Yahudîliğin Kısa Tarihçesi

Yahudîlerin soyu kime dayanıyor? Yahudilere gönderilen peygamberler kimlerdir? Yahudîler en parlak dönemlerini hangi peygamber döneminde yaşadı? Kudüs’te Beytüʼl-Makdis (Mescid-i Aksâ) ne zaman inşa edildi? İsrail ve Yehuda krallıkları ne zaman kuruldu ve yıkıldı? Protestanlık mezhebinin kurucusu olan Martin Luther'in yahudileri imha etmek için yayınladığı 7 madde nedir?

Yahudîlerin soyu, Hazret-i Yâkub ve onun babası Hazret-i İshak yoluyla Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’a dayanır. Kurʼân-ı Kerîmʼde de zikredildiği üzere İsrâil, Yâkub -aleyhisselâm-ʼın lâkabıdır ve İsrâiloğulları, Hazret-i Yâkubʼun 12 oğlunun soyundan gelenleri ifade eder.

Yahudîler, Yâkub -aleyhisselâm-’ın 12 oğlundan biri olan Yusuf -aleyhisselâm- döneminde Mısır’a yerleştiler. Fakat zamanla birçok sıkıntıya mâruz kaldılar. Allah Teâlâ bu dönemde Mûsâ -aleyhisselâm-’ı yahudîlere peygamber olarak gönderdi. Hazret-i Mûsâ’nın üç yaş büyük kardeşi olan Hârun -aleyhisselâm-’ı da ona yardımcı olarak tayin etti.

Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakkʼın dilemesiyle yahudîleri Firavun’un esaret ve zulmünden kurtardı. Kızıldenizʼi mûcizevî bir şekilde geçirerek onları Sina Yarımadası’na ulaştırdı. Hazret-i Mûsâʼyı ve İsrâiloğullarıʼnı yakalamak için takip eden Firavun ve ordusu ise kahr-ı ilâhîye dûçâr olarak Kızıldenizʼde boğuldu.

Allah Teâlâ Tûr-i Sînâ’da (Sînâ Dağı’nda) Mûsâ -aleyhisselâm-’a Tevrât’ı vahyetti. Yahudîler Sina Çölü’nde Hazret-i Mûsâ ile 40 yıl beraber bulundular. Hazret-i Mûsâ vefat ettikten sonra, Yeşu (muhtemelen Yûşâ -aleyhisselâm-) komutasında Filistin bölgesine gelip yerleştiler.

Yahudîler en parlak dönemlerini Hazret-i Dâvud (M. Ö. 1015-975) ve Hazret-i Süleyman (M. Ö. 970-930) devrinde yaşadılar. Dâvud -aleyhisselâm- zamanında Kudüs alınıp merkez yapıldı. Süleyman -aleyhisselâm- zamanında ise Kudüs’te Beytüʼl-Makdis (Mescid-i Aksâ) inşâ edildi.

İsrail ve Yehuda Adlı İki Krallığa Ayrıldı

Hazret-i Süleymanʼın vefatından sonra ülke, İsrail ve Yehuda adlı iki krallığa ayrıldı. İsrail Krallığı M. Ö. 721’de, Yehuda Krallığı ise M. Ö. 586’da yıkıldı. Beytüʼl-Makdis tahrip edildi, yahudîlerin bir kısmı öldürüldü, bir kısmı esir edildi, bir kısmı da sürgüne gönderildi.

Yahudîler, bu ilk sürgünden sonra tekrar Kudüs’e dönerek mâbedi yeniden inşâ ettiler. Ancak M. S. 70 yılında yahudîler, Roma Devleti’ne karşı ayaklandılar. Bunun üzerine İmparator Titus tarafından ikinci kez sürgüne gönderildiler. Mukaddes mâbed tekrar yıkıldı ve bundan sonra yeniden inşâ edilmedi.

