Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'in Hukuki ve Ahlaki Açıdan Değerlendirilmesi
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'in hukuki ve ahlaki açıdan farklılıkları nelerdir? Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'te yasaklar ve cezaları neler? İlahi dinlerin hukuki ve ahlaki açıdan değerlendirilmesi...
İlahi dinlerin hukuki ve ahlaki açıdan değerlendirilmesi...
I-YAHUDİLİKTE HUKUK VE AHLAK ANLAYIŞININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Yahudi hukuku kaynak itibarıyla iki devreye ayrılır.
- Devre: Kudüs’ün Romalılar tarafından tahribine kadar devam eden dönemdir. Bu dönemde hukukun kaynağı, mukaddes kitaplar ve yahudi geleneğidir. Bu devredeki hukukun muhteviyatı, ceza hukukuna ait bazı hükümler, sözleşmelerin ihlaline dair bir takım kaideler, evlilik hukukuna ait bir takım emir ve yasaklardan oluşmaktadır.
- Devre: Bu devre Yahudilerin kutsal kitabı Mişna ve Talmud ile başlar. Bu dönemde tam bir kanun ve tefsir hareketi başlamış, yahudi hukuku teşekkül etmiştir.
Mişna altı kısımdır. Mişna’nın üçüncü ve dördüncü kısımları Medeni hukuk ile ceza hukukunu, diğer kısımları ise mukaddes kitabın özellikle Levililer bölümünün genişletilmiş şeklini oluşturur.
Talmud ise yahudilerin medeni ve dini kanunlarını meydana getirmektedir. Talmud yahudi kutsal kitabının tamamlayıcısı mahiyetinde olup yahudi sözlü geleneği Mışna ile Mişna’nın yorumuna dayanan Gamera’yı ihtiva eder. Babil ve Kudüs talmudu diye iki kısma ayrılır.[1]
Eski Ahid’de işlenen suçlara bir takım ceza-i müeyyideler uygulanmıştır. Burada konunun anlaşılmasına faydalı olacağını düşündüğümüz bir kısım müeyyidelerden bahsedebiliriz.
A- YAHUDİLİKTE BAZI YASAKLAR VE CEZALARI
1-Adam Öldürme
Konuyla ilgili olarak Tevrat’ta şu ifadelere yer verilir: “Bir adam, vurduğu ölürse, mutlaka öldürülecektir.”[2] “Ve gözün acımayacak can yerine can, göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak feda edilecektir”[3]. Görüldüğü gibi yahudi hukukuna göre adam öldürmenin cezası kısastır.
Ukubatla ilgili kanun ve hükümlere bakıldığında bu alandaki suçların cezası Tevrat’tan Kur’an’a ya sabit kalmış ya da değişime uğramıştır. Örneğin kısasla ilgili durumlarda hüküm sabittir. Şu kadar var ki Tevrat’ta mağdur hür olduğu durumlarda kısas takdir edilmiş, failin hür, mağdurun köle ve cariye olduğu durumlarda ceza diyet olarak belirlenmiştir. Çünkü Yahudilikte köle ve cariye mal olarak görülmüştür.
Kısasın uygulanmasında mağdura ve onun yakınlarına diyet karşılığında affetme hakkı tanınmamıştır. Suçu işleyene mutlaka kısas uygulanacaktır. Ancak Kur’an- Kerim, öldürülenin velisine, dilerse diyet karşılığı veya hiçbir karşılık beklemeden katili affetme yetkisi tanımıştır.[4]
- S. 3. asırda Mişna’yı yorumlamaya başlayan yahudi bilginleri zaman içerisinde, Tevrat’taki kısas hükümlerini değiştirerek bütününü diyete çevirmişlerdir.[5]
Kur’an-ı Kerim yahadileri, Tevrat’taki kısas hükmünü değiştirmekle suçlamış, onların yaptıkları bu değişikliği hoş karşılamamış ve neticede kısas hükmünü tekrar farz kılmıştır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür. Ancak her kimin cezası kardeşi (yani öldürülenin velisi) tarafından bağışlanırsa artık hakka uymalı ve öldüren ona gerekli diyeti en güzel bir şekilde ödemelidir. İşte bu Rabb’inizden bir hafifletme ve rahmettir.”[6]
2-Zina
Tevrat’taki on Emir’den birisi de zina ile ilgilidir ve kesin olarak yasaktır. Evli bir erkek, evli bir kadınla zina ederse, her ikisi de öldürülecektir.[7] Bir erkek, nişanlı bir kızla şehirde zina ederse ikisi de recmedilecek, eğer bu iş kırda olursa, yalnız erkek öldürülecektir.[8]
İslâm hukukuna göre ise evli olan erkek ve kadın zina ederlerse ve cezalandırma şartları gerçekleşirse sadece mahkeme kararıyla ölüm cezası takdir edilir. Bekar olanlar zina ederlerse 100 değnek vurularak cezalandırılırlar.[9]
3-Hırsızlık
Ağır cezayı gerektiren suçlardan biri de hırsızlıktır.[10]
Yahudi hukukuna göre bir kimse çaldığını öldürür veya satarsa bir öküz yerine beş öküz, bir koyun yerine dört koyun, eğer çaldığı şey elinde diri ise iki katını ödeyecektir.[11] Yeşu zamanında ordugahta meydana gelen bir hırsızlık olayında, hırsızlık yapanların taşlanarak öldürüldüğü görülmektedir[12].
İslâm hukukuna göre hırsızlık yapmanın cezası el kesmedir. Bu vesileyle şunu ifade edelim ki, her hırsızın eli kesilmez. El kesme cezasının tatbiki edilebilmesi için bir takım şartların oluşması gerekir. [13] İslâm hukukunun getirdiği cezalarda özellikle caydırıcılık prensibi gözetilmiştir.
4-Boşanma
Yahudiliğe göre boşanma serbesttir; ancak kadının boşanması yasaktır. Boşama yalnızca kocanın hakkıdır. Erkek gerektiğinde kutsal kitabın bildirdiği koşullar altında kadını boşayabilir.[14]. Tevrat’a göre boşanmış kadın eski eşiyle tekrar evlenemez.[15] Ancak boşanma oldukça sınırlıdır[16]
İslâm hukukuna göre boşama yetkisi sadece erkeğe ait bir keyfiyet olmayıp gerektiğinde kadın da mahkemeye başvurmak suretiyle boşanma talebinde bulunur ve hakim kararıyla boşanabilir. Ayrıca Tevrat’tan farklı olarak Kur’an’da boşanan kadının ikinci bir evlilikten sonra eski eşiyle tekrar evlenmesine müsaade edilmiştir.[17] Dolayısıyla Kur’an’ın getirdiği hükümlerde bir kolaylık olduğu ortaya çıkmaktadır.
Yalnız İslâm boşanma bir izin olmakla birlikte hoş karşılanmayan bir davranıştır. Ancak aşırı geçimsizlik gibi evliliği sürdürmeye mani bir durum olursa boşama yoluna gidilebilir. Boşamanın hoş olmadığı bir hadiste şöyle ifade edilmiştir: “Allah’ın hiç hoşlanmadığı helal, boşamadır.”[18]
5-Ana-Baba ve Çocuklarla ilgili Hükümler
Yahudilikte anne-babaya kesinlikle saygı gösterilmelidir. Tevrat’ta Ana-babasına vuran, onları döven bir kimse haklı olup olmadığına bakılmadan öldürüleceği ifade edilir.[19]
İslâm ahlakına, göre ana-babaya itaat edilmesi gerekmektedir. Onlara karşı gelmek, hele hele onları dövmek kesinlikle yasaklanmıştır.[20]
6-Faiz ve Ödünç Alıp Verme
Yahudilerin kendi aralarında faizle alışveriş yasaktır, fakat yabancılar arasında faizle alışveriş yapılabilir[21].
İslâm, faizin her çeşidini yasaklamış; faiz alıp verenlerin kıyamet gününde Allah’ın huzuruna şeytan çarpmış gibi çıkacaklarını, ayrıca bu işle uğraşanların Allah’a ve Peygamber’ine savaş açmış olacaklarını bildirmiştir.[22] Bu açıdan bakılınca Tevrat’takinin aksine İslâm, faizi gerek müslümanların kendi arasında gerekse başkaları ile alışverişte aynı şekilde yasaklamıştır.
7- Sarhoşluk
Yahudilik’te şarap içmek günah olarak görülmez. Nitekim Tekvin’de Lut’la (a.s.) ilgili olarak kızlarının ona şarap içirip onu sarhoş ettikten sonra onunla zina ettiklerini belirten insanlık dışı bir olaydan söz edilir.[23]
Ayrıca Dâvud’un da sarhoş olduğundan bahsedilir.[24] Yine Eyüp kitabında, Eyüp’ün oğulları ve kızları ile birlikte yemek yiyip şarap içtikleri yazılıdır.[25] Aynı şekilde Tekvin’de Yakup’un babası İshak’a şarap sunduğu, başka bir yerde de İshak’ın oğlu Yakup’u şarapla beslediği ifade edilir.[26] Ayinlerde şarap içme adeti, yahudilere çevre kültürlerden geçmiştir.[27]
Ancak Peygamber İşaya, sahte peygamberlerin kahinle birlikte içkiden dolayı sendelediklerini ve şarap düşkünü olduklarını, bütün sofralarının kusmuk ve pislikle dolu olduğunu, temiz bir yerin bulunmadığını söyleyerek onları kınar.[28]
Peygamber Habakkuk da “Komşusuna içki içirenin vay başına! Vay sana. Sen ki, ona kendi zehrini katıyorsun ve onların çıplaklığına bakmak için onları da sarhoş ediyorsun. Sen izzet değil, utanca doydun; sen de iç ve sünnetsiz olduğunu göster ve senin izzetin üzerine de rüsvaylık gelecek”[29] ifadelerinden en azından sarhoşluğun tasvip edilmediğini görüyoruz. Bu ve buna benzer ifadeleri Eski Ahid’in diğer bazı bölümlerinde görebiliriz.[30]
İslâm, sarhoşluk veren bütün maddeleri yasaklamış; bunların azı ile çoğu arasında bir fark gözetmemiştir.[31] Hatta bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) içki üretimi ve dağıtımını bile yasaklamıştır: “Allah içkiyi üretene, ürettirene, içene, taşıyana ve taşıtana, dağıtan ve satana, bundan gelir elde edene, satın alana lanet etsin.”[32] buyurmuştur.
