Yavuz Sultan Selim'in Kerameti

Osmanlı Tarihi

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferine çıkmadan önce gördüğü rüya ve seferde yaşadığı manevi haller Osmanlı ordusunu geçilmez çöllerden geçirmiş âdeta orduya manevi rehberlik yapmıştı.

Yavuz Sultan Selim, o gece bir rüya görür. Rüyasında kendisine sadece:

“-Güzel kullardan biri bir rüya görmüş.” derler.

Mübarek sultanı bir merak alır:

“-Kimdir bu güzel kul? İsminin mânâsı mı güzel, yoksa ahlâkı mı güzel? Bu işin içinden nasıl çıkılır?”

Sabah namazından sonra sultanı ziyaret etmek âdeti olan sultanın hem ahretliği (âhiret kardeşi), hem de veziri Hasan Can yanına gelince padişah:

“-Bu gece rüya gördün mü Hasan Can?” diye sorar.

Birkaç gecedir uyuyamadığı için bu gece deliksiz uyuduğunu ve hiç bir rüya görmediğini söyleyen Hasan Can’a sitem eder Padişah… Başını hayretle iki tarafa sallayıp düşünceye dalar. “Bu ısrarlı suâlin sebebi nedir?” diye hayrette kalır Hasan Can, lâkin soramaz. Zira âdetindendir; ulu sultan, her ne olursa olsun sırrına kimseyi ortak etmez, sorar, cevabını bekler.

Biraz sonra Padişah, bir iş için kapı ağasının bulunduğu daireye Hasan Can’ı gönderir. Hazinedarbaşı Mehmet Ağa, Vekilharçbaşı Osman Ağa ve Saray Ağası Hasan Ağa bir arada oturmaktadırlar. Saray Ağası Hasan Ağa’nın başı önünde, gam ve kasâvet içindedir. Gözleri yaşlıdır. Hikmetini soran Hasan Can’a, edebinden açıklamak istemese de Allah’tan Hazinedar Başı Mehmet Ağa:

“-Ağa kardeşimiz bu gece garip bir rüya görmüş, şu anda onun tesirindedir.” deyiverir.

GÜZEL KUL

Bunun üzerine Hasan Can, devletlü padişahımın, “Sen bu gece rüya görmüşsündür, neden söylemiyorsun?” diye sıkıştırmasının bir sebebi olduğunu anlar ve Saray Ağası Hasan Ağa’yı zorlar, rüyasını anlattırır:

“-Bu gece rüyamda, bu eşiğinde oturduğumuz kapıyı aceleyle vurduklarını duydum. Ne oluyor diye ileri vardım. Baktım ki, kapı dışarısı biraz görünecek kadar aralanmış; ama adam sığmaz. Ne var diye baktım. Ellerinde bayraklar olan, silâhlar kuşanmış, harbe hazır vaziyette arabî olduklarını zannettiğim bir ordu vardı. Ellerinde birer sancak olan dört nûrânî kişi, kapıya yakın duruyordu. İçlerinden biri bana:

«-Niye geldiğimizi bilir misin?» dedi. Ben de:

«-Buyurun!» dedim.

«-Bu gördüğün büyük kalabalık, Rasûlullâh’ın ashâbıdır. Bizi, O gönderdi. Selim Hân’a selâm etti. Hemen kalkıp gelsin, bugünden sonra Haremeyn (Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvere) hizmeti ona verildi!..» diye ferman buyurdu. Bu gördüğün dört kişi Ebûbekir Sıddîk, Ömer bin Hattab, Osman Zinnûreyn’dir. Ben de Ali bin Ebî Talib’im. Git, Selim Hân’a benim tarafımdan bildir!” dedi ve kayboldular.

Dehşet içinde kalıp kendimi kaybetmişim.. Hâlâ benden hayret ve şaşkınlık gitmedi.”

Durumu iletmek için yanına dönen Hasan Can’a, derin düşünceler içindeki ulu sultan, koca bir gece uyuyup da rüya görmediği için siteme devam etmekteydi. Hasan Can, hemen:

“-Padişahım! Eğer rüyayı bu Hasan görmediyse, Saray Ağası olan Hasan Ağa görmüşlerdir.” deyip işittiklerini anlattı.

Padişah daha bir heyecanlandı. Rüyası doğruydu. İsminin mânâsı “güzel kul” olan Saray Ağası Hasan Ağa’nın rüyasını, vezirinden hayret içinde dinledi. Mübarek yüzleri kızarmaya başladı ve:

“-Biz sana her zaman demez miyiz ki, «Bizler bir cihete, vazifeli olmayınca hareket etmemişizdir?» Ecdadımız keramet sahibi idi, içlerinde sadece biz (onlara) benzemedik.” diyerek tevâzû gösterdi.

Rüya üzerine, Mısır seferine karar verildi. Lâkin Timur dâhil, Moğolların geçemedikleri büyük Sînâ Çölü’nü geçmek, en çetin meseleydi. Çöl, çok ince kumlara sahipti. Yüzünü örtsen dahî girecek bir yer bulmakta, kapların ağzı kapalı olduğu hâlde içlerine girebilmekteydi. Sıcaklığın gündüz elli derece civarlarında olduğu, gece ise sıfırın altına düştüğü çölde, yılan, akrep, bit ve sivrisinekten başka canlı yaşamamaktaydı. Atların nalları, sıcaklığın şiddetinden erimekteydi. Su sıkıntısı da vardı.

OSMANLI ORDUSUNA YOL VEREN MANEVİYAT

Yavuz Sultan Selim Han, bu keşmekeş esnasında iki büyük kerâmet gösterdi. Sıcaktan atların nallarını eridiği çölde, Ulu Hakan birden atından inip yürümeye başladı. O inince ordu da, atlarından inerek o kızgın kumlarda yürümek zorunda kaldı. Kimse olup bitene mânâ verememişti. Hasan Can da ne olduğunu anlayamamıştı. Paşalara vekâleten Sultan Selim’e sordu:

“-Hayırdır Devletlüm, niçin yaya yürürsünüz?”

Sultan, edep ve huşû içinde fısıldadı:

“-Önümüzde Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yaya yürümekteyken, biz nasıl olur da at üstünde olabiliriz, Hasan Can?!”

Bu sözler kulaktan kulağa yayıldı. Ordunun mâneviyatı bir anda şahlandı.

Bu yürüyüşün akabinde, bu çölde hiçbir şekilde görülmemiş bir yağmur başladı. Herkes hemen mataralarını, su kaplarını doldurdu ve bütün su ihtiyaçları karşılanmış oldu. Bu yağmur sayesinde, at ve develerin bazen sırtına kadar battıkları kum sertleşmiş oldu. Çöl, âdeta rahat yürümeleri için bu orduya yol vermişti.

Kaynak: Fatma Hâle Sağım, Şebnem Dergisi, 130. Sayı, Aralık 2015