Yahudîlerin iddiasına göre, bu mâbedden geriye yalnızca, bugün onların “Ağlama Duvarı” dedikleri kısım kaldı. Yahudîler, Hazret-i Dâvud soyundan kurtarıcı bir Mesîh’in gelip bu mâbedi yeniden yapacağına inanmaktadırlar. Bunun için de mâbedin kalıntıları üzerinde bulunan Mescid-i Aksâ bölgesinde -güyâ arkeolojik çalışma adı altında- sürekli kazılar yaparak, müslümanların ilk kıblesi, Mîrâcʼın ulvî hâtırası ve İslâm âleminin gözbebeği olan bu mukaddes mescidin altını oymaktadırlar.

İkinci sürgünden sonra yahudîler, dünyanın muhtelif bölgelerine dağıldılar. Dağıldıkları yerlerde başka milletlerin hüküm ve idaresi altında yaşadılar. 1948’de İsrail’in kuruluşuna kadar, yaklaşık iki bin sene devletsiz kaldılar.

Asırlar boyunca hristiyan dünyası, tanrı olduğuna inandıkları Hazret-i Îsâ’yı öldürmeleri(!) sebebiyle yahudîleri hem lânetlediler hem de onları Talmudʼda yer alan Hristiyanlığa yönelik hakâretâmiz ifadeler[1] sebebiyle can düşmanı olarak gördüler. Onları yok saydılar, dışladılar, aşağıladılar, köle îlân ettiler, mallarına el koydular, sürgün ettiler, soykırıma uğrattılar. Haçlı seferleri esnâsında, müslüman sivilleri öldürdükleri gibi, yolları üzerinde bulunan yahudîleri de katlettiler. Onlara hiçbir zaman iyi bir gözle bakmadılar, hattâ “yahudî” kelimesini pejoratif mânâda, yani küçük düşürücü bir tâbir olarak hakâret maksadıyla kullandılar. Yahudîlerin başına gelen bütün belâ, musîbet ve felâketleri, onlara müstahak gördüler. Yahudîleri, 1290ʼda İngiltereʼden, 1340ʼta Bavyeraʼdan, 1492ʼde İspanyaʼdan, 1497ʼde Portekizʼden kovdular.

Hristiyanlığın Protestanlık mezhebinin kurucusu olan Martin Luther (ö. 1546), yazdığı bir kitapta yahudîleri imha planını açıklamıştır ki, bu da hristiyan âleminde yahudîlere duyulan kin ve nefretin tarihî köklerine ışık tutmaktadır.

Lutherʼin 7 Maddeden Oluşan Yahudîleri İmha Tâlimatnâmesi

İşte Lutherʼin 7 maddeden oluşan yahudîleri imha tâlimatnâmesi:

“1- Yahudîlerin sinagoglarını yakın. Sinagoglardaki yahudîlerin üzerine de sülfür ve katran dökün. Ve yakılan yahudîlerin cesetlerinin üzerini, hiçbir iz kalmayacak şekilde toprakla örtün.

2- Yahudîlerin evlerini yıkın. Bütün yahudîleri sürüler hâlinde ahırlara doldurun. Böylelikle yahudîler, bu dünyanın efendileri olmadıklarını, sadece sürgüne mahkûm edilen mahpuslar olduklarını öğrenmiş olsunlar.

3- Kutsal kitaplarını ve metinlerini ellerinden alın. Böylelikle yahudîler, Tanrı’ya ve Îsâ’ya lânet okumaktan alıkonulmuş olsunlar.

4- Yahudîlerin hahamlarının, çocuklarını eğitmelerini, kamuya ait mekânlarda Tanrı’ya ibadet etmelerini yasaklayın. Yasağa uymayanları ölüm cezasıyla cezalandırın.

5- Alman İmparatorluğu’nun sınırları içinde seyahat etmelerini yasaklayın.

6- Yahudîlerin faiz peşinde koşmalarını yasaklayın. Ellerinden paralarını, altınlarını, gümüşlerini ve bütün mallarını-mülklerini alın. Çünkü yahudîlerin elde ettikleri her şey, hırsızlık ve faiz yoluyla elde edilmiştir.

