Ümmet-i Muhammed'den Kimse Kalmadı mı?
İsmail Lütfi Çakan, Altınoluk Dergisi'nde ümmet kavramını farklı yönleriyle izah etti. "Eskiden halkımız herhangi bir tehlike belirince veya olumsuzluk söz konusu olunca, yardım çağrısında bulunmak için, 'Yetişin ey ümmet-i Muhammed”, “ümmet-i Muhammed’den kimse yok mu?' diye bağırır, yardım isterdi." Diyen Çakan, Mehmet Akif Ersoy'un ümmetin zamanımızdaki durumunu anlatan şiirine de yer verdi.
Ümmet, dindaşlar ya da din kardeşleri arasındaki iman bağına dayalı ve peygamber merkezli olarak vücut bulan sosyal yapıdır. Ümmet-i Muhammed, özelde Hz. Peygamber’e inanmış (Ümmet-i icabet) ve genelde İslam tebliğine muhatap durumunda bulunan (ümmet-i davet) insanlar topluluğunu ifade eden iki aşamalı geniş bir kavramdır.
Biz ümmet ya da ümmet-i Muhammed deyince, ümmet-i icabeti yani Müslümanları kastederiz. Hemen ifade edelim ki bu anlamda ümmet-i Muhammed, sünnet-i Muhammed ile şekillenmiş bir sosyal yapı ve gerçekliktir.
Kur’an-ı Kerim’de ifade buyurulduğu gibi belli niteliklere sahip, belli etkinlikleri ve görevleri yerine getiren guruplara, topluluklara da ümmet denilmektedir. “İçinizden hayra çağıran, iyiliği önerip emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk (“ümmet”) bulunsun. İşte kurtuluşa erecekler onlardır.”(Âl-i İmran (3), 104.)
Aynı gerekçelere bağlı olarak ümmetler arasında (ümmet-i icabet kapsamında) ümmet-i Muhammed için de aynı terim kullanılmaktadır: “Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılan en hayırlı topluluk/ümmetsiniz. Çünkü iyiliği önerir, kötülükten sakındırır ve Allah’a inanırsınız..”(Âl-i İmrân (3), 110.)
O halde Ümmet-i Muhammed,
“كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ
İnsanların hidâyeti için görevlendirilmiş en hayırlı ümmetsiniz” (Al-i İmran (3), 110.) âyetini, mânevi alnında şeref vesikası olarak taşımaktadır.
“وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا
Sizi orta bir ümmet kıldık”(el-Bakara (2), 143.) âyetinde temel vasfı belirlenmiş bir ümmettir.
“رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَاۤ اُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ
Rabbimiz, bizi sana teslim olmuş iki kul eyle ve soyumuzdan da sana inanmış ve teslim olmuş bir ümmet getir’’ (el-Bakara (2), 128.) niyâzıyla Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından gelişine davetiye çıkarılmış ümmettir.
Böyle bir ümmetten, yani Ümmet-i Muhammed’den olmak, merhum Süleyman Çelebî’nin diliyle elbette “devlet”tir. Çelebi Mevlidi'nde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in mi’racını kutlarken ashab-ı kirâmın şöyle dediklerine işaret eder:
“Ümmetin olduğumuz devlet yeter.
Hizmetin kıldığımız izzet yeter”
“Hidâyet rehberi” “âlemlere rahmet”, “büyük bir ahlak üzere” ve “en güzel örnek” sıfatlarıyla “bütün insanlara peygamber olarak” gönderilmiş olan Hazreti Peygamber’e ümmet olmak, kuşkusuz en büyük devlet ve en büyük mutluluktur.
ÜMMET-İ MERHÛME
Muhammed ümmetinin yukarıdaki âyet-i kerimelerde belirlenmiş üstün nitelikleri yanında Efendimizden öğrendiğimiz bir vasfı daha bulunmaktadır: Ümmet-i merhûme... İlâhî lütuf, ihsan ve ikrama mazhar ümmet...
Hemen hemen bütün rivâyetlerinin senedi, Allah kendisinden razı olsun, Ebû Mûsa (el-Eş’arî’)ye dayanan bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz;
أُمَّتِي هٰذِهِ أُمَّةٌ مَرْحُومَةٌ لَيْسَ عَلَيْهَا عَذَابٌ فِي الْاٰخِرَة عَذَابُهَا فِي الدُّنْيَا الْفِتَنُ وَالزَّلَازِلُ وَالْقَتْلُ
«Hiç şüphesiz benim şu ümmetim, ümmet-i merhûmedir. Ona ahirette azab yoktur. O›nun azabı dünyadadır» buyurmuş ve dünyadaki azabın da “kendi ellerinde” “aralarında”, “fitneler, zelzeleler öldürmeler” olduğunu duyurmuştur.(Ebû Davud, Fiten 7; İbn Mâce, Zühd 34; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 408, 410, 418.)
