDARİP?

Yoga gibi nefsânî metotlara yönelmenin altında, yaşanan rûhî bunalımlara şifâ arayışı vardır.

Hâlbuki;

İslâm’ın hakkıyla yaşandığı asr-ı saâdette, dünyevî ızdırap ve çileler had safhada olmasına rağmen, rûhî bir hastalık, bunalım ve depresyon yoktu. Sahâbe hayatlarını okuduğumuzda onların İslâm’ın huzur ve neşesiyle dopdolu olduklarını ve her türlü çileye tebessüm ettiklerini görüyoruz.

İslâm’ı hayatının bir kısmında yaşayıp bir kısmında unutanlar ise, rûhî ve vicdânî ihtilâçlardan kurtulamazlar.

  • Fâiz, rüşvet ve diğer haram / şüpheli paralarla beslenmek,
  • Necâsetten, maddî ve mânevî kirlerden sakınmamak,
  • Kötü çevre ve fâsık arkadaşlar,
  • Gözlerin haramdan ve mâlâyânîden muhafaza edilmemesi, ihtilât,
  • Lisanların gıybet, nemîme ve yalan gibi lâkırdılardan uzak tutulamaması,
  • Mü’minler arasında sevgi ve kardeşliğin zaafa düşmesi, anne-babaya hürmet, sıla-i rahim gibi fazîletlerin zedelenmesi,
  • Dünya sevgisi, ihtiras, pintilik ve israf ile şahsiyetin gediklerini kapatma uğraşı,
  • Haset, başkalarının nâil olduğu nimetlere göz dikmek ve ilâhî taksîme râzı olamamak…

Bunlar ve benzeri tavizler, birer nefsânî hastalıktır. Bunların çaresi ise zıdd-ı kâmilleri olan İslâmî ahlâk ve düsturlardır. Bunları Rabbimiz’in istediği şekilde çözmedikçe, bir mü’minin kalbi ve vicdanı huzura kavuşamaz. Diğer geçici çözümler ise, aldatıcı birer oyalanıştır.

“Biz namaz kılıyoruz. Fakat rûhî ızdıraplarımıza çare olmuyor.” diyen kardeşlerimizin, hayatlarında İslâm’dan taviz verip vermediklerini murâkabe etmeleri gerekir. Çünkü namaz, fahşâ ve münkerden alıkoyar. Eğer alıkoymuyorsa, namazımızı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ve ashâbının namazıyla karşılaştırmamız gerekir. Nerede hata yaptığımızı bulmamız gerekir.

HÂSILI

İnsanlığın huzur ve saâdeti, İslâm’ın muhteşem düsturlarına muhtaçtır. Böylesine kıymetli bir mîrâsa sahip iken, dünya ve âhiret saâdetini başka dinlerde ve dünya görüşlerinde aramak, ne büyük bir gaflet ve dalâlettir.

İslâm;

–İlâhî menşei,

–Hayata en mükemmel şekilde tatbik edilebilen nebevî reçetesi ve

–On beş asırlık muazzam tecrübesiyle;

Hiçbir ideoloji, din yahut dünya görüşüne muhtaç olmadan, kıyâmete kadar bütün beşeriyetin ihtiyaçlarına kâfî gelecek olan yegâne dünya görüşüdür, tefekkür ufkudur ve hayat nizâmıdır.

İnsanlık; İslâm’ın güneş gibi aydınlık hakikatlerine gözlerini kapatıp, vahiyle irtibatı koparılmış nâkıs bir aklın cılız ve titrek mum ışığıyla yönünü bulmaya çalıştıkça, çıkmaz sokakların karanlıklarında duvarlara toslamaktan kurtulamayacaktır.

Böyle kimselerin bütün çabaları boşa gitmiştir.

Kur’ânî tâbirle;

عَامِلةٌ ناَصِبَةٌ

“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)

İnsana ebedî selâmet ve saâdeti bahşedebilecek yegâne mercî, Allah Teâlâ’dır. Dergâh-ı ilâhîden başka kapılara sığınıp, oralardan medet ummak, hazin bir hayal kırıklığı ve ağır bir hüsrandan başka bir netice hâsıl etmez.

FAYDASI OLSA!

Yoga ve benzerlerinde çare arayanlar, en azından kendilerine şunu sormalıdır:

–Bu ve benzeri uygulamalara asırlardır sahip olan milletler, bunlardan ne elde etmiştir? Hangi huzura kavuşmuşlar, hangi fazîlete erişmişler, hangi
medeniyeti tesis edebilmişlerdir?

Halk irfânı; “Kelin ilâcı olsa başına sürer!” demiştir.

Bugün Hindistan’a gidenler, orada bir medeniyet arasalar, yine mâzîde orayı idare eden müslüman idarecilerin inşâ ettiği Tac Mahal gibi hârikaları görebilirler.

Gazneli Mahmud’un fethinden İngiliz işgaline kadar 8 asır, Hint coğrafyası müslüman Türk hükümdarlar tarafından idare edilmiştir.

İslâm; bu bölgede kuvvetli bir şekilde yayılmış, bugün Hindistan, Pakistan, Keşmir, Bangladeş ve civarında sayısı yüz milyonlara varan müslüman nüfus meydana gelmiştir. Bu topraklarda Fetâvâ-yı Hindiyye’de fetvâlarını gördüğümüz nice Hanefî âlimler, İmâm-ı Rabbânî, Abdullah Dehlevî -rahmetullâhi aleyh-
gibi büyük zâtlar yetişmiştir.

Aslında yoga ve benzerlerini dünyaya pazarlayanlar, yine batıda bunları reklâm ve moda hâline getiren batılı mihraklardır. Batı, Hıristiyanlığın içini boşalttıktan sonra; rûhâniyet ihtiyacını, pasif bir dünya görüşüne sahip olan Uzak Doğu dinlerinden karşılamaya koyulmuştur. Et ve hayvânî gıdâlar yememek, yoga ve meditasyon gibi unsurları; vicdan rahatlatmak ve nefsi oyalamak için öne çıkarmışlardır.

Muhteşem bir mîrâsa sahip olan kişi, bir başkasından niçin üç-beş kuruş dilenecek kadar hor ve hakir bir duruma kendini düşürür? Çünkü kıymetlerinin farkında değildir.

Cenâb-ı Hak, gerçek şifâ ve huzurun İslâm’da olduğunu idrâk edebilmeyi ve nesillerimize de bu hakikati tâlim edebilmemizi nasip buyursun.

Cenâb-ı Hak; şifâ ve rahmet kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’in, kalplerin tabîbi olan Peygamber Efendimiz’in mübârek sünnetinin kıymetini bilebilmeyi nasîb eylesin.

Sahâbe-i kiram gibi; çilelere gülümsemeyi, rûhen olgun, vicdânen huzurlu ve kalben mutmain olma kıvâmına kavuşabilmeyi bizlere ve evlâtlarımıza müyesser kılsın. Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Eylül, Sayı: 211