7- Yahudîlerin çocuklarını ve gençlerini en zor işlerde çalıştırın ki, alın teriyle ekmek kazanmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş olsunlar. Ama en iyi metot, bunların hepsini Almanya’dan, İspanya’dan, Fransa’dan, Bohemya’dan ve diğer Avrupa ülkelerinden sürmektir.”[2]

Alman asıllı Luther, Yahudîliğe ve diğer dinlere karşı fikirleriyle, Nazilere ve şiddet yanlılarına ilham kaynağı oldu. Nitekim yahudîlere karşı hristiyan dünyasındaki bu bakış tarzı 20. yüzyıla kadar devam etti. 2. Dünya Savaşıʼnda Nazi Almanyasıʼnın işgal ettiği bölgelerde yaşayan 6 milyon yahudîye uygulanan soykırım (Holokost) ile de zirve noktasına ulaştı.

Diğer taraftan, Avrupa ülkeleri asırlar boyunca yahudîlere her türlü zulmü revâ görüp onları kendi topraklarından kovmuş olsalar da, bilhassa 18 ve 19. yüzyıldan itibâren sanayi inkılâbı ve kapitalizmin dünyada revaç bulmasıyla bazı Avrupalılar, sermaye sahibi zengin yahudî tefecilere ve bankerlere sempati duymaya, onlara borçlanmaya, neticede onların emellerine hizmet etmeye başlamışlardı.

Avrupaʼda 19. asrın başlarından itibaren nasyonalizm akımı şiddetlenip her millet kendi devletini kurma idealini savunmaya başladığında, bu akıma kapılan bazı yahudîler de “Siyonizm” hareketinin temellerini attılar. Tahrif edilmiş kitaplarına göre “Arz-ı Mevʼûd / vaad edilmiş topraklar[3] dedikleri bölgede, Kudüs merkezli bir devlet kurabilmek için, Birinci Cihan Harbi’nde Osmanlı’ya karşı İngiltere’yi desteklediler.

Siyonistlerin emellerine ulaşabilmek için karşılarına çıkan belki de en büyük fırsat, 2. Dünya Savaşıʼnda milyonlarca yahudînin Nazi Almanyası tarafından sistematik şekilde katledilmesi oldu. Zira “Holokost” diye tabir edilen bu fâcia, hem hristiyan hem de yahudî dünyasında, derin ve keskin bir dönüşümü beraberinde getirdi. Bu hâdise, hristiyanlar nezdinde anti-semitizm / yahudî düşmanlığının sorgulanmasına sebep olurken, yahudîler nezdinde de siyonistlerin tezi olan, bir yahudî devletinin lüzumlu olduğu fikrinin revaç bulmasına, Filistin topraklarına yahudî göçlerinin artmasına sebep oldu.

Artık hristiyanlar yahudîleri “tanrı katili” yerine “Mesih şahidi” olarak görmeye başladılar. Kendilerini onlara karşı suçlu ve borçlu hissedip onları eleştirmeyi bile “anti-semitizm” adıyla büyük bir suç olarak kabul ettiler. Hattâ Evanjelikler gibi, siyasî, ekonomik ve askerî bakımdan siyonist emellere hizmet eden, bu hususta sınırsız destek veren hristiyanlar ortaya çıktı.[4]

İngiltere, işgal altında tuttuğu eski Osmanlı toprağı ve Filistinli müslümanların vatanı olan bölgenin bir kısmını, 1948’de yahudîlere verip orada haksız-hukuksuz bir “işgal devleti”nin kurulmasına zemin hazırladı. Böylece İslâm âleminin bağrına âdeta bir hançer sapladı. Zira bu tarihten sonra, Filistinʼde, hattâ Orta Doğuʼda, kan ve gözyaşı hiç eksik olmadı. Küresel güçlerin desteğini arkasına alan ve İslâm âleminin dağınıklığından cesaret bulan İsrail, işgal ettiği bölgelerde sistematik şekilde ve pervâsızca müslüman halkı göçe zorlayarak veya katlederek, âdeta sürekli metastaz bir yapan tümör gibi, günden güne sınırlarını büyütmeye devam etti.