İslâm, içkiyi bütün kötülüklerin anası kabul etmiş; huzurlu ve sağlıklı bir ailenin ve toplumun oluşması için o toplumun bütün fertlerinin içki ve benzeri tüm kötü alışkanlıklardan uzak durmasını tavsiye etmiştir.
Eski Ahit’te peygamberlerin ve din büyüklerinin içki içtiklerinden bahsedilir. İslam’da ise peygamberlerin ismet sıfatı vardır; onlar insanlara örnek olarak gönderildiklerinden Allah Teala tarafından koruma altında bulunmaktadırlar. Normal bir insanın bile yapmasının makul sayılmadığı bu tür hareketleri, Allah tarafından peygamber olarak gönderilen kimselerin işlemesi İslam inancı açısından kabul edilmesi asla mümkün olmayan davranışlardır.
8-Yeme ve İçme (Koşar) ile İlgili Bazı Kurallar
Yahudilikte hayvanların kanı, iç yağları, dört ayaklı hayvanların (geviş getirenler ve çatal tırnaklılar hariç) etleri, böceklerin, tüm sürüngenlerin, devenin, tavşanın, domuzun etlerinin yenilmesi haramdır. Dokunulması bile doğru değildir.[33] Bunun dışında bitkilerle ilgili bir takım yasaklar bulunmaktadır.
B-YAHUDİ MİSTİSİZMİ
Yahudilikte kapalı ve egoist/bencil bir düşünce hakimdir. Bu ahlak telakkisi yahudi cemaatinde çok bariz şekilde göze çarpar. Nitekim yukarıda da ifade edildiği gibi faizi kendi aralarında haram sayıyorlar, ancak kendileri dışındakilere faiz verip faiz alabiliyorlardı.
Onları egoizme sevk eden amil, tarih boyunca sürekli kontrol altında tutulmaları, ezilmeleri, sürgüne gönderildikleri sırasında yaşadıkları trajediler, ayrıca kendilerini diğer insanlardan üstün görme anlayışından kaynaklanmaktadır.
Talmud bilgelerinin ilk ahlaki öğüdü, "ekmeğini tuz ile ye, suyunu azar azar iç, yerde yat, kapalı bir hayat sür ve çok çalış" şeklindeydi. Dünyâda sâde bir hayat yaşama ve serveti tahkîr etme düşüncesi yahûdîlerde “Hasidizm” denen akımla başlamıştır. Bu ekolün mensupları günde dokuz saati rûhî antremanlarla geçirirler ve o kadar çok oruç tutarlardı ki, günlerce barsak hastalığı çekip sonunda ölenler olurdu.
Yahudilikte Rabbinizm ise farklı bir gelişim arzetmiştir. İmparator Titus'un M.S. 70 yılında Kudüs'ü kuşatarak alması ve orayı tahrîb etmesi, başta Rabbiler olmak üzere bir çok Yahûdî'yi zühde yöneltmiştir. Böylece Rabbinizm, öncekinden farklı olarak kendisini koyu bir zühdün içinde bulmuştur. Kudüs'ün tahrîbiyle fakirleşen halktan bazıları, Tanrı adına kurbân kesemedikleri için et yememeye and içmişler, bazıları da aynı gerekçeyle ekmek, su ve meyva yemenin doğru olup olmayacağını tartışmışlardır. Esseniler adındaki bir diğer mistik gurup hayvan kurbân etmeye karşı oluşlarıyla tanınmaktadır[34].
Kabbala yahudi mistisizminin genel adı olup Kitab-ı Mukaddes’in esrarengiz yorumlarına itibar eder. Kabbala'ya âit mevcut eserlerin en önemlisi "Zohar" (Nur, ihtişâm) kitabıdır. Zohar'a göre hiçbir şey, genel olarak kötü değildir; hiçbir şey ebediyete kadar melûn olamaz; hattâ İblîs bile. Şu halde, bir gün gelecek, Cehennem de ortadan kalkacak ve bir Cennet haline gelecektir. Zîrâ hayât, ebedî bir bayram, sonsuz bir huzurdur.[35]
İslâm ahlakına ve tasavvufuna göre nefsin tezkiye edilmesi, kötü duygulardan arındırılarak güzel huylarla süslendirilmesi istenmektedir. Bu manada nefse eziyet ve işkence söz konusu değildir. Bir kısım yahudi mezheplerinde olduğu gibi İslâm ahlakında, hastalanıncaya kadar oruç tutma, yenmesi helal olduğu halde bir kısım gıda maddelerinden bütünüyle yüz çevirme adeti yoktur. İslâm, her hak sahibine hakkının verilmesini öğütlemiştir. Nefsin de insanın üzerinde hakkı vardır; insan kifayet miktarı yiyecek, uyuyacak ve istirahat edecektir.
II-HIRİSTİYANLIKTA HUKUK VE AHLAK ANLAYIŞININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Hıristiyanlık Tevrat’ı mukaddes bir kitap kabul etmekle beraber, hukukla alakası bakımından Yahudilik’ten farklıdır. İncil, Tevrat’ın hukuk ve ahkamla ilgili hükümlerini bir tarafa bırakıp sadece ahlaki hükümleri dikkate almıştır. Başka bir ifade ile hıristiyanlar Tevrat’taki hükümlere inandıklarını belirtmekle beraber, uygulamada söz konusu hükümlerin kendilerini bağlamadığını söylerler.
İsa’nın nasihatlarında “Allah’ın hakkını Allah’a Sezar’ın hakkını Sezar’a verin” ifadesi yer alır.[36] Bu ifadeye göre Allah dünya işlerine karışmaz, dolayısıyla onun hukuka müdahelesi de söz konusu değildir.
İslâm’da ise Allah’ın hakkını Allah’a Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek diye bir anlayış bulunmamaktadır. İslâm’da Allah’ın müdahele etmediği ve karışmadığı hiçbir saha yoktur. Dünya işlerinin tanziminde, hukukun düzenlenmesinde, ailenin kurulmasında, mutlaka Allah’ın ırade ve hükmü bulunmalıdır. Yüce Allah, bunların yerine getirilmesinde özellikle adalet ve ehliyetin göz önünde bulundurulmasını istemiştir. Kaldı ki Hz. İsa’ya isnad edilen yukarıdaki ifade belli bir dönemde siyasi maksatla söylenmiş olup gerçekte Allah’ın dünya hayatına müdahele edemeyeceği manasında kullanlmamıştır.
Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın öğretileri değil, kilise babalarının görüşleri hakimdir. Mesela Hz. İsa şöyle demiştir: “Sanmayın ki ben şeriatı veya peygamberliği yıkmaya geldim. Ben yıkmaya değil tamamlamaya geldim.”[37] Bir şeyin tamamlanması, onun ilga edilmesini gerektirmez.
Zira hıristiyanlar, Hz. İsa’dan sonra özellikle Pavlos döneminde yahudi olmayanlar arasında Hıristiyanlığı yaymak için Tevrat’taki bazı hükümleri kaldırmışlardır. Mesela, cumartesi gününün tatil edilmesi, sünnet olunması ve domuz etinin helal kılınması kaldırılan hükümler arasındadır. Haç ve ikonoların (kilisede bulunan resim ve heykellerin) kabul edilmesi, daha sonra olmuştur. Söz konusu hükümler, Pavlos ve arkadaşları tarafından Küdus konsilinde kaldırılmıştır.
Şayet kilise İsa tarafından yapılan ve haber verilen şeriatı değiştirme selahiyetine sahip olsaydı, bizzat İncil’in ona bu yetkiyi vermiş olması gerekirdi. Halbuki İsa kendisinin bozmaya değil tamamlamaya geldiğini söylemiştir.[38]
Diğer ilahî kökenli dinlerde olduğu gibi Hıristiyanlıkta da zinanın her türlüsü yasaklanmıştır. Bu hususta Matta da İsa şöyle vaaz eder:
“Zina etmeyeceksiniz dendiğini duydunuz. Fakat ben size derim ki, bir kadına şehvetle bakan bir kimse zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Eğer sağ gözün bakmaya sebep oluyorsa onu çıkar ve at. Çünkü senin azandan birinin yok olması, bütün bedeninin cehenneme atılmasından iyidir. Ve eğer sağ elin günaha sebep oluyorsa onu kes ve at. Çünkü senin azandan birinin yok olması, bütün bedeninin cehenneme atılmasından daha iyidir.”[39]
Daha önce de ifade edildiği gibi İslâm, zina ve zinaya götüren bütün yolları kesinlikle yasaklamış; zinaya sebep olan vasıtaları da ortadan kaldırmıştır. Zinadan korumak maksadıyla İslâm, kadının örtünmesini emretmiş, yabancı erkekle kadının bir arada bulunmasını yasaklamış, her türlü açık ve saçıklığa mani olmuş ve bu tür ahlaksızlıkların meydana gelmemesi için gerekli tedbirleri almıştır.
