Yahudilerin Peygamberimize Sordukları Sorular

Yahudilerin, Peygamber Efendimiz'e (sellallahu aleyhi vesellem) sordukları sorular nelerdi? 

Yahudiler, kendi kitaplarından öğrendikleri kadarıyla Peygamber Efendimizi ve ashâbının özelliklerini biliyorlardı. Hatta oradan öğrendikleri bilgiler, Peygamberimizi tanımak için “üstün körü” ve “sathî: yüzeysel” değil, aksine O’nu kendi evlâdından daha iyi tanıyacakları netlikteydi. Bu bilgilerin bir kısmı, Peygamber Efendimizin soyu, şeklî-fizikî özellikleri, doğacağı yerle ilgili, bir kısmı, O’nun ümmeti ve ashâbının özellikleri ile ilgili, bir kısmı da getireceği dinin (şeriat ve kitabın) hususiyetlerine âitti.

Bilhassa Yahudi âlimleri, ellerindeki ilâhî kitaplar ve peygamberleri vasıtasıyla öğrendikleri bilgiler sayesinde geçmişte olmuş bitmiş bazı hâdiselerle ilgili ve gelecekte meydana gelecek gaybî birtakım hakikatlerle ilgili, o devirde Arapların sahip olmadığı pek çok şey biliyorlardı. İşte bütün bu ve benzeri bilgileri, bir kanaat hâsıl etmek için, Peygamber Efendimizin gerçek bir peygamber olup olmadığını öğrenmek için bizzat gelerek veya kendilerinden soru isteyen bazı insanları araya koyarak, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sormuş veya sordurmuşlardır.

Peygamber Efendimiz de gaybî bilgi gerektiren bu sorulara, Allah tarafından gönderilmiş vahiy ile cevap vermiştir. Bu cevapların bir kısmı, meselâ Kehf Sûresi’ndeki “Ashâb-ı Kehf, Ruh ve Zülkarneyn” gibi “metlüvv bir vahiy” olarak, yani Kur’ân-ı Kerim âyeti olarak Peygamber Efendimize ulaştırılmış, bir kısmı ise Cebrâil -aleyhisselâm- tarafından “gayr-i metlüvv bir vahiy” (sünnet) şeklinde kendisine haber verilmiştir.

Her iki hâlde de Yahudiler, Peygamber Efendimizi mahcub etmeye çalışırken umduklarını bulamamışlar ve hakikati teslim etmek zorunda kalmışlardır. Gözleriyle gördükleri, akıl ve bilgileriyle itiraf etmek zorunda kaldıkları bu hakikati, yani Peygamber Efendimizin nübüvvetini, bir türlü kabule yanaşmamışlardı.

Gerçekten asr-ı saâdette Müslüman olma şerefine eren çok sayıda Yahudi vardır. Onlar; kibir, kıskançlık, taassub ve koyu cehâletleri sebebiyle İslâm’dan uzak durmayı tercih etmişler ve kendi ellerindekiyle yetinmişlerdir. Bu ise, onları, Allâh’a götürecek bir yol değildir. Çünkü Peygamber Efendimizin vazifelendirildiği andan itibaren bütün semâvî dinlerin hükmü kalkmış ve Allâh’a giden yolun tek açıp kapısı olarak İslâmiyet kalmıştır.

Kaynak: Fatma Nur Cihan, Şebnem Dergisi, 130. Sayı, Aralık 2015

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.