Dünya Savaşıʼnda yaşanan Holokost hâdisesi başta olmak üzere, günümüze kadar yeryüzünde yaşanan her savaşta, bulundukları bölgede rahatsız edilen yahudîler İsrailʼe göç etti. Nitekim son olarak Rusya-Ukrayna savaşında da bu nevî göçlere şâhit olundu. “Arz-ı mevʼûd” üzerinde, büyük İsrail devletini kurmak ve bunun için dünya yahudîlerini oraya toplayıp gerekli nüfus gücüne ulaşmak, siyonistlerin millî mefkûresi olduğu içindir ki, yeryüzündeki savaş, anarşi, kaos, fitne-fesat ve tedhiş hareketlerinin, İsrailʼe yaradığı görülmektedir. Dolayısıyla yeryüzündeki savaş ve krizlerin bitmesini istemeyenlerin, “Büyük İsrail Projesi”ne hizmet ediyor olma ihtimâli, aslâ göz ardı edilmemelidir.

Bugün dünya üzerindeki 15 milyon küsur yahudînin, aşağı-yukarı yarısı İsrail’de, yarısına yakını ABD’de, geriye kalanı da Kanada ve Fransa başta olmak üzere muhtelif ülkelerde yaşamaktadır.

Hristiyanların Zulmüne Mâruz Kalan Yahudîler, Müsâmaha Ve Adâletin En Büyüğünü Müslüman Devletlerinden Gördüler

Ne ibretlidir ki tarih boyunca hristiyanların zulmüne mâruz kalan yahudîler; insanca muâmele, müsâmaha ve adâletin en büyüğünü müslüman devletlerden görmüşlerdi.

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- zamanında Kudüs müslümanlar tarafından fethedilince, yahudîler uzun yıllar boyunca hristiyanların engel oldukları haccetme imkânına yeniden kavuştular. Hristiyanlar, daha önce Süleyman Mâbediʼnin bulunduğu yeri kasten çöplük hâline getirmişlerdi. Müslümanlar ise hristiyanların aksine burayı temizleyip ihtimam gösterdiler ve buraya câmi inşâ ettiler. Bütün bunlardan yahudîler son derece memnun oldular.

Yine müslümanların hâkimiyeti altında yaşadıkları dönemleri, Tevrâtʼı rahatça okuyabildikleri günler olarak gördüler. Yahudîler, yıldızlara ve putlara tapanların yerine, müslümanların âdilâne idaresi altında yaşamanın çok daha iyi olduğunu dâimâ ifade ettiler. Müslümanların putperest olmadıklarını, hristiyanlardan farklı olarak tek ve bir olan Allâhʼa inandıklarını, şerîate sahip olduklarını, sünnet olma ve domuz eti yememe hususunda kendilerine benzediklerini söylediler. Yahudîler, Eski Ahidʼi kabul etmelerinden dolayı hristiyanları kendilerine yakın hissetmişlerse de, inanç ve şer’î hükümler bakımından kendilerini müslümanlara daha yakın gördüler.

İspanyaʼda Endülüs Emevî Devletiʼnin yıkılmasının ardından Papaʼnın tahrikleriyle hristiyan İspanyollar “Reconquista” (yeniden hristiyanlaştıma) projesine girişmişlerdir. 1490ʼlardan sonra müslüman ve yahudîlere karşı soykırım veya toplu sürgün kararını uygulamaya başlamış, 700 yıllık müslüman şehirlerini kanlı istilâlarla yerle bir etmiş, halkı sürgün edilme, öldürülme veya hristiyan olma arasında tercihe zorlamışlardır. Müslümanların yedi asırlık bir birikimle o zamanki dünyanın en büyük ilim ve medeniyet merkezi hâline getirdikleri Endülüsʼü târumâr etmiş, yüz binlerce kitabı ateşe vermişlerdir.

Savunmasız kalan müslümanlar, kiliselerde ve hayvan ahırlarında üzerlerine su serpilerek zorla vaftiz edilip hristiyanlaştırılmış ve artık “küçük müslüman” mânâsına gelen “Moriscolar” adıyla çağrılmışlardır. Anne-babalar, hristiyanlaştırılan çocuklarının haça tapma törenlerini çaresizce ve yaşlı gözlerle izlemekten başka bir şey yapamamışlardır.[5]

Ecdâdımız Osmanlı, gücü yettiğince bu mazlum müslümanları kurtarmaya çalışmışsa da, o zamanki şartlarda hristiyanların büyük kıyım ve yıkımlarına -maalesef- mânî olunamamıştır.

