Yalnız Yürümeyeceksin Ama Hesaba Yalnız Çekileceksin
Tesettür bir nişâne, bir farktır; evet. Aynı zamanda kadını koruyan, değerini muhafaza eden kalkan değil midir? Anne olma potansiyelindeki bir varlığı husûsî kılan bir mahfaza değil midir? Tesettür, kimliğini ortaya koymadır; ki bu kimlik, dünyadaki en doğru ve hak olan yolun sembolü değil midir? Meltem Koyuncu'nun Altınoluk dergisinin 2022 Eylül sayısında kaleme aldığı makaleyi istifadenize sunuyoruz.
Bugünlerde sosyal medyada, özgürlük furyası başlığı altında, tesettürlü paylaşımlar yaparken başörtülerini çıkararak “kahramanlık” (!) hikâyelerini anlatan hanımların yazılarıyla sıklıkla karşılaşır olduk.
Bu hanımlardan bazıları, düzenli namaz kılamadığı için örtünmesinin de doğru olmadığını yazmış, dinde iki yüzlülük olmaması için tesettürden vazgeçtiğini söylemiş. Bazıları tesettüre aile isteği ile girdiğini, ancak artık kendi isteklerine göre yaşama zamanı geldiğini vurgulamış. Kimisi, tesettürünü kimseye beğendiremediğini, bu yüzden yarım yamalak yapmaktansa tamamen terk etmenin daha iyi olduğunu düşünmüş. Kimi bedenini beğendiğini, örtündüğünde yaşlı annesine benzediğini dile getirmiş. Bazısı, sosyal hayatta silik olmasını tesettüre bağlamış. Bazısı da tesettürü müzik, dans ve deniz eğlencelerinin önünde bir engel olarak görmüş.
Tesettürü Bırakma Sebepleri
Bu ifadelere baktığımızda, tesettürü bırakma sebeplerinde “şekilcilik, ebeveynle iletişim bozukluğu, kendini gerçekleştirememe, kabul görmeme kaygısı, özsaygı yoksunluğu, toplum kabulü veya reddi” gibi faktörlerin yol açtığı bir dizi problemi görebiliyoruz. Bu alt problemler çözülmeden istenen dengeyi kurmak da pek mümkün görünmüyor.
Bu hanımları biraz dinlediğimizde ise, ne tesettürlüler içinde kendini kabul ettirebilmiş, ne de başörtüsü kullanmayan gruba kendini kabul ettirebilmiş, “arada kalmış”, şimdiki tesettür algısını içine sindirememiş; mutluluğu cafe, bar, disko gibi eğlence ortamlarında arayan insanlar olduğunu fark edebiliriz.
Dindar kesimin, tesettür açısından uygun görmediği birtakım davranışlarda bulunmaları sebebiyle kendilerini eleştirmeleri üzerine ya da birilerini örnek göstererek “Neden falanca gibi olmuyorsun!” tarzı kıyaslamalarına karşı bir isyanla başlıyor; neticede hatasını anlayıp kendisini düzeltmek yerine; “Olmuyorsa çıkarayım bâri!” kolaycılığına/tuzağına düşüp sonra da ucu bucağı olmayan bir savruluşa sürükleniyorlar, maalesef…
Oysaki bizi bizden çok daha iyi bilen, bize şekil veren, ruh üfleyen bir Yaratıcı inancından mahrum hâlde, ibadetlerin ve birtakım dînî mes’ûliyetlerin yerine getiriliyor gibi olması ne kadar da anlamsız ve acı vericidir.
Allah İbadetleri Zorunlu Kılmakla Neyi Murâd Etmiştir?
Peki, Yaratıcı, ibadetleri zorunlu kılmakla neyi murâd etmiştir?
Tesettür bir nişâne, bir farktır; evet. Aynı zamanda kadını koruyan, değerini muhafaza eden kalkan değil midir? Anne olma potansiyelindeki bir varlığı husûsî kılan bir mahfaza değil midir? Tesettür, kimliğini ortaya koymadır; ki bu kimlik, dünyadaki en doğru ve hak olan yolun sembolü değil midir?
Din algımızdaki ârızaları âcilen fark etmez ve kalbimizle beraber zihnimizi ve dilimizi temizlemezsek, bu işin içinden hakîkatlice çıkmak mümkün görünmüyor.
Gençlerde din sevgisi ve bağlılığını oluştururken, tesettür, namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri sadece; “yapılmadığı takdirde âhiretteki karşılığı cehennem olan bir ceza” gibi anlatmaktan bir an önce kaçınmamız gerekir.
Şöyle ki bu ibadetler dünyamızı mâmur edip bizi rûhî olgunluğa eriştiren yegâne temrinlerdir. Yegânedir; çünkü hiçbir ritüel (yoga, meditasyon vb.) bu ibadetlerin muâdili (dengi) olamaz. Namaz; zaman gibi en değerli hazineyi nasıl kullanacağımızı öğretir. Oruç; bedenimizin farkında olmayı hatırlatır ve nîmetlere bakışımıza derinlik katar. Zekât; cezâî bir yaptırımdan ziyade, toplumun bir arada maddî-mânevî denge hâlinde yaşayabilmesinin teminâtıdır. Bu ibadetler, elbette Allah içindir; lâkin Yaratan Sübhân’dır, eksiksiz ve mutlak olandır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir.
Kulunun ihtiyaçlarını en iyi bilip dünya platformundan selâmetle çıkabilmenin kurallarını rahmetiyle açık ve net bildirmiştir.
“…İnanıyorsanız Üstünsünüz!” (Âl-i İmrân, 139)
Yaratan bizden şuurlu bir tercih yapmamızı istiyor. Bu şuurun oluşması için her bir gencin kendini tanıması, kendi varlığına saygı duyması, özüne güvenmesi ve “…İnanıyorsanız üstünsünüz!” (Âl-i İmrân, 139) âyeti muktezâsınca ayakları üzerine dikilip kendi yaratılışına duyduğu saygı ile başörtüsünü üzerine huşû duyarak alması gerekmektedir. Din sevgisi ve bağlılığı, bu temel değerler üzerinde yükselirse, iç acıtan manzaralar oluşmayacaktır.
Hayat ve inançlarında kesin kararlar alıp tercih yapanlar adına kesin hükümler vermek veya onları dışlamak, elbette haddimiz değildir. Yetişkinler olarak muhatabımızı eleştirmeden, yargılamadan kabullenme olgunluğuna erişmeli ve insanları etiketlemeden/damgalamadan konuşmalıyız. Gizlinin gizlisini bilen Allah Teâlâ, âhirette her birimizin son hâline göre hüküm verecek ve bizi ya sonsuz nimet yurdu olan Cennet’e koyacak ya da nihayetsiz azap mekânı olan Cehennem’e atacaktır. O gün gelene kadar kimsenin kimseden farkı ve üstünlüğü yoktur ki, birimiz diğerimizi Cennetlik veya Cehennemlik kabul etsin. İnsanlara yaklaşma ve tebliğ metotlarımızı tekrar gözden geçirmemiz ve güncellememiz şart. Aksi hâlde daha nice acıklı sahnelerin şâhidi olacağız.
Kaynak: Meltem Koyuncu, Altınoluk Dergisi, 2022 Eyül, Sayı:439