Hıristiyan ahlakına göre hırsızlık ve haksızlık yasaklanmış olmakla beraber, içki kesin olarak yasaklanmamış, fakat kötü bir şey olarak değerlendirilmiştir.[40]
İslâm da aynı şekilde hırsızlık, haksızlık ve adaletsizlik gibi toplumun huzurunu bozan her türlü kötü ve ahlak dışı hareketler yasaklanmış; içkinin ise her çeşidi, azı ve çoğu haram kılınmış, yine içki bütün kötülüklerin ana kaynağı kabul edilmiştir.
Adam öldürmek, Yahudilikte olduğu gibi Hıristiyanlıkta da yasaklanmıştır. Nitekim Eski Ahid’in bir çok yerinde adam öldürmenin yasaklandığı ifade edilmiştir. Hz. İsa da bu hükmü destekler mahiyette şöyle demiştir: “Kılıcını kınına koy. Çünkü kılıç tutan herkes, kılıçla yok olacaktır.”[41]
Hıristiyanlığa göre intihar/ötenazi kötü görülmüş, yalandan sakınılması istenmiş, boşanma hiç bir şekilde hoş görülmemiş, boşanan kadınla evlenmek zina kabul edilmiştir.[42] Yine aynı şekilde birden fazla kadınla evlenmek iyi bir davranış olarak kabul edilmemiş; hatta birden fazla kadınla evlenenlere, imanı ve karakteri zayıf kimseler olarak bakılmıştır. İki kadınla evlendiğinden Hz. İbrahim için de benzeri tabirler kullanılmıştır.[43]
Buna rağmen İncil’de Hz. İsa’nın birden fazla kadınla evlenmeyi normal karşıladığını gösteren ifadeler de bulunmaktadır.[44]
Hıristiyan ahlakına göre bekarlık da evlenmek kadar makbul sayılmış ve övülmüştür. Bekarlığın övülmesinin sebebi olarak da, bekarların Allah yolunda hizmette evlilere göre daha avantajlı oldukları gösterilmiştir.[45]
İslâm, boşanmayı hoş görmemekle birlikte başka çare kalmadığında boşanmaya müsaade etmiştir. Ancak boşanmış kadına kötü gözle bakılmamasını istemiş, onun tekrar başka biriyle evlenmesine izin vermiş, boşanmış kadınla evlenmeyi Hıristiyanlıkta olduğu gibi zina saymamıştır. Hatta boşanan kadına kocası tarafından belli bir süre ihtiyacını karşılayabilecek miktarda para veya eşya (nafaka) verilmesini emretmiştir.
İslâm’da aslolan, bir kadınla evlenmektir. Bununla birlikte İslâm’da, birden fazla kadınla evlenmeye müsaade edilmiştir.[46] Bu bir emir değil, savaş gibi zorunlu durumlarda kadınları ve çocuklarını mağdur etmemek, ve toplumsal ahlakı muhafaza etmek için başvurulabilecek bir ruhsattır. Bilindiği üzere savaş gibi olağanüstü durumlarda erkeklerin ölmesiyle geride bir çok dul ve yetim kalmaktadır. Bunların barındırılması, korunması, sahiplenilmesi ve topluma kazandırılması gerekir. İslâm, birden fazla evlenmeye ruhsat vermekle esasında bu gibi durumlara çare üretmiştir.
İslâm’da ayrıca evlilik teşvik edilmiş, bekarlığa ise iyi gözle bakılmamıştır. Nitekim bir hadiste Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Nikah benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”[47] İslâm, evliliği teşvik etmekle kalmamış, maddi imkan bulamadıkları için evlenemeyenlerin de evlendirilmesini tavsiye etmiş, buna rağmen evlenemeyenlerin iffetli davranmalarını ve evleninceye kadar sabretmelerini öğütlemiştir.[48]
İlk dönemlerde hıristiyan zâhidler topluca uzlete çekilmiyor, zühdî hayâtı evlerinde yaşıyorlardı. Evliliği, mal mülk sâhibi olmayı terk ediyor, uzlet, sessizlik, oruç ve diğer çilelerle yaşıyorlardı.
Önde gelen hıristiyan mistiklerinden St. Anthony'nin şöyle dediği rivâyet edilir: "Sudan çıkan balıklar nasıl ölüyorsa, biz râhipler de insanlarla fazla birlikte bulunup sohbet ettiğimiz zaman akıllarımız bulanır ve ahlâkımız bozulur. Bu yüzden, balık nasıl hayâtını su altında geçiriyorsa, biz de yaşantı ve işlerimizi yalnızlığa gömmeliyiz."[49]
Târihçi Evagrius, Kudüs'e yaptığı seyahatlerde gördüğü manastır hayâtını şöyle anlatır: "Onlar, nefisleri üzerinde öyle bir kontrol sâhibidirler ki, râhib ve râhibeler birlikte yıkanırlar; buna rağmen cinsel istek anlamında birbirlerinden etkilenmezlerdi. Gerçi yıkanmak onlara göre kötü bir şey ise de, nefislerini öldürmek ve ibâdet kastıyla yıkanıyorlardı." Fakat bu nefse mani olabilme durumu uzun sürmemiş; St. Gregory’ın de (M. 326) dediği gibi bir kısım manastırlar aşırı dejenere olmuşlardır.[50]
- 157 yılında Anadolu'da Montanism gelişmeye başlamış, bu akımın kurucusu Montanus, aşırı zühdü telkîn etmiş, evliliği yasaklamış ve oruç türü bir perhîz için sert kurallar koymuştur.[51] Ünlü hıristiyan ahlâkçısı St. Basil,[52] keşişler için bir kânun yazmıştı. Bu kânun, dünyâdan maddeten ve rûhen uzleti gerektiriyordu. Çünkü ona göre gerçek dînî hayât için halvet önemliydi.
Daha önce de ifade edildiği gibi İslâm dini, dengeyi esas alan bir dindir. O, hiçbir zaman ifrat ve tefriti hoş görmemiştir. Bu manada daimi bir bekarlığı ne tavsiye etmiş ne de hoş görmüştür. Aynı zamanda daima toplumdan uzak bir münzevi hayat yaşamayı tasvip etmemiştir. Hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlığı ve dünyadan bütünüyle el etek çekmeyi hoş görmemiştir.
III- İSLÂM HUKUKU VE AHLAKI
İslâm Fıkhı diye de ifade edilen İslâm hukuku, İslâm’ın dini (itikadi, ameli ve ahlaki) ve medeni hayatının bütün yönlerini ihtiva eder. Şu kadar var ki, fıkıh, hukukun inceleme alanına giren, tüm ilişkileri kendine konu edindiği gibi, kişinin Allah’a karşı olan ve dış dünyaya yansıyan ibadetlerini de incelediği için, beşeri hukuktan daha kapsamlıdır.
İslâm hukuku, cemiyet hayatının en önemli kaide ve müesseselerini tanzim etmekle beraber, onu diğer hukuk sistemlerinden ayıran kendine has özellikleri bulunmaktadır.
- İslâm hukuku en son ve en kapsamlı ilahî bir hukuktur. Onun temel iki ana kaynağı Kitap ve Sünnet’tir. Beşeri hukuk sistemlerinde ise hukuk kaynağı, örf ve adetler, ilmi ve kazâi ictihatlardır
- İslâm hukuku, vicdanları terbiye ederek, iyiliği sevmeyi kötülükten kaçınmayı tavsiye eder. Bundan dolayı işlenen her fiil için iki karşılık koymuştur. Bunlar dünyevi ve uhrevi ceza ve mükafatlardır. İslâm, dünyada yaptığının karşılığını görmeyen veya eksik görenin ahirette eksiksiz bir adaletle cezalandırılacağını vicdanlara yerleştirmiştir.
Halbuki diğer sistemler, iyilik ve kötülük olgusunu insanların kalplerine yerleştirmek, başka bir deyişle kalpleri dini duygu ve iman ile donatmak yerine sadece cezai müeyyideler koymakla yetinmişlerdir.
- İslâm hukuku, yalnız kötü ve suç sayılan fiilleri cezalandırmakla kalmamış, iyi fiil ve davranışlara karşılık olarak da manevi mükafat/sevap vadetmiştir.
- İslâm hukukunda kanun koyma selahiyeti Allah’a aittir. Allah’ın koyduğu kanunu vahiy kaynağından keşfetme ve yorumlama selahiyeti, ilim ve ehliyet sahibi kimselere aittir. Bu kimselere “müctehid” adı verilir. Onların ictihadı kitap ve sünnete aykırı olamaz.
İslâm hukukunun hükümleri, dünyevi yaptırımların yanı sıra uhrevi yaptırımlarla da desteklenmiştir. Yaptırım kavramını sadece caydırıcılıkla değil, aynı zamanda özendirme fikrine de dayandıran İslâm hukuku, aklın yanı sıra vicdan ve gönüllere de hitap eden bir hukuk sistemidir.
Yine İslâm hukuku, ihtiva ettiği içtihat müessesesiyle değişen hayat şartlarına ayak uydurabilen, gelişmeci bir hukuk sistemidir.