İşte İspanyaʼdaki bu zulümden kaçan yahudîlerin de talebi üzerine 1492ʼde Kemal Reis onları insâniyet nâmına gemilerle İstanbul’a taşımış, müslüman İstanbul halkı da; “Bunlar zâlimlerin elinden kurtarılan mazlumlardır.” diyerek, onlara şefkat ve merhamet göstermişti. Yani yahudîler, en rahat dönemlerini müslüman beldelerde, özellikle de Osmanlıʼnın âdil idare ve himâyesi altında iken yaşamışlardı.

Nitekim İspanyol yahudîleri Sefaradların, Osmanlı tarafından kurtarılışının 500. yılını kutlamak ve müslüman Türklere minnettarlıklarını ifade etmek üzere 1989 yılında, müslüman ve yahudî 113 Türk vatandaşı tarafından İstanbulʼda “500. Yıl Vakfı” kurulmuştur. Bu vakfın gayesi, kuruluş senedinin 3. maddesinde şöyle ifade edilmektedir:

“Türkler’in devlet ve toplum olarak üstün insanlık vasıflarını her türlü imkândan yararlanarak bütün dünyaya tanıtmak, din ve vicdan hürriyetlerini korumak için, bağnazlık ortamından kaçarak Türk toprağını vatan seçen Mûsevîlere kucak açan Türk milletinin insanî yaklaşımını en geniş şekilde yurt içinde ve yurt dışında duyurmak ve Mûsevî yurttaşlarımızın şükran ifadelerinin açıklanmasına yardımcı olmaktır.”[6]

Asırlar boyunca yahudîlere Avrupa’da revâ görülen zulüm ve haksızlıklara, bizim şanlı tarihimizde rastlamak mümkün değildir. Bu hususta İslâm âleminin sicili tertemizdir. Batı ise, vaktiyle yahudîlere yaptıkları zulüm ve katliamlar sebebiyle, bugün bir tür suçluluk psikolojisi ve utancı içindedir. Günümüzde İsrail katliamlarına Batıʼdan birkaç cılız ses dışında hiçbir güçlü îtirazın gelmemesi, geçmişte yaptıkları zulüm ve katliamların âdeta bir diyet borcu mâhiyetindedir.

Fakat ne tuhaftır ki bugün siyonist İsrail, tarih boyunca kendilerine her türlü zulmü revâ görenlerle el ele vererek, kendilerini katliamdan kurtaran, şefkatle himâye eden, huzur içinde yaşamalarını sağlayan, kendilerine hiçbir diyet borcu bulunmayan, bilâkis müteşekkir olmaları gereken müslümanlara kan kusturuyorlar. Minnet duymaları gereken müslümanlara karşı; nefret suçu, savaş suçu, insanlık suçu ne varsa hepsini işlemekte en ufak bir tereddüt göstermiyorlar.

Ayrıca dünya sathında da küresel medya, ekonomi ve lobi gücüyle, “İslamofobi[7] projesine en büyük desteği sağlıyor; müslümanların terör, şiddet ve vahşetle yaftalanmaları için ellerinden gelen bütün gayreti sarf ediyorlar. Böylece müslümanlara yaptıkları saldırıları ve hattâ katliamları, insanlık nezdinde normalleştirmenin psikolojik zeminini oluşturmaya çalışıyorlar.

İnsanlık tarihi acaba bu kadar alçakça bir nankörlüğe, böylesine rezil bir kalleşliğe, daha önce hiç şâhit olmuş mudur bilemiyoruz ama, “Zulüm kemâle erdi mi, zevâli yakındır.” hükmünce, inşâallah bu şerleri hayırlara tebdîl etmesini Cenâb-ı Hakʼtan niyâz ediyoruz.