Hadis-i şerif, hayırlı ümmetin, ümmetler çerçevesinde “ümmet bütünü” olarak değerlendirmesini yapmaktadır. Yoksa bu ümmetten -hak etmiş ve affedilmemiş olsa bile- hiçbir kişi asla azap görmeyecektir anlamını taşımamaktadır.
Hadisten maksat şudur: Ahirette önceki ümmetler, suça uygun ceza esasına göre muamele görecekler, bu ümmet ise rahmet, af, lütuf ve bağış esasına göre muamele görecektir.” Yani Allah Teâlâ, geçmiş ümmetlere adâletiyle, bu ümmete ise rahmetiyle muamele edecektir.
Hiç şüphesiz hadis-i şerifteki bu müjde ve de özellikle “onların azabı dünyada fitneler, depremler, öldürmelerdir” tespiti ve uyarısı karşısında Müslümanların, ümmet olmanın gerekleri konusunda bilgili, bilinçli, uyanık ve yükümlülüklerini yerine getirmekte dikkatli ve gayretli olmaları lazım gelmektedir. Aksi halde geriye, merhum Mehmed Âkif’in “Utan ey ümmet-i merhûme, şu nâmından utan” diye dile getirdiği utanç verici durum kaçınılmaz olur.
Eskiden halkımız herhangi bir tehlike belirince veya olumsuzluk söz konusu olunca, yardım çağrısında bulunmak için, “Yetişin ey ümmet-i Muhammed”, “ümmet-i Muhammed’den kimse yok mu?” diye bağırır, yardım isterdi.
Asla kendi ailesine ve sülalesine ismen seslenmez, hiçbir sosyal kesimi öne çıkarmazdı. Bu terbiyenin ne kadar anlamlı ve bütünleyici bir anlayış ve bilincin yansıması olduğu, günümüzün duyarsız ve umarsız komşuluk ilişkileri ve aşılamaz gurup taassubunun aramıza ördüğü duvarları karşısında daha iyi anlaşılmaktadır.
Aynı durumu Müslüman milletler arasındaki ilişkilerde de görmek, birbirlerinin yardımına koşması gerekenlerin, müşterek düşmanlarından çözüm, merhamet ve imdat beklemeleri garipliğine şahit olmak derin bir acı ve ıstırap kaynağıdır.
Böylesi olumsuz ortamları paylaşanlara tarihi bir gerçeği hatırlatan şu alıntıyı bir uyarı ve bir hakkı tavsiye olarak paylaşmak istiyorum.
MEHMET AKİF ERSOY'UN GÜNÜMÜZ TEHLİKELERİNİ ANLATAN ŞİİRİ
Akif merhum, ayrılıkçıların sebep olduğu Balkan savaşlarındaki dramı özellikle de Arnavutluk’ta yaşanan felaketi anlatmaya çalışırken ümmet bütünlüğü yerine kavmiyet ve ulusçuluk sevdasına düşenlerin kahredici yanlışına yönelik düşüncelerini, «Nizâr evlâdı: Yetişin ey Nizâr oğulları! Yemenliler de: Yetişin ey Kahtan oğulları! dedi mi, hemen tepelerine felâket iner; hemen Allah’ın nusreti üzerlerinden kalkar; hepsine birden de kılıç musallat olur.» (Nuaym b. Hammad, Fiten, 396, (1192. rivayet) Kahire 1412.) rivayetiyle temellendirmiş ve âdeta var gücüyle şöyle haykırmıştır:
Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
«Arnavutluk» ne demek? Var mı Şerîat’te yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlık’ta «anâsır» mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyeti tel’în ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır ruh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!
Şu senin âkıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?
Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak, aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zîşân’ın İlâhî sözünü.
Türk Arabsız yaşamaz. Kim ki «yaşar» der, delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz başbaşa... Zîrâ sonu hüsrân-ı mübin:
Ne Hilâfet kalıyor ortada billâhi, ne din!
«Medeniyyet!» size çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor,
Özelde yakın çevremizde, genelde evrenimizde yankılanan “Yetişin ey ümmet-i Muhammed” çağrılarına, önce içimizde sonra yer küremizde koşup cevap verecek gönüllerin uyanacağı günlerin hasreti ve çok uzak olmaması dileğiyle…
KAYNAK: İsmail Lütfi Çakan, ALTINOLUK, Sayı; 347