Yumuşak Huylu Hak Dostu
Sâmi Efendi Hazretleri’nin sîmâsındaki halâvet ve melâhatin güzelliği târif edilemezdi. O kadar halîm-selîm, yumuşak huylu ve melek sıfatlı bir Hak dostu idi ki kendisini yakînen tanıyanlar; “Melek Sâmi Efendi” derlerdi. Yeri geldiğinde ise gâyet cesur ve metânetli idi. Mübârek yüzü dâimâ mütebessim olmasına rağmen, gönlü mahzun ve düşünceli idi. Vakar, temkin ve îtidâl ehli idi.
Temiz, sâde ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını kulaklarının memelerine kadar uzattığı olurdu. Gâyet sakin ve ağır ağır yürür, fakat çok yol katederdi. Yanındaki yol arkadaşları kendisine yetişmek için âdeta hızlı yürümek zorunda kalırlardı.
Pek az yer, az uyur, konuşmanın zarurî olduğu hâller dışında sükûtu tercih ederdi. Zaruret hâlinde de pek kısa ve öz ifâdelerle, muhâtabının seviyesine göre konuşurdu. Fem-i saâdetinden ne bir kelime noksan ne de bir kelime fazla çıkardı. Her ifâdesi yerli yerinde idi. Tâne tâne ve kelimeleri dikkatle seçerek konuşur, mühim olan îkaz ve nasihatlerini üçer defa tekrar ederdi.
Kul hakkına çok riâyet ederdi. Tren bileti alacağı zaman, insanlar sırada beklemesin diye önceden bozuk para hazırlar, gişede para bozdurmak için zaman kaybetmezdi.
ALLAH'A TEŞEKKÜR EDASIYLA YAŞARDI
Dünyadan son derece müstağnî idi. Devamlı îsar, yani fedâkârlık hâlinde idi. Karaköy’den Tahtakale’ye kadar yürür, dolmuşa vereceği parayı, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği sıhhat nîmetine bir şükür ifâdesi olarak tasadduk ederdi. Sadaka vereceği parayı da güzelce bir zarfa koyar, büyük bir nezâketle ve teşekkür edâsıyla takdim ederdi.
Muhterem Üstad Hazretleri’nin hiç kimseyle çekiştiğini, münâkaşa ettiğini, münâzaraya girdiğini veya birinin gıybetini yaptığını gören işiten yoktu. O büyük Allah dostu, kader bahsine tam bir vuk¯ufiyet hâlinde olduğundan, hiç kimse hakkında sû-i zanda bulunmazdı. İlâhî ahlâk ile ahlâklandığı için, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarından, bilhassa “Settâru’l-Uyûb / ayıp örtücülük” ve “Afüv” (affedicilik) sıfatlarının kâmil tecellîleri kendisinde açıkça görülürdü.
Sevenlerini kat’iyyen ümitsizliğe düşürmezdi. Huzûr-i âlîlerine gelenler içinde ne kadar ihmalkâr ve hatâlı kimseler olsa da bunu yüzlerine vurmazdı. Fakat onlar da Efendi Hazretleri’nin nâzik bir üslûpla yaptığı gönül alıcı îkazlardan gereken dersi alır, hâllerini ıslah hususunda büyük bir gayret ve kararlılıkla huzûrundan ayrılırlardı.
Bir an olsun, bir mü’minin, hattâ bir mahlûkun kalbini kırdığı, gâfilâne harekette bulunduğu vâkî değildi. Her hâl ve hareketi ölçülü, nizamlı, yerli yerinde idi. Bu hâliyle o âdeta;
“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de pek güzel kıldı.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12) hadîs-i şerîfinin sırrından nasîb almaktaydı.
Sâmi Efendi Hazretleri hiç kimseye kızmaz, hiç kimseden kırılmaz, hiçbir iyiliğinden dolayı karşılık ve minnet beklemezdi. Kendisini seven ile yeren, güzel muâmele edilmek bakımından, nazarında eşit idi. Kendisini yeren kimse hatâsını anlayıp da samimiyetle özür dilerse hemen affederdi.
İSLAM KAİDELERİNİN HÜKÜMLERİ
Efendi Hazretleri, herhangi bir suâl karşısında veya açıklanması îcâb eden bir mevzuda; “Bunu yapınız veya şunu yapmayınız!” gibi emir verir şekilde kat’iyyen konuşmazdı. Bunun yerine ekseriyetle, âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf veya Mecelle kâidelerinden bir maddeyi okumakla iktifâ ederdi. Daha çok şu maddeleri zikrederdi:
1) “Def’-i mefsedet, celb-i menfaatten mukaddemdir.” Yani bir işte, fayda ve menfaatin yanında zarar ve fesat da varsa, zarar ve fesâda düşmemek için o fayda ve menfaatten vazgeçilmelidir... Çünkü İslâm’da yasaklara îtinâ, emirlere îtinâdan daha ziyâdedir.
Böylece; “her mü’mine farz olan «haramdan sakınma» vazifesinin, nâfile ibadetlerden daha mühim” olduğuna işaret buyururlardı. Bu hakîkati her suâl sahibi, kendi hâline göre anlardı.
Şöyle bir misâl verirlerdi: Önce yaradaki cerahat temizlenir (def’-i mefsedet), sonra merhem sürülür (celb-i menfaat).
2) “Meşakkat teysîri celbeder.” Gerek maddî, gerekse mânevî zorluklarda, meşrû ölçüde kolaylıklar da mevcuttur. Bu sebeple şer’î bir emir, ne kadar güç şartlarda da olsa tamamen terk edilmez, şer’î kolaylıklardan istifâde edilerek mutlakâ yerine getirilir.
3) “Bir iş dıyk oldukta müttesi‘ olur.” Yani bir işte meşakkat ve zorluk hâli ortaya çıktığında şer’î çâreler, ruhsat ve genişlikler gösterilir.
4) “Mânî zâil oldukta memnû avdet eder.” Yapılması gereken hayırlı bir amel, bir mânî sebebiyle yapılamıyorsa, o mânî ortadan kalktığında, yine yapılmaya devam edilmelidir.
5) “Mânî ve muktazî teâruz ettikte mânî takdîm olunur.” Bir işi hem yapmak gerekiyor, hem de bir mânî varsa, önce o mânîyi ortadan kaldırmaya çalışmak gerekir.
6) “Kim ki bir şeyi vaktinden evvel isti‘câl eylerse mahrûmiyetle muâteb olur.” Yani bir kişi acele ederek bir şeyi vaktinden önce elde etmek isterse ondan mahrum edilmekle cezâlandırılır.
Sâmi Efend Hazretleri; âyet-i kerîmelere, bilhassa Fâtiha-i Şerîfe ile Âyetü’l-Kürsî’ye, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve