Yegâne Sığınak Olarak Namaz
Namazın fazileti ve kıymeti nedir? Peygamberimiz (s.a.v) namaza nasıl bakardı? Hangi durumlarda namaza dururdu? Hayatımızda namazın yeri ve önemi nedir?
İbadetlerin en müstesnâsı olan namaz, Allâh’a ilticânın da en müstesnâsıdır. Bu itibarla herhangi bir güçlük, sıkıntı, musîbet, felâket, çile, azap ve gazap tecellîleriyle karşılaşıldığında hemen namaza sarılmalıdır. Bu, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında sıkça tatbik ettiği bir sünnet-i seniyyesidir.
ZOR İŞLE KARŞILAŞINCA NAMAZA SARILIRDI
Huzeyfe -radıyallâhu anh- buyurur:
“Hazret-i Peygamber zor bir işle karşılaşınca derhal kendisini namaza verirdi.” (Ahmed, Müsned, V, 388; Ebû Dâvûd, Salât, 310/1319)
Güneş veya Ay tutulduğunda Rasûlullah -radıyallâhu anh- ashabına namaz kıldırırdı ve böyle yapmalarını emrederdi. (Bkz. Buhârî, Küsûf, 1)
Burada şunu da ifade edelim ki, Güneş ve Ay tutulmalarını doğru değerlendirmek lâzımdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in oğlu Hazret-i İbrahim vefât ettiği gün Güneş tutulmasının gerçekleştiği bir gündü. Ashâbın bazıları:
“–Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in oğlu Hazret-i İbrahim vefât ettiği için Güneş tutuldu.” dediler.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbın bu tespitlerini tasvib etmeyerek:
“‒Güneş de, Ay da, bir kimsenin ölümü veya doğumu ile tutulmaz!” buyurdular. (Müslim, Küsûf, 29)
Abdullah bin Amr bin Âs -radıyallâhu anhumâ- da şöyle bir rivâyette bulunur:
“Güneş tutulmuştu. Allâh’ın Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ayağa kalkıp kıyâma durdu. O kadar uzun durdu ki, neredeyse rükû etmeyecek sandık. Sonra rükûya varıp o kadar uzun durdu ki, bir daha başını kaldırmayacak sandık. Sonra secdeye varıp o derece uzattı ki, bir daha secdeden başını kaldırmayacak sandık. Sonra secdeden başını kaldırıp o kadar uzun durdu ki, bir daha secde yapmayacak sandık. Sonra secde yaptı, o kadar uzun durdu ki, (yine) bir daha başını kaldırmayacak sandık. Derken başını kaldırdı. Sonra diğer rekâtta da aynı şekilde yaptı. Secdede ağlıyordu.
Sonra şöyle (ilticâ) buyurdu:
«–Ey Rabbim! Ben aralarında olduğum müddetçe onlara azâb etmeyeceğini bana vaad etmedin mi? Onlar istiğfâra devam ettikçe azâb etmeyeceğini vaad etmedin mi?..»
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazını bitirince Güneş tekrar açılmış ve her tarafa ışıklarını yaymaya başlamıştı.” (Ebû Dâvûd, Salât, 266/1194; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, I, 293)
Bu nebevî beyanlar gösteriyor ki Güneş tutulması, sıradan bir tabiat hâdisesi değildir. Bu hâdise, ilâhî azamet ve dehşeti hatırlatmaktadır. Aynı zamanda bir îkâz-ı ilâhîdir. Zira havanın gündüz vakti bir anda kararması, Ayʼın da Güneşʼin de ilâhî emir ve kudret çerçevesinde Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a nasıl boyun eğdiğini göstermekte ve kıyâmette gerçekleşecek fevkalâde ahvâle bir nebze ayna tutmaktadır. Tâ ki insanlar bundan ibret alsınlar, fânî dünyaya aldanmayıp her şeyin gelip geçici olduğunu bilsinler ve ebedî âleme hazırlıklarını tedârik üzere olsunlar.
Cenâb-ı Hakk’ın bu tür îkaz tecellîlerini başka sahalarda da görmek mümkündür. Meselâ fay hatları da bu kabildendir. Allah Teâlâ kitleleri, fay hattını harekete geçirmeden de alabilir. Ancak daha evvel bu fay hatlarını takdîr edip onları devamlı olarak kullarının gözleri önünde bulundurmakla, bir gün mutlaka gerçekleşecek olan ölüm hakîkatini her an hatırlatarak insanoğlunun âhiret yurduna hazırlıkta gaflete düşmeyip teyakkuz hâlinde olması için bir nevî lûtufta bulunuyor.
Elbette bu îkâz-ı ilâhîler bunlardan ibâret değildir. Sel, fırtına, tedâvisi mümkün olmayan hastalıklar vs. hep bu kabildendir. Şâirin dediği gibi:
Ecel gelmiş cihâne
Baş ağrısı bahâne!..
Ancak tekrar ifade etmeliyiz ki, bu bahâne ve sebepler olmasaydı, insanoğlu hiçbir îkaz ve uyandırma olmadan, ansızın ve gâfilâne bir şekilde ölümün pençesine düşebilir ve helâke dûçâr olabilirdi. Bu itibarla merhamet sahibi olan Allah Teâlâ, kullarını mutlakâ gelecek olan hakîkatlere yönlendirmek ve “baʻde harâbi’l-Basra” (iş işten geçtikten sonra) olmadan, îkaz etmek için nice muhtelif tecellîleri bir murâd-ı ilâhî olarak tahakkuk ettirmektedir.
Hazret-i Nadr anlatıyor:
Bir gündüz vakti dehşetli bir karanlık çökmüştü. Koşarak Hazret-i Enes’in yanına gittim ve kendisine sordum:
“‒Rasûlullah zamanında da böyle bir hâdise oldu mu?”