İslâm hukukunun asli kaynaklarında tevhid inancına çağrı, kula kul olunmaması ve kul ile Allah arasına girilmemesi özellikle dikkat çekmektedir. Yine İslâm hukukunda kolaylaştırma, müsamaha, itidal, insan kişiliğine, temel hak ve hürriyetlere saygı, hak dağılımında adalet ve dengenin gözetilmesi gibi ilkeler ortaya konmuştur.
Bu ve benzeri özellikleri ile İslâm hukuku bin yıldan fazla bir zamandan beri İslâm aleminde kısmen veya tamamen tatbik edilmiştir. Son asırlarda zamanın ihtiyaçlarına cevap verememesi şeklinde bir iddianın ortaya atılmasını mazur gösteren sebep, bu hukukun kendisi değil, ictihat hadisesinin duraklaması, mezhep taassubu ve Müslümanların kendi dinlerine gereken önemi vermemelerinden kaynaklanmış olabilir.[53]
IV- İSLÂM VE ROMA HUKUKU[54]
İslâm ve Roma hukuku gerek sistem bakımından gerekse müessese ve prensipler bakımından birbirinden ayrılmaktadır.
Roma hukuku kaynak itibarı ile beşeri ve laik bir hukuk sistemidir, dini hüviyeti yoktur. İslâm hukuku ise kaynağı itibarı ile dini bir hukuktur. İbadet, muamelat ve ukubatı/cezayı ihtiva eder. Roma hukukunda aşırı şekilde baba hakimiyeti (pederşahilik), koca hakimiyeti ve evlat edinme müessesesi bulunmaktadır. İslâm hukukunda ise bu tür bir temayül yoktur.
Hayır ve hasenat için vakıf kurmak, süt kardeşliği, belediye ve savcılık vazifesi yapan hisbe, tazir gibi müessese ve kaideler ancak İslâm hukukuna mahsustur.[55]
Romalıların başlangıçta belli bir hukuku yoktu. Daha sonra 12 taş levha üzerine yazılmış olan “12 Levha kanunu” icad edilmiştir. Bu kanunlar kısa olmakla birlikte hüküm itibarı ile oldukça sertti. Bu kanunlardan sonra 6. asırda Şarki Roma’nın en büyük imparatorlarından olan Jüstinianüs yeni bir kanun ortaya koydu. Bu kanunlar, Jüstinyen kanunu olarak tanındı.
Hıristiyanlık, Romalılar tarafından kabul edildikten sonra Roma hukukuna yeni bir şey getirmedi, yeni bir tekamül hamlesi yapmadı. Çünkü Hıristiyanlık bir din olarak her hangi bir hukuk sistemi vazetmemişti. (getirmemişti) Hıristiyanlık, Roma tarafından resmen Romalıların dini olarak kabul edilinceye kadarki yasaklı dönemlerde bir çok zahid ve aziz yetiştirdi. Dünyadan vazgeçmeyi tavsiye eden tarikatlar ortaya çıkardı.
Roma hukuku, beşeriyetin ihtiyaçlarına cevap vermesi bir yana, kiliseye ve imtiyaz sahiplerine tanıdığı bir takıp ayrıcalıklar ve krallara verdiği geniş selahiyetler yüzünden gerçek bir hukuk sistemi teşkil edememiştir. Bu yönüyle insanlığa yön vermesi ve adaleti sağlaması mümkün olmamıştır.
Roma Hukukuna göre kadın
Roma hukukuna göre kadın hiçbir zaman hür sayılmazdı. Kızına koca olacak kimseyi baba seçerdi. Evlendikten sonra kadın, kocasının emrine girer, bir nevi onun kızı gibi kendisine tabi olurdu. Romalılar kız çocuklarının eğitimine pek önem vermezlerdi. Kadın eve bakardı, onun görevi ancak bundan ibaret sayılırdı. Romalı bir çocuk babasının malı gibiydi. Babasının onu satmaya bile hakkı vardı.
Aile Reisi
Aile reisi, hem mülkün sahibi hem ailenin hükümdarı hem de rahip gibiydi. Aile reisi, karısını boşamak, çocuklarını alıp satmak, onlara sormadan kendilerini evlendirmek gibi yetkilere sahipti. Kadın ve çocuklar hiçbir zaman mal sahibi olamazlardı. Şayet aileden biri cinayet işleyecek olsa, onu hakim değil aile reisi cezalandırırdı. Çünkü mahkeme ancak aile reislerini muhakeme edebilirdi.
Ceza muhakemeleri kanunu
Romada hiçbir davacı olmasa bile bir kimsenin cinayeti ihbar etmesi o kimsenin yargılanması için yeterli idi. Çoğu kez şahit bulunamaz, suçu itiraf ettirmekten başka çare olmadığı zaman, tazyik ve işkenceye baş vurulurdu. Bu işkence, zanlı suçu itiraf edinceye kadar sürerdi. Zanlı suçu itiraf etmediği sürece, su dökülmek, ipe çekilmek ve kamalanmak suretiyle bayılıncaya kadar eziyet edilirdi.
Avrupada asılarak idam etme, diri diri yakma, bilek ve kulak kesme, umuma teşhir için bir yere bağlama cezaları gibi işkence örnekleri bütün Avrupa mahkemelerince kabul edilmiş, bu uygulama 19. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir.
Esirler
Romada esirlere bir insan gözüyle bakılmazdı. Esirler hiçbir sosyal hakka sahip değillerdi. Esir sahibi, esirini istediği gibi kullanır; onu çalıştırır, dövebilir, işkence edebilir, hatta öldürebilir, kimse de ondan hesap sormazdı. Romada esirlerin sayısı hürlerinkinden çok daha fazlaydı.[56]
Avrupada işkence ve zulüm örnekleri
1410 yılında Jhon Badbi dine ihanet töhmeti ile, IV. Henri huzurunda yakılarak öldürülmüştür. Bunun yanında yine IV. Henri zamanında halka bir çok işkence yapılmış, bu tür işkenceler 18. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür.
1532 yılında yedi kişiyi zehirlemekten zanlı bir kişi kaynar suda kaynatılarak öldürülmüştür.
1558’de ölen kraliçe Maria’nın beş yıllık iktidarı zarfında 285 kişi diri diri yakılmıştır. Bunlardan 21’ı papaz, 61’ı kadın, 4’ü de çocuktu.
Yine aynı şekilde meşhur yazar Dante hakkında nerede yakalanırsa diri diri yakılması hakkında karar çıkartılmıştır. Bu karar hala Florans arşivinde mevcuttur.[57] Yine Avrupada Engisizyon mahkemelerinde çeşitli işkencelerle öldürülen insanların sayısının milyonları bulduğu da ifade edilmektedir.[58]
V-İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİNİN İSLÂM HUKUNUN GENEL PRENSİPLERİ AÇISINDAN KISACA DEĞERLENDİRİLMESİ
İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi, ilk defa 1776 yılında Amerika'da bilâhere 1789'da Fransa'da ilân edildikten sonra, mazlum ve mağdur milletlerin kurtarıcı bir unsuru halinde insanlığa sunulmuştur.
Bu beyannamelerin ilânından sonradır ki, Avrupa memleketlerinde kanunlar, insan haklarını teminata bağlayan prensiplere göre ayarlanmış ve bugünkü hale gelmişlerdir.
Batıdan bize nakledilen ve modern sistemlere göre düzenlenmiş olan bugünkü (modern hukukun) kanunların, bizlere yabancı gelmeyişlerinin sebebi, toplumumuzun bünyesinde ananeleşmiş İslâm hukukunun garbda icra ettiği tesirler, o kanunların prensipler itibarıyla İslâmileşmiş olmalarıdır. Şüphesiz ki, teferruatta, bu iddiada bulunamayız. Ancak, modern hukukun temeli olan, hürriyet ve eşitlikle, bunların tatbikatında adaleti, batı dünyasının İslâm hukukundan aldığını yine onlar bize haber veriyorlar.
“İslâm hukukunun bugünkü tatbikatı” mevzulu bir konferansta (13.4.1964) Ankara İlahiyat Fakültesi'nde Prof. Joseph Schacht, Mecelle'nin hâlâ Kıbrıs ve İsrail'de tatbik edildiğini ifade etmiş ve hâlâ İslâm hukukunun lâik hukukların hazırlanmasında bile, ilham edici bir hüviyet taşıdığını itiraf etmiştir.[59]
Hz. Peygamber'in Medine’ye hicret edince orada yaşayan yahudiler, hıristiyanlar, müşrikler, müslümanlar ve diğer kabilelerle bir anlaşma yapmış, yapılan bu anlaşmayı yazılı hale getirerek ilan etmiş ve bu tarihte “Medine Anayasası” olarak meşhur olmuştur.
Bu Anayasa, ilk İslâm devletinin anayasası olmasının yanında aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma hususiyetine de sahiptir. Hz. Peygamber’in hazırladığı bu anayasa yazılı olarak elimizde bulunmaktadır. Nitekim Wellhausen, Caetani ve Wensinck gibi müsteşrikler bile bunu kabul etmişlerdir.
