Yoksulluk Nasıl Bir Şey?

MERHAMET

Yoksulluk ruhta bir inceliktir, kırgın akıp giden incecik bir çay gibi… Bilmektir, insanı da bilmektir, hâli de bilmektir, geleni de geçeni de, her şeyin geçeceğini de; sonsuz bir yavaşlıkta olsa da... Serilen örtüler, edilen pazarlıklardır, yorgun düşmek ve istememektir artık uğraşmalar, günübirlik lokmalar adına.

Bir mahalleye sis gibi adım adım iner yoksulluk… Yağmurlarla duvar içlerine akar, buz kesmiş ayaklar altındaki taşlarda üşür, ciğerlerden hırıltılı hırıltılı konuşur, yemeğe fazladan eklenen iki tas suya karışır; lokması, huyu oluverir her bir hâne içinde her bir gölgenin…

YOKSULLUK NASIL YAŞANIR?

Kıyafetlerimize mandal mandal takılır yoksulluk, her sezon daha pastel giyiniriz, siyahlarımız grileşir âdî deterjanla, mâtemlerimiz uzun sürmez bizim... Ölmüşlerimiz öyle çoktur ki zaten, tek tek kabir kazmaya güç yetirememişizdir; yüreğimizde kocaman bir delik taşırız, üzeri mavi kelebeklerle örtülü bir toplu mezar…

Uzun vâdeli kurduğumuz bir işimiz, uzun vâdeli plânlarımız yoktur; uzaklarda bir evimiz vardır, terk ettiğimizden beri terk olunduğumuz bereket dolu yuvamız...

Uzak zamanların birinde gerçekleşmesini kurduğumuz hayallerimiz vardır. Evimizin her yana saçılmış tuğlalarını birleştirmek isteriz, duvarlarını turuncuya boyamak ve kömür kara olana değin yanmış dallarıyla artık çiçek açmayacak portakal ağacımızı yâd etmek isteriz. Ne acayip, insanın en tatlı hayalinin geçmişi olması. Ben ki, hayali, olmaz şeyleri düşlemek sanırdım.

Babamın sırtında dolaşan bir kamburdur yoksulluk, gözlerini artık ne çok kaçırır uzaklardan bir müjdeci bekler gibi. Ayağında bir dermansızlıktır, adımlarında bir tekleme… Şükürsüzlüğe kaymaktan korkar gibi sıvazlar bacaksız sağ dizini. Bir parçasını Cennet’e bırakmanın sevincinde, çocuklarının açlığının hüznündedir; yetimmişiz gibi bakar baktı mı bize, rûhu da bacağına tutunup çoktan Cennet’e koşmuş sanırım gözlerindeki acı dolu boşluktan…

Yoksulluğun nefesi, annemin gözlerine batar geceleri; döner durur biçimsiz döşeğinde... Annemin parmaklarından dökülen mercimektir yoksulluk, tencereye ne koysa gözlerini yumar da koyar; aç gözün bir bakışı, bereketi yutmasın diye… Annemin dilinde sabır zikridir, sabır kıssalarıdır kulaklarımızda... Peygamberin karnına bağlanan taşlar, artık boğazımıza takılmaz; O’na bir imtihan daha yaklaşmak, bize gizli bir neşe olur.

YOKSULLUK NE HİSSETTİRİR?

Sırtımızda hissettiğimiz yaşlı gözlerde bir merhamettir yoksulluk, yüzümüze bakarken ise hep güler annem, içine biriktirdiklerinde boğulmuş nazarında yansımamı görürüm: Annem beni cicili bicili giydirmek ister, annem meyve ağaçlarına hoplaya zıplaya tırmanayım, ağzım yüzüm yemiş yemekten pembe mor olsun ister! Annem, abimin gözlerindeki kocaman adamlığa bakmaya dayanamaz; annem bize de her çocuk kadar çocukluk ister. Ama yoksa, elden ne gelir?

Abimin bakışlarında bir gururdur yoksulluk, alnında bitmek bilmez bir ıslaklık ve yüreğinde coşkudur. Bilirim ki abim, ömür boyu kendi bildiğini okuyacak, görüp geçirdiklerini sırtlanıp, görüp geçireceği hiçbir şeyden korkmayacak!.. Bilirim ki, o hep biraz düşman olacak paraya… Kız kardeşi ateşliyken bir doktor olarak gelmeyen o paraya … Bir akşam vakti ekmek olarak gelmeyen babasının utangaç avuçlarını doldurup, annesinin saçına her yanı düğümlü çürük bir ip bağlıyken ufak bir toka olarak gelmeyen paraya… Hep küs kalacak, istemeyecek onu hiçbir vakit!..

Büyük adam olacak muhakkak, şu an bile öyleyken, büyüdükçe daha büyük adam olacak ama sıcak bir araba olarak da istemeyecek, pahalı bir yemek olarak da istemeyecek… İkiyüzlü bir düşman addedecek belki; eline geçtikçe dağıtacak, kaçar gibi kirinden ve vaktinde gelmeyeni, hiçbir vakit hoş karşılamayacak.

Ablamın parmaklarında bir ipliktir, yoksulluk… Gözünün nûrunun damla damla aktığı incecik işlenmiş tüllerde, nakışlarda, havlularda, çantalarda gizlidir. Verdiğine hiç sahip olamamaktır, yoksulluk. Söylemeye dil varmayan şeyi, haykırmaktır dağa taşa… Yürüdüğün yolların derdini hissetmesidir; senin de suyun, kuşun, rüzgârın derdini dinlemendir.

Yoksulluk ruhta bir inceliktir, kırgın akıp giden incecik bir çay gibi… Bilmektir, insanı da bilmektir, hâli de bilmektir, geleni de geçeni de, her şeyin geçeceğini de; sonsuz bir yavaşlıkta olsa da... Serilen örtüler, edilen pazarlıklardır, yorgun düşmek ve istememektir artık uğraşmalar, günübirlik lokmalar adına.

Yıpranmış parmaklarla saçlarıma örülür, sırtımı sıvazlar bir meçhulün kazağıyla, yüzümde yine de haylazca bir gülüş, kulağıma ezanla fısıldanmış bir edeptir.

Yoksulluk bir utanç olup takıldı mı arkamdan edilen laflara, taşımak güçleşir her yeni gün, kuyruğuma bağlı tenekeleri… Oysa ben ne is kokan gömleklerime, ne tek tabağın çabuk görünen dibine düşmanlık beslerim. Kış günlerinde titremek, soğuktan korur beni… Hem çok hasta da olmam. Pek çoklarından pek çokça gülerim meselâ...

Ama bilemiyorum büyüdükçe kıyafetlerimin küçük görülmesini ne yapmak gerek, bilemiyorum nasıl olur da küçükleri öğütleyen büyükler, bu denli küçük ruhlu olabilirler, bu denli sahip olmaya muhtaç, bu denli efendiliğe köle…

Kaynak: Rukiye Gönüllü, Şebnem Dergisi, Sayı: 172