Dedi ki:
“‒Allah korusun! Rasûlullah zamanında rüzgâr biraz hızlı esseydi, kıyâmet kopacak diye mescidlere koşardık.”
Zira namaz, dünyada birçok musîbet ve felâketlere karşı, âhirette de Cehennem ateşine karşı bir kalkandır. Allah Teâlâ buyurur:
“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin!..” (el-Bakara, 153)
Mısır ülkesinin idaresini elinde bulunduran Firavun âilesi meşhurdur. Bunlar daha ziyâde zulüm ve kibirleriyle tarihe geçmiş kimselerdir. Hazret-i İbrahim devrinde de aynı âile Mısır’a hükmediyordu. Başlarında bulunan Firavun, huduttan yabancı ve güzel bir kadın şehre girdiği zaman hemen onu yakalatıyor, evli ise kocasını öldürtüyordu. Eğer erkek kardeşi var ise, kadını ondan istetiyordu.
İbrahim -aleyhisselâm-, Nemrud’un helâkinden sonra Urfa’dan ayrılarak yanında Sâre Vâlidemiz olduğu hâlde Mısır hududundan geçtiğinde de Firavun’un bundan haberi oldu. Firavun’un adamları, İbrahim -aleyhisselâm-’a yanındaki kadının kim olduğunu sordular. Halîlullâh ise, hîle-i şer’iyye kabîlinden “din kardeşi” mânâsına “kardeşimdir” dedi. Bu cevap üzerine İbrahim -aleyhisselâm-’a dokunmayıp Hazret-i Sâre’yi aldılar ve saraya götürdüler.
Buhârî’de bildirildiğine göre:
“Sâre saraya girince, hemen abdest alıp iki rekât namaz kıldı. Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti. Hak Teâlâ da, onu muhafaza buyurdu.” (Bkz. Buhârî, Büyûʻ, 100)
Hazret-i Sâre’nin yanına yaklaşmaya kalkışan Firavun’un nefesi bir anda kesildi. Felç oldu. Zira Allah Teâlâ, Hazret-i Sâre’yi onun şerrinden korumaktaydı.
Gelişen hâdise üzerine Firavun, müthiş bir panik ve korku ile Hazret-i Sâre’yi serbest bıraktı. Üstelik câriyesi Hacer’i de ona hediye olarak takdîm etti. Hayret nazarlarıyla kendisine bakan saray erkânına:
“–Bu kadın bir cinnîdir. Benimle biraz daha kalsa, neredeyse helâk olacaktım. Zararından korunmak için ona Hacer’i verdim!” dedi. (Bkz. Müslim, Fedâil, 154)
İşte Allah için samimiyetle kılınan iki rekât namazın bu dünyadaki mânevî tezâhürü!
Bu itibarla Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir darlık ve zorlukla karşılaştığı zaman hemen ev halkına namaz kılmalarını emreder ve şu âyet-i kerîmeyi okurdu:
“Ey Rasûlʼüm! Âilene namazı emret ve kendin de devam et! Biz Senʼden bir rızık istemiyoruz. Senʼi Biz rızıklandırıyoruz. Güzel âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (Tâhâ, 132)
Böylece korku, musîbet ve çile zamanlarında âilesine ve ümmetine namazı emreden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, diğer peygamberlerin de herhangi bir zorlukla karşılaştıklarında namaza sarıldıklarını ifade sadedinde:
“Önceki peygamberler de felâket ve musîbet ânında namaza yönelirlerdi.” buyururlardı. (Ahmed, Müsned, IV, 333)
Ayrıca şöyle buyurmuşlardı:
“Allah, bu ümmete, zayıfların duâsı, namazları ve ihlâsları sebebiyle yardım eder.” (Nesâî, Cihâd, 43)
Allâme Şârânî diyor ki:
“Şunu iyi bilmelidir ki, namaz kılmayanların memleketlerine belâlar, musîbetler nasıl inerse, namaz kılanların memleketlerinden de belâlar ve musîbetler öyle uzak tutulur. Hiç kimse; «Ben namazımı kılıyorum, başkasından bana ne?» demesin.[1] Çünkü belâ ve felâket gelince herkese gelir. Bu hususta Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
«–Aramızda sâlih kimseler olduğu hâlde helâk olur muyuz?» denildiğinde Âlemlerin Efendisi şöyle buyurdular:
«–Evet, kötülükler çoğalıp üstün gelince…» (Müslim, Fiten, 1)
Bu itibarla her mü’minin gücü nisbetinde emr-i bi’l-maʻrûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunma mes’ûliyeti vardır.”
Diğer taraftan, herhangi bir îkâz-ı ilâhî veya musîbeti mûcip gâfilâne amellere sürüklenerek omuzlarda biriktirilen günah yüklerini hafifletmenin ve böylece ilâhî muhafazaya nâil olabilmenin yegâne yolu da namaza sarılmaktır. Yani günahlardan temizlik, samimî bir tevbe ile birlikte namazla mümkündür.
Dipnot:
[1] Fâtiha Sûresi’nde; “Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senʼden yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) buyruluyor. Böylece kullukta müştereklik isteniyor ve işârî olarak yardımın da müştereklik hâlinde geleceği bildirilmiş oluyor. Bunun için içtimâîleşmek ve bir bütün hâlinde sırât-ı müstakîm üzere yürümek zarurîdir. Dolayısıyla bir mü’min yüreğinin, diğer mü’minlerin gönül dünyasıyla bütünleşmesi îcâb eder.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Kulu Allâhʼa Yaklaştıran NAMAZ, Erkam Yayınları