Bundan önce hazırlanan yasalar ya emir ve tavsiye niteliğinde olmuş (Aristo’nun anayasa kitabı, Konfiçyüs’ün tavsiyeleri gibi), ya da belli bir grubun hak ve imtiyazlarını korumak maksadıyla yapılmıştır. (Atina şehir devletleri gibi) Bunun dışındaki var olduğu söylenen yasalar ise günümüze kadar yazılı olarak gelmemiştir.[60]
Hz. Peygamber (a.s.)ın hazırladığı Medine Anayasası gerek fertler arasında ve gerekse fertlerle devlet arasındaki hak ve vecibeleri, hürriyeti, temellük hakkını, eşitliği ve adaleti temine kâfi bir, ilk insan hakları beyannâmesi manâsını taşır. Zira Hz. Muhammed (s.a.), Medine'ye hicretinde orayı, tam bir keşmekeş içinde ve gücü yetenin diğerine her türlü zulmü, işkenceyi, yağmayı ve katli reva gördüğü bir yer olarak bulunca, bütün kabileleri toplayıp bu beyannameyi ilân etmiştir. Bundan sonradır ki, Medine şehri kurulan bu site devleti sayesinde sulh ve sükûna kavuşmuş, bütün insan hakları teminata bağlanmıştır.
Burada İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin belli maddelerini Medine Anayasası ve İslâm’ın genel prensipleri çerçevesinde kısaca değerlendireceğiz. Önce İnsan Hakları beyannamesinin konuyla ilgili maddelerini zikredeceğiz, ardında da İslâm’ın konuyla ilgili prensiplerine yer vereceğiz.
İnsan Hakları Beyannamesinde şu hüküm yer alır:
“İnsanlar, hukuk itibarıyla müsavi olarak doğar ve yaşarlar. İçtimaî haklar ancak kamu yararına dayanabilir."
Bu maddede işaret edilen eşitlik ve insanlar arasında her herhangi bir farkın bulunmadığı, Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey insanlar! Biz, sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve sizi şubelere ve kabilelere mensup kıldık ki tanışasınız. Allah katında en iyiniz kötülüklerden en çok çekinip korunanızdır."[61] şeklinde ifadesini bulmaktadır
Görülüyor ki soylara, kabilelere ayrılmış bulunmanın herhangi bir ayrıcalık unsuru teşkil etmediği, ancak ilâhî emirlere uyanların Allah katında en hayırlı sayılacağı beyan buyuruluyor: Bu ilâhî emirlerde, insanların birbirini küçük görmemeleri, birbirleriyle alay etmemeleri ve nihayet müsavi olduklarını kabul etmeleri de vardır.
Müsavilik (eşitlik) esasının bozulmaması için şu ilâhî emri Kur'ân'dan okuyalım: "Ey mü'minler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Olur ki (alay edilenler Allah katında, alay edenden) daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları eğlenceye alıp alay etmesin. Olur ki eğlence ve alaya alınanlar öbürlerinden daha hayırlıdır. (Kendi) kendinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın.”[62]
Hz. Peygamber de (s.a.) veda hutbesinde şöyle buyurmuştur “Rabb’iniz bir olan Yüce Allah’tır. Babanız da Hz. Adem’dir ve hepiniz onun çocuklarısınız. Adem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en kıymetli olanınız ona en iyi kulluk edeninizdir. Arabın arap olmayana, beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ve şeref ancak Allah’a iyi kulluk yapmakla kazanılır”[63]
“Her bir siyasî cemiyetin gayesi, insanların tabi oldukları, iptali kabil olmayan haklarını korumaktır. Bu haklar da hürriyet, mal edinme, emniyet ve zulme karşı koymaktır."
Hz. Peygamber’in Veda Haccı münasebetiyle irad buyurdukları hutbede, bütün bu hususlar açıkça belirtilmiştir. İslâm hukuku, daima zulme imkân vermeyecek şekilde her tedbiri düşünmüştür. İşte bu hususta Kur'ân-ı Kerim'deki tavsiyeler: "İyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde yardımlaşmayın."[64] "İçinizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (herkesi) hayra davet etsinler, iyiliği emretsinler, kötülükten vaz geçirmeğe çalışsınlar."[65] "Bir de fitneden öyle sakının ki, o, içinizden yalnız zulm edenlere dokunmaz (âmmeye sirayet eder)."[66]
Bu âyet-i celilelere ilâve olarak Hz. Peygamber'in bir hadis-i şeriflerinde: "Müslümanın müslümana kanı (onu öldürmesi), malı ve namusu haramdır."[67] Buyurmuşlardır. İslâm alimleri bu ve benzeri ilkelerden hareketle beş şeyin korunmasının gerekli olduğunu bildirmişlerdir. Bunlar din, mal, can, akıl ve namus’tur. Bunlar daima güvence altında bulunması gereken temel haklardır.
İslâm'da, devleti idare edenlere, halk arasında bulunan gayr-i müslimlere de iyilik ve adaletle muamele etmeleri emredilmiştir. İşte Kur'ân'dan bir âyet: "Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış onlara, iyilik ve onlara adalet (le muamele) etmenizden Allah sizi men etmez. Çünkü Allah adaletle muamele edenleri sever."[68]
“Her hâkimiyetin esası, millete dayanmalıdır. Hiçbir sınıf, hiçbir fert, aşikâr olarak kendisinden sadır olmayan bir yetkiyi kullanamaz."
Hz. Peygamber'in ölümünden sonra gelen Dört Büyük Halife, İslâm büyüklerinin rey ve seçimleriyle o makama gelmişlerdir. Bu tarihî hakikat, herkesçe bilinen bir keyfiyettir. Kur’an-ı Kerim, müminlerin meselelerini hallederken istişare üzere hareket etmeleri gerektiğini tavsiye etmektedir. Nitekim istişare ile ilgili olarak şöyle buyrulur: “Onlar Rab’lerinin davetine icabet ederler, namazı kılarlar ve onların işleri aralarında istişare iledir.”[69].
İslâm'da, her yetki Allah’ın olduğu için, başkasının O’nun rızasına aykırı olarak kendiliğinden bir sulta kurmasına asla cevaz verilmez. Ancak bu büyük halifelerden sonra gelen bir kısım idareciler bu esasa riayet etmemiş ve kendi sultalarını kurmaya çalışmışlar. Bu da İslâm uleması tarafından tenkit edilmiştir.
Zamana göre ahkâmın da değişebileceği tezini vazeden İslâm hukuku, bugünkü şartlara uygun olan, âdil ve ehil olmak şartıyla her türlü seçim sistemini tavsiye eder.
Peygamber efendimiz, vahyin bir hüküm bildirmediği meselelerde daima Müslümanlarla istişare eder, onların reyini alırdı. Bedir Harbi'nde kendi karargah kurduğu yeri, Müslümanlar'ın tavsiyeleri üzerine değiştirip Bedir suyunun bulunduğu yere kurmuştur. Hendek Muharebesi'nde de ashabın tavsiyelerine göre hareket etmiş; Selman-ı Farisi’nin teklifi ile hendek kazılarak Medine şehrinin savunulmasına karar verilmiştir. Bu minval üzere sonraki halifeler de, Müslümanlarla istişareye önem vermişlerdir..
"Hiçbir kimse, kanunun tayin ettiği hallerden başka bir husus için itham edilemez, tevkif olunamaz ve hapsedilemez. Bu da ancak kanunun gerektirdiği tarzda olabilir. Kanuna aykırı olarak verilen emirleri tatbik eden, ceza görmelidir. Fakat kanunla dava edilen veya tutulan her fert, hemen itaatla mükelleftir. Karşı geldiği takdirde suç işlemiş olur."
Bu madde Orta Çağ Avrupa'sında cereyan eden zulüm ve sair keyfi muamelelerin önlenmesi maksadıyla konmuştur. Halbuki bu beyannamenin ilânından en azından 1000 küsür yıl öncesinden beri İslâm âleminde, insan hakları, tam ve kâmil manâsıyla teminata sahipti. Bu husus Kur'ân-ı Kerim’de şöyle beyan edilir: "Şüphesiz ki, Allah, size emanetleri ehil ve erbabına vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder."[70]
"Ey iman edenler!. Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin.”[71] Ayet-i kerimeler, adaleti ve emir sahiplerine de itaati emreder. Bu hale göre emir sahiplerine karşı gelmek Allah katında suçtur. Ancak kötülüğü, kanun ve nizamlara aykırılığı, fitneyi ve anarşiyi ihtiva etmemek şartıyla amirlere itaat gerekir.
"Toplumun huzurunu bozmamak şartıyla, hiçbir kimse dini inanç ve düşüncelerinden dolayı kınanamaz."
Bu maddedeki hükümler, İslâm hukukunun önde gelen hükümlerindendir. Kur'ân-ı Kerim'den istidlal suretiyle, "Dinde zorlama yoktur.”[72] “Habibim onlara söyle, sizin dininiz size, benim dinim bana"[73] gibi âyet-i celileler ve Peygamber efendimizin Medine anlaşmasıyla yahudi ve hıristiyanlara verdiği teminat, müslümanlar için birer örnek olmuştur. Nitekim Fâtih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettiğinde diğer din mensuplarına toleranslı davranmış ve onları kendi dinlerini yaşamada serbest bırakmıştır.
"İnsan haklarının muhafazası, bir idarî yetkinin bulunmasını icab ettirir. Bu yetki, herkesin menfaatine olup tevdi edildiği şahısların şahsi çıkarlarını temin gayesine matuf değildir.”