Unutmayalım ki, bir savaşta gâlip gelmek, sırf sayı veya güç üstünlüğüne değil; haklı olmaya, doğruluğa, îman ve mâneviyâta, velhâsıl ahlâkî üstünlüğe bağlıdır.[8] Zafer tâcı, kemmiyetten ziyâde, keyfiyet sahibi orduların başına konulur.

Bâtıl ordularının zafer zannettikleri zâhirî gâlibiyetler ise ancak onların ebedî zillet ve hüsranlarının habercisi olan mezâlimlerdir. Onların “savaş” adı altında, hak, hukuk ve ahlâk tanımadan yaptıkları katliamlar, tarihe ancak bir yüz karası olarak geçen, zulüm, vahşet, cinnet ve cinâyetlerdir.

Vaktiyle Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, tevhîdi müdâfaa ettiği için, Nemrudʼun dağ gibi ateşine atılmıştı. Bugün ise Hazret-i İbrahimʼi mukaddes ataları olarak gören ve bununla övünen zâlim İsrail, tevhîd ehli müʼminlerin vatanlarını çalmak için, küresel güçlerden aldığı sınırsız destekle, hiçbir hak-hukuk ve ölçü tanımadan, açıkça bir soykırım yapıyor. Daha düne kadar Nazi zulmünün mağduriyetinden beslenen İsrail, şimdi atalarının mâruz kaldığı soykırıma rahmet okutacak cinsten vahşetler sergiliyor. Gazze’de savunmasız müslümanların bebeklerini, çocuklarını, kadınlarını, hastalarını, yaşlılarını, orantısız bir güçle katlediyor.

Bildiğimiz kadarıyla tarihte iki büyük “çocuk katliâmı” yaşanmıştır. İlki, Hazret-i İbrahimʼin zuhûruna mânî olmak için Nemrudʼun yaptığı katliamdı. Nemrud, gördüğü bir rüya üzerine bir peygamber geleceğini ve kendisinin tanrılığını da krallığını da yerle bir edeceğini anlamıştı. Bunun üzerine, o sene doğan yüz bin erkek çocuğu katletmişti.

İkinci büyük katliam da Hazret-i Mûsâʼnın zuhûruna engel olmak isteyen Firavunʼun yaptığıydı. Firavun da gördüğü bir rüya üzerine, on binlerce bebeği katlederek, tahtını yıkacak olan Mûsâʼnın gelişini önleyebileceğini zannetmişti. Hâlbuki Cenâb-ı Hak onunla âdeta istihzâ edercesine, Hazret-i Mûsâʼyı Firavun’un sarayında yetiştirmişti.

Nemrud ve Firavunʼun katliamlarından sonra üçüncü büyük “çocuk katliâmı” da -maalesef- bugün siyonist İsrail tarafından yapılıyor.

Cenâb-ı Hak, geçmişte Nemrud ve Firavunʼu helâk ettiği gibi, bugün Filistinli kardeşlerimize zulmeden bebek kâtillerini kahr u perişan eylesin.

Gazzeʼde katledilen her mâsum yavrunun rûhâniyetini, İslâm’ın istikbâlindeki şanlı zaferlerin müjdecisi kılsın. Âmîn!..

Dipnotlar:

[1]El-Kenzüʼl-Mersûd fî Kavâidiʼt-Talmûd kitabının beyânına göre, Talmudʼda; Îsâ -aleyhisselâm-ʼın Cehennem’in derinliklerinde, zift ve ateş arasında olduğu, Hazret-i Meryemʼin asker Pandira ile zina ettiği, kiliselerin pislik olduğu, papazların kelplere benzediği, hristiyanların öldürülmesi lâzım geldiği gibi hususlar yazılıdır. (Bkz. Türkiye Gazetesi - Peygamberler Tarihi Ansiklopedisi, Mûsâ -aleyhisselâm- maddesi.)

[2] Bkz. https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/lutherin-yahudileri-imha-plani-4574072

[3] Arz-ı Mevʼûdʼun sınırları konusunda Tevratʼta ve Eski Ahidʼin diğer kitaplarında farklı anlatımlar vardır. En sık vurgulanan sınırlar; Nilʼden Fırat’a, Çölʼden Lübnan’a kadar olan bölgelerdir. Bu toprakların nihâî sınırları, yahudîlerin güçlü ve zayıf oldukları dönemlere göre yorumlanmıştır. Ancak tarihte en güçlü oldukları Hazret-i Dâvud ve Hazret-i Süleyman dönemlerinde bile (M. Ö. 1015-930) bu toprakların tamamına ulaşamamışlardır.