İslâm hukuku, meşruiyet taşımayan keyfi yönetimi ve idarecilerin kendilerine menfaat ve nüfuz teminini şiddetle reddeder. İnsan haklarının bir idarî kanunla korunup muhafaza edilebileceği hususları Medine Vesikası bölümünde incelenmişti. Hz. Peygamber (a.s) Medine'ye hicret edince, bu zarureti hissettiği için, bütün kabileleri bir araya getirmiş, din ve anane farkı gözetmeden federal bir idare kurmuştur. İdari yetkiyi elinde bulunduranların bundan şahsi menfaatlerini temin hususuna gelince; gerek Hz. Peygamber'in ve gerekse onu takib eden büyük halifelerin bu mevzuda ne kadar hassas oldukları, tarihi bir gerçektir. Hz. Peygamberimiz (a.s)’e, zevceleri müracaat ederek ziynet eşyası istediklerinde ve daha iyi bir hayat sürme arzusunda olduklarını Hz. Peygambere bildirdiklerinde şu âyet-i celile indirilmiştir:
"Ey Peygamber! Zevcelerine şöyle söyle: Eğer dünya hayatı ve zinetlerini istiyorsanız, haydi geliniz sizi onlarla donatayım ve güzellikle bırakıp salıvereyim". "Eğer Allah'ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphe yok ki, Allah, içinizde güzel hareket edenler için büyük bir mükâfat hazırlamıştır."[74]
Hz. Ömer, devlet işlerini görürken devlete ait mumu, kendi işlerini görürken de kendi mumunu yakarak en güzel örneği vermiştir. [75]
VI- İSLÂM HUKUKUNUN DOĞUŞU
Hz. Muhammed (a.s.) Medine’ye hicret edince burada 6 bin kadar putperest, 4 bin kadar yahudi, 50 kadar da hıristiyan bulunduğunu gördü. Bunların hepsi birbirlerinden ayrı yerlerde yaşıyor, daima bir çatışma ve savaş halinde yaşıyorlardı. Medine, her bakımdan olduğu gibi kanun ve nizam bakımından da geri kalmıştı. Bu durumu gören Hz. Peygamber, Medine’yi sulh ve süküna kavuşturan, şehri medeni hale getiren, taraflar arasında karşılıklı anlaşmaya, her bakımdan hürriyet ve eşitlik esasına dayanan 47 maddelik bir site devlet anayasası oluşturmuştur.
Bu anayasa dünyanın ilk yazılı anayasası olma özelliğini taşımaktadır. Bu hususta büyük muasır alimlerden Muhammed Hamidullah şöyle demektedir: “İslâm’dan evvel hukuk ilminin mevcut olmadığını duymaktan büyük bir hayrete düşmeyin. Tekrar ediyorum: hukuk ilmi İslâm’dan evvel mevcud değildi. Çinlilerin, Babillilerin, Hinduların, Yunanlıların ve Romalıların veya diğerlerinin ancak kanunları vardı. Fakat mücerret bir hukuk ilimleri yoktu. Bu hukuk ilmi, kanunun kaynakları, hukukun felsefesi, yasama metodları, tefsir ve tatbik gibi meseleleri ele alır. Dünyada böyle bir mevzu üzerinde en eski eser, İmam Şafii’nin Usül’ü fıkh’a dair yazdığı “Risale” adlı eseridir.
Sırası gelmişken burada bir hususa dikkat çekilebilir: Muhammed Hamidullah hoca yine bir münasebetle şöyle demiştir: “Usul’ü fıkıh tarihini incelerken, bu ilmin kurucusu İmam Şafii’den sonra, söz konusu ilmin tekamül ve inkişafını Türklere borçlu olduğunu görmekle hayrete düştüm. Maturidi, Cessas, Debusi, Serahsi, Pezdevi, Semerkandi gibi alimlerin hepsi Orta Asya ve Türk menşelidir. Eski türkler dünyanın hiçbir yerinde; ne Romalılarda ne Çinlilerde ne de diğer milletlerde mevcut olmayan bir hukuk ilmini icad etme kabiliyetini göstermişlerdir. Öyle ümid edilir ki yeni Türkler mazilerinin mirasını tetkik edip onların kıymetini takdir ettikten sonra, diğerlerinden iktibas ve onları takip etmek yerine başkalarına yeniden şerefli bazı şeyler vermeyi ve onlara rehber olmayı bileceklerdir.”[76]
A-İSLÂM HUKUNUN DAYANDIĞI FELSEFE
İslâm hukuku, haklı olarak herkesin takdirini kazanmıştır. İslâm kanunları, halkın üzerine ağır gelen bir angarya değil, bilakis toplumun huzur ve adalet içerisinde yaşamasını temin eden akli prensiplerden oluşmaktadır. İslâm hukukunda, hükümler husn/iyi ve kubh/kötü üzerine bina edilir. O halde iyi olanı yerine getirmeli, kötü olandan da kaçınılmalıdır. Eğer bir şey bütünüyle iyi ise onu yapmak farz veya vaciptir. Eğer bir şeyde iyilik tarafı çoksa o işi yapmak takdire şayandır (müstehaptır).
Yine eğer bir şeyde kötülük kesin ise o işi yapmak yasak ve haramdır. Şayet fenalık daha çoksa işi yapmak çirkindir (mekruhtur). İşte bu kaideler, yalnız akla uygun olmakla kalmaz, aynı zamanda hukukun vahye dayandığını ve ilahî menşeli olduğunu da gösterir.
B-İSLÂM HUKUKUNDA AİLE
Aile, toplumun çekirdeğini oluşturması, kültürel ve manevi değerlerin bir sonraki kuşaklara aktarılması ve çocukların eğitilmesi gibi açılardan hayati bir öneme haizdir.
Aile denince akla daha ziyade kadın ve kadın hakları gelir. Kadın hakları mevzuunda İslâmiyet aleyhinde bir çok yanlış propagandalar yapılmıştır. Bu propagandalar arasında da dörde kadar evliliğe müsade edilmesi en dikkat çeken hususu oluşturmuştur. Bunun dışında kadının örtünmesi ve boşanması gibi hususlar dile getirilmiştir.
Bu konuya girmeden önce cahiliyye döneminde kadının durumuna kısaca bakmak gerekir:
İslâm’dan evvel kadın mal ve meta gibi kabul ediliyordu. Bir erkek istediği kadar kadınla evlenebiliyordu. Evlendiği kadınlar bir tarafa kişi dilediği kimselerle gayr-ı meşru ilişkide bulunabilirdi. Fuhuş bir meslek haline gelmişti. Esir kadınlar fuhuş yaparak efendilerine para kazandırırlardı. Evli kadınların çocuk sahibi olabilmesi için başka erkeklerle beraber olmasına musade edilirdi. Kadın mirasçı olamazdı. Kendisi bir mal gibi miras bırakılırdı.[77]
Yine cahiliyye döneminde kız çocuğu sahibi olmak bir aşağılık sayılıyor, şayet bir kimsenin kız evladı dünyaya gelirse onu canlı canlı toprağa gömebiliyordu. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilir: “Onlardan birine kız evladı müjdelendiği zaman öfkelenir ve yüzü kapkara kesilirdi. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu aşağılık duygusu içerisinde yanında mı tutacağına yoksa toprağa mı gömeceğine karar veremezdi.”[78]
İslâm’ın kadın haklarına verdiği öneme gelince; öncelikli olarak kadına hakkını tam olarak vermiş, onu da erkekler gibi dini emir ve yasaklarla mükellef kılmış, ona annelik gibi yüce bir vazife yüklemiştir. Bundan dolayı bir hadiste “Cennet anaların ayakları altındadır” buyurulmuştur. Yine Allah Teala erkeği kadından daha üstün kabul etmemiş, üstünlüğün ancak takva ile olabileceğini haber vermiş, zinayı kadın erkek herkese yasaklamıştır. Ayrıca mirastan kadına pay verilmesini emretmiş, onun da hakim karşısındaki şahitliğinin geçerli olacağını bildirmiştir.[79]
Daha önce de ifade edildiği gibi İslâm’a göre asıl olan, bir kadınla evlenmektir. Bununla birlikte İslâm’da, birden fazla kadınla dörde kadar evlenmeye müsaade edilmiştir.[80] Bu bir emir değil, savaş gibi zorunlu durumlarda kadınları ve çocuklarını mağdur etmemek, ve toplumsal ahlakı muhafaza etmek için başvurulabilecek bir ruhsattır.[81] Ayrıca erkeğin güçlü ve yeterli olması, kadının ise zayıf ve isteksiz olması veya doğurgan olmaması halinde, erkeklerin azalması, kadınların çoğalması gibi durumlarda da böyle bir ruhsat söz konusu olmaktadır. Dörde kadar hanımla evlenme bir emir değil, sadece bir izindir. İkinci veya üçüncü eş de böyle bir evliliğe mecbur değildir.
Kur’an-ı Kerim, birden fazla evlilikte adalet prensibinin gözetilmesini istemektedir. Bu itibarla koca eşlerine karşı mümkün mertebe saygı, sevgi, yedirme, içirme, giydirme gibi hususlarda adil davranması gerekmektedir. Esasında manevi açıdan kocanın eşlerine eşit muamele etmesi zor görünmektedir. Kur’an-ı Kerim bu hususa şöyle işaret etmektedir: “Eşleriniz arasında ne kadar da adaleti gözetmeye çalışsanız buna gücünüz yetmez. O zaman birine büsbütün meyledip diğerini terk etmeyin”[82] Başka bir ayette de “Şayet eşleriniz arasında adil davranamamaktan korkarsanız bir kadınla evleniniz”[83] buyurulmuştur.
İslâm, birden fazla evliliğe müsade etmekle erkeği gayr-i meşru ilişkilerden uzaklaştırmakta, toplumda sağlıksız ve kimsesiz nesillerin yetişmesine mani olmakta, böylece “aıds” gibi bir çok bulaşıcı hastalıkların yayılmasını engellemektedir. Dini anlayıştan uzak olan bir kısım çevrelerde yaşanan metres ve dost hayatı göz önünde bulundurulursa, İslâm’ın bu konudaki yaklaşımının ne kadar isabetli olduğu daha iyi kavranacaktır.
C- İSLÂM’IN MÜSAMAHASI
İslâm dininin hoşgörülü olduğuna bir çok tarihi hadiseler şahitlik etmektedir. Nitekim Hz. Ömer’le ilgili şu tarihi hadise bunu ibretli bir şekilde gözler önüne sermektedir. Hz. Ömer Kudüs’ü fethedip şehre girdiği zaman hıristiyanlara hiçbir fenalık yapılmamasını, kiliselerin kendi haline bırakılmasını emretti. Patriğin gönlünü aldı, patrik de ona kendi kilisesinde namaz kılmasını teklif etti. Fakat Hz. Ömer onun bu teklifini daha sonra Müslümanlar tarafından yanlış anlaşılabileceği endişesiyle kabul etmedi.
İtiraf etmek etmek gerekir ki Hz. Ömer’in bu müsamahası ile Haçlı ordularının dizlerine kadar çıkan bir kan gölü içinde Kudüs şehrine girişleri ve müslümanları bütünüyle yok etmeye karar verişleri arasında dağlar kadar fark vardır. Haçlılar 1099’da Kudüs’ü işgal ettiklerinde arkalarında kan ve ölümden başka bir şey bırakmadılar. Fakat Selahattin Eyyubi tekrar Kudüs’ü ele geçirdiğinde en küçük bir intikama bile başvurmadı. Çünkü Hz. Muhammed hiçbir vakit düşmanlarından intikam alma yoluna gitmemişti. Hz. Ömer, Selahattin Eyyubi ve diğer müslüman kumandan ve askerlerin bu konudaki en büyük örneği Hz. Muhammet (s.a.) olmuştur.
Hz. Muhammed’de kesinlikle kan dökme ihtirası yoktu. O esirlere bile iki yol göstermiştir. Buna göre esirler ya fidye ödeyip serbest kalabilirler ya da İslâmiyeti kabul ederlerdi. İslâmiyeti kabul ederlerse müslümanların bütün maddi ve manevi haklarına sahip olup onların arasında yer alırlardı.
Müslümanlar diğer dinlere mensup kimselerin müslümanlara yaptıkları zulüm ve kötülüğe intikamla karşılık vermemişlerdir. Ayrıca müslümanlar ele geçirdikleri memleketleri harap etmemişlerdir. Bilakis oraları eskisinden daha mükemmel bir şekilde imar etmişledir.
Rönesansın meydana gelmesinde müslüman bilim adamlarının büyük katkısı olmuştur. O dönemde müslüman alimler, hükümdarların da desteğiyle eski Yunan’a ait felsefi ve ilmi eserleri (Aristo ve Platon’un eserleri gibi) süratle Arapça’ya tercüme etmiş ve bu ilmi eserleri daha ileri düzeyde geliştirmişlerdir. Bu dönemde İbn Sina, İbn Rüşd, Farabi, Kindi ve Gazali gibi bir çok alim yetişmiştir. Daha sonra Avrupalılar müslümanların eğitim merkezlerine talebe göndererek bu ilmi mirası tercüme ettirmişler ve müslümanların ilminden istifade ederek Rönesansın hazırlanmasına katkıda bulunmuşlardır. Nitekim R. Bodley “Rönesansı İslâmiyete borçluyuz” diyerek bu gerçeği itiraf etmiştir.
Zira Avrupa ortaçağda karanlık devrini yaşarken, müslümanlar Kurtuba, Gırnata, Fas, Şam, Bağdat gibi şehirlerde kurdukları ilim ve kültür merkezleriyle üstün bir medeniyet meydana getirmişlerdi. Bu dönem, müslümanların ilim, kültür ve medeniyet açısından bir nevi altın çağını oluşturmaktaydı.[84]
Müslümanların diğer din mensuplarına karşı gösterdiği müsamaha hakkında ünlü tarihçi Hammer şöyle der: “Osmanlı padişahlarından I. Selim, Endülüs’te hıristiyanlar tarafından katledilen müslümanlara karşılık, Osmanlı topraklarındaki bütün hıristiyanların zorla müslüman edilmesine dair bir emirname çıkarır. Bunun üzerine Zenbilli Ali Cemali Efendi, Fatih’in İstanbul’u fethettiğinde bütün hıristiyanlara dinlerinde serberstlik tanıdığını ve kimsenin zorla müslüman edilemeyeceği taahhüdünde bulunduğunu hatırlatır. Zenbillinin bu çıkışı karşısında I. Selim verdiği karardan geri döner.”[85]
D-İSLÂM AHLAKI
Kur’an-ı Kerim, beşeri ihtiraslara karşı yeterince ahlaki prensipler vazetmiştir. Cimrilik son derece yerilmiştir. Cimri, kasasını parayla doldurur, ama ruhundaki Allah vergisi olan bir çok güzelliği kaybeder. Zengin iken fakir düşebilir. Açgözlülüğün/oburluğun insanın felaketine sebep olabileceği bildirilir. Haset kişinin huzur ve rahatını kaçırır, ruhunun selametini giderir, ruhun aynı zamanda celladı haline gelir.
Tembellik son derece yerilmiştir. Çünkü tembellik bizi yalnız beşeri mükellefiyetlerimizden alı koymakla kalmayıp dini vazifelerimizi de ihmal etmemize sebep olur. Tüm İslâm alimleri, İslâm ahlakını hayra tevessül ve şerden kaçınmak olarak hulasa etmişlerdir. Kulluk esnasında yalnız dini icapları yerine getirmek yeterli olmayıp Allah’ın huzurunda onun iradesine tamamıyle boyun eğmek de gerekmektedir. Koğuculuk, başkalarını çekiştirme, alay, dedi-kodu en çok kötülenen fenalıklardandır.
Talebenin hocasına hürmet ve saygıda kusur etmemesi gerekir. Alimler, peygamlerlerin varisleri olduğundan, onların gerek ilimlerine ve gerekse kişiliklerine saygı gösterilmesi gerekir.
Allah Teala adaleti, hayır ve hasenatı emreder. Haksızlığı, cinayet işlemeyi ve iftirayı men eder. Günahın gizlisinden de âşikar olanından da kaçınılmasını emreder. İmanlarını hayır ve hasenatı ile zenginleştirmiş olanlar, Allah’ın sonsuz rahmeti ve lütfu ile müjdelenmişlerdir. Fazilet peşinden ayrılmayan müminler, ebediyyen cennet safası içerisinde yaşayacaklardır.
İslâm dini sabırlı, iffetli, mütevazi, mahfiyet sahibi olmayı tavsiye eder; kibir ve gururdan sakınmayı emreder. Müminler felakete karşı sabır gösterirler. Allah yolunda kulluk ve insanlara hizmet ederek günahlarını affettirirler. Böylece cennetin en kıymetli misafiri olmaya hak kazanırlar. Yine de Rabb’inin yolundan sapan günahkar, tam bir tevbe ederse rahmet-i Rahman’a kavuşur.
Fenalık eden cezasını çekecektir. Haksızlık eden de ahiretini mahvetmiş olur. Bir gün gelecek insanoğlu yaptığı iyilik ve kötülüklerin gözlerinin önüne serildiğini görecek ve yaptığı kötülüklere son derece pişman olacaktır. Ancak oradaki pişmanlık fayda vermeyecektir.
Cemiyet hayatında yaşayan insanın sahip olması gereken temel faziletler hakkında Kur’an-ı Kerim’in en mühim mesajları şöyledir:
Allah’ını seven mümin, insaları sevmelidir. Akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolculara, yabancılara yardım etmekle mükelleftir. Allah için iyilik edin. Allah iyilik edenleri sever. Gece gündüz gizli açık sadaka verin. Mükafatını Allah’ın elinden alırsınız. Ey müminler! Verdiğiniz sadakalarınızla kazandığınız sevabı, dedi-kodu yapmak, büyüklük taslamak ve başa kakmakla zayi etmeyin. Hayır ve hasenatı göstermek iyidir. Ancak herkesten gizli olarak vermek daha hayırlıdır. Böyle yapmanız günahlarınızın affedilemsine sebep olur.
Hasis (dünya malına aşırı şekilde düşkün olan kimse), Allah’ın kendisine verdiği nimetleri bir lutuf saymamalı, kendisini diğer insanlardan üstün görmemelidir. Eğer bu nimetleri iyi kullanmazsa kendi felaketine de sebep olacaktır. Onun cimrilik ederek biriktirdiği malları Kıyamet gününde boynuna asılacaktır.
Şayet alacaklınız size borcunu vermede güçlük çekiyorsa süresini uzatın. Ona daha da iyilikte bulunmak isterseniz alacağınızdan vazgeçin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Ticaret ve işleriniz sizi Allah’a kulluktan alıkoymasın. Hiddet ve intikam sizi zulmetmeye sevketmesin. Hiddet ve taşkınlıklarınıza hakim olarak kardeşlerinizi affetmeye gayret edin. İyilik hiçbir zaman zail olmaz; kötülük ise ebediyete kadar insanı rencide eder.