Theodor Herzl 1897 yılında Baselʼde gerçekleştirilen Siyonist Kongreʼde bu sınırları; “Kuzey sınırlarımız Kapadokyaʼdaki dağlara kadar dayanır, güneyde de Süveyş Kanalıʼna. Sloganımız; Davud ve Solomonʼun Filistinʼi olacaktır.” şeklinde açıklamıştır.

Bugüne kadar yapılan yorumlarda en geniş sınırlar şu şekilde ifade edilmiştir:

Güneyde, bütün Sina Yarımadası ile Kahireʼnin kuzeyinden itibaren bütün Kuzey Mısır; doğuda bütün Ürdün ile Suudî Arabistanʼın büyük bir bölümü, bütün Kuveyt ve Güney Fırat Havzası ile birlikte Irakʼın bir bölümü; kuzeyde bütün Lübnan ve Suriye ile Van Gölüʼne kadarki Türkiye topraklarının güney bölümü; batıda ise Kıbrıs. (Bkz. Israel Shakak, Yahudî Tarihi Yahudî Dîni, (Tercüme Ahmet Emin Dağ), Anka Yay. 2004, s. 31)

[4] Bkz. Bilal Akyol, Ezelî Düşmanlar Nasıl Canciğer Oldu?, Altınoluk Dergisi, sayı 455, sf, 21-22.

[5] Bkz. Mehmet Özdemir, İspanya Krallığının Hristiyanlaştırma Politikası, Ank. Ün. İlahiyat Fak. Dergisi, 1996, c. 35, s. 243-284.

[6] Bkz. https://www.muze500.com/index.php?option=com_content&view=article&id=3&Itemid=121&lang=tr

https://tr.wikipedia.org/wiki/500._Y%C4%B1l_Vakf%C4%B1

[7] “İslâm korkusu” mânâsına gelen bu kelime, şuuraltında İslâmʼın korkulması gereken bir din gibi kodlanması maksadıyla, İslâm düşmanları tarafından üretilip kullanıma sunulmuş bir tâbirdir. Bu art niyetli ifade, İslâmʼa ve müslümanlara yönelik kin, nefret, şiddet ve ayrımcılığı körükleme projesinin bir mahsulüdür.

[8] Siyonist zâlimler, sağlam hâlde esir aldıkları müslümanları, esir takasında sakat ve hasta hâlde teslim ederken; müslümanlar ise hasta esirlerini tedavi ederek sağ-sâlim teslim ettiler. İsrail, mazlum Filistinli esirlere her türlü aşağılık muâmeleyi revâ görürken, müslümanlar ise şefkatle ağırladıkları esirlerini, merhametle uğurladılar. Böylece hak ile bâtılın farkına dâir, henüz vicdan ve izʼânını yitirmemiş insanlığa, muhteşem bir ahlâk ve fazîlet dersi verdiler.

Hattâ sergiledikleri fevkalâde tevekkül, teslîmiyet ve mukâvemetle, nice nasipli gönlün İslâmʼa yönelmesine vesîle oldular. Onlar şehîd olup can verirken, yeryüzündeki nice hidâyet mahrumları mânen can buldu, İslâm ile şereflendi.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslâm ve Muharref Dinler | 2024, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HAK DİN İSLÂM VE MUHARREF DİNLER

Hak Din İslâm ve Muharref Dinler

“HAK DİN İSLÂM VE MUHARREF DİNLER” KİTABI ÇIKTI

“Hak Din İslâm ve Muharref Dinler” Kitabı Çıktı

YAHUDİLER İLE İLGİLİ AYET VE HADİSLER

Yahudiler İle İlgili Ayet ve Hadisler

YAHUDİLİK VE SİYONİZM TARİHİ

Yahudilik ve Siyonizm Tarihi

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.