Başkalarının kusurlarını araştırmayın, iftiradan uzak durun. İftiracılar hem bu dünyada hem ahirette lanete uğrayacaklardır. Hakiki bir mümine zekat, öşür, sadaka ve Ramazan’da fitre verdiren, günaha karşılık birkaç fakiri belli gün beslettiren, onlardan bir veya bir kaçını giydirip kuşattıran kuvvet, Kur’an’ın müminleri teshir eden ruhudur.
Yine İslâm medeniyetinde, değişik İslâm beldelerinde karşılaşılan sayısız çeşme ve sebiller, yolcuları ve bineklerini barındırıp dinlendirmek için yapılan hanlar, hamamlar, kervansaraylar, göçmen kuşların beslenmesi için dahi kurulan vakıflar aynı ruhun heyecan ve ihlasıdır. Fakirlere ikram edemezseniz bari güzel sözlerle onların gönüllerini alın düsturu da İslâm medeniyetinin insana bakış açısını ve ona verdiği değeri göstermektedir.
Kur’an-ı Kerim’e iman edenlerin zihinlerine ve kalplerine derinden derine nakşolan bu düsturlar, onları yeryüzündeki milletlerin en cömert insanları haline getirmiştir. Millet ve medeniyetlerin seciyeleri silah şakırtıları ile harp kızgınlıkları içerisinde tayin ve tespit edilemez. Onları tanımak, faziletlerini takdir etmek ve kanunların onların üzerlerindeki tesiri hakkında hüküm vermek istenirse, onları sulh içinde müşahedeye tabi tutmak, din, örf-adet ve geleneklerini tetkik etmek lazımdır.
Kaynak:
[1] Hayrettin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul, 1996, I, s. 17.
[2] Çıkış 21/12.
[3] Tesniye 19/21.
[4] Bakara, 2/178.
[5] Baki Adam, “Kur’an’ın Anlaşılmasında Tevrat’ın Rolü”, İslâmi Araştırmalar, Ankara, 1996, c. IX, sy. 1, 2, s. 3, 4.
[6] Bakara, 2/178.
[7] Tesniye 22/22.
[8].Tesniye 22/23-27.
[9] Ali Bardakoğlu, Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, “Zina” md.
[10] Çıkış 21/15; Tesniye 24/7.
[11] Çıkış 22/1-4.
[12] Yeşu 7/22-26.
[13] Bu şartlar şunlardır: Hırsızın; 1- Deli, çocuk, kör ve dilsiz olmaması, 2- Çalınan mala ortak olmaması, 3- Çaldığı malın genel olarak akrabalarına ait olmaması, 4-Hırsızın, hırsızlık yaptığı yerin işçisi veya oraya girip çıkmaya izinli bir kimse olmaması, 5-Hırsızısın kıtlık zamanında bulunmayıp aç kalmaması gerekir. Ayrıca çalınan malın; 1. Değersiz olmaması, 2. Çalınan şeyin, şer'an haram olan şarap ve domuz vb. cinsten olmaması, 3. Çalınan şeyin sür'atle bozulan bir şey olmaması, 4. Çalınan malın muhafaza edilmiş olmaması gerekir. Görülüyor ki, İslâm hukukunda cismani cezalar, isbatı güç şartlara veya tatbikata mâni pek çok sebeplere bağlanmıştır. Ancak hakim gerekli gördüğü takdirde el kesme cezasını hafifleterek bazı cezalar takdir edebilir.
[14] Tesniye 24/1-4.
[15] Tesniye, 24/1-4.
[16] Dinler Tarihi Ansk., II, 394.
[17] Bakara, 2/229-230.
[18] Ebu Davud, Talak 3; İbn Mace Talak 1.
[19] Çıkış 21/15.
[20] Bk. İsra, 17/23-24.
[21] Tesniye 23/19-20; 24/10-13.
[22] Faizle ilgili ayetler için bk. Bakara, 2/275-279.
[23] Tekvin 19/ 30 – 38.
[24] II. Samuel 11/13.
[25] Eyüp 1/13.
[26] Tekvin 27/25, 37.
[27] Adem Özen, Yahudilikte İbadet, s.15
[28].İşaya 28/7-8; Mika 2/11.
[29] Habakkuk 2/ 5,15-16.
[30] Hoşea 4/11, 18.
[31] Maide, 5/90-91.
[32] Tirmizi, Büyu’ 58; İbn Mace, Eşribe 56.
[33] Dinler Tarihi Ansiklopedisi, II, 385.
[34] A. E. Suffrin, agm., s. 99, 106.
[35] Cavit Sunar, Tasavvuf Tarihi, Ankara, 1975, s. 106.
[36] İncil, Romalılara Mektup, 13.
[37] Matta, 5/17.
[38] İhsan Süreyya Sırma, İslâmiyet ve Hıristiyanlık, İstanbul, 1991, s.33.
[39] Matta, 5/27-30.
[40] Korintlilere 1. Mektup, 5/11; Timatoyus’a 1. Mektup, 1/7, 3/3.
[41] Matta, 26//50-52.
[42] Matta, 5/32.
[43] Turgay Üçal-Derek Malcolm, Hıristiyan Ahlakı, İstanbul, 2000, s. 124, 148, 150, 250.
[44] Matta, 25/1-12.
[45] T. Üçal- D. Malcolm, age., s. 191.
[46] Bk. Nisa, 4/3, 129.
[47] Buhari, Nikah 1; Müslim, Nikah 5.
[48] Nur, 24/32-33.
[49] Palladius, The Paradise of the Fathers (İngilizce'ye çev. E. A. Budge), London, 1907, I, 69.
[50] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân, İstanbul, 1991, VI, 147.
[51] Eusebius, Ecclesiastical History (çev. Kirsopp Lake), London, 1926, III, 36.
[52] St. Basil, ruhbânlığı kilise teşkîlâtına dönüştürmüştür. Bugün bile Anadolu'da ruhbânlığın hâkim olduğuna delîl teşkîl eden manastırlar mevcuttur. Karacadağ ve Hasandağı'nda mîlâdî V. asırdan kalma manastırlar vardır. (Margaret Smith, The Way of the Mystics, London, 1976, s. 26.)
[53] Hayrettin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, I, 31, 32; İ. Kafi Dönmez, Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, “Fıkıh” md.
[54] Bu bölümün dah iyi anlaşılabilmesi için “Yahudilikte ve Hristiyanlıkta Hukuk ve Ahlak Anlayışı” adlı bölüme bakılabilir.
[55] Hayrettin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, I, s. 31, 32; İ. Kafi Dönmez, Günlük Yaşaşış Ansiklopedisi, “Fıkıh” md.
[56] Chartes, Seigabas, Tarih-i Medeniyet (çev. Ahmet Refik), s. 473-489.
[57] Daha geniş bilki için bk. Ahmet Gürkan, İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, İstanbul, ts., s. 38-56.
[58]Konuyla ilgili olarak yapılmış müstakil bir çalışma için bkz. Mehmet Esgin, Hıristiyanlıkta Engizisyon Mahkemeleri, s.303-364, Selçuk Üniv. Sosyal Bilim. Enst. Konya, 1998. (Yayınlanmamış doktora tezi)
[59] Bk. Ahmet Gürkan, age., s. 319.
[60] Daha geniş bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (Çev. Salih Tuğ), İstanbul, 1993, 1, 188-210.
[61] Hucurat, 49/13.
[62] Hucurat, 49/11.
[63] Buhari, Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 397 vd.
[64] Maide, 5/2.
[65] Al-i İmran, 3/104.
[66] Enfal, 8/25.
[67] Müslim, Birr 10.
[68] Mümtehine, 60/8.
[69] Şura, 42/38.
[70] Nisa, Nisa, 4/58.
[71] Maide, 5/8.
[72] Bakara, 2/256.
[73] Kafirun, 109/6.
[74] Ahzab, 33/28-29.
[75] İnsan hakları evrensel beyannamesi ile Medine site devleti anayasasının daha geniş mukayesesi için bk. Ahmet Gürkan, İslâm Kültürün Garbı Medenileştirmesi, s. 285-321. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 188-211.
[76] Muhammed Hamidullah, Hukuk İlminin İslâm’a Mühim Yardımları, İstanbul, 1958, s. 6-7.
[77] Mevlana Muhammed Ali, Peygamberimiz (Çev. Ömer Rıza Doğrul), İstanbul, 1341, s. 24.
[78] Nahl, 16/58-59.
[79] Hucurat, 49/13; Nur, 24/2; Nisa, 4/11; Bakara, 2/282.
[80] Bk. Nisa, 4/3, 129.
[81] Bilindiği üzere savaş gibi olağanüstü durumlarda erkeklerin ölmesiyle geride bir çok dul ve yetim kalmaktadır. Bunların barındırılması, korunması, sahiplenilmesi ve topluma kazandırılması gerekir. İslâm, birden fazla evlenmeye ruhsat vermekle esasında bu gibi durumlara çare üretmiştir.
[82] Nisa, 4/129
[83] Nisa, 4/3.
[84] R. V. C. Bodley, The Messanger, The Life of Muhammad (çev. S. Yazıcıoğlu), Woshington, 1945, s. 164-165.
[85] Hammer, İslâm Ansiklopedisi, III, 364.
Kaynak: Dr. Erdoğan Baş, Salih İnci, Ana Hatlarıyla Yahudilik Hıristiyanlık ve İslâm, Erkam Yayınları
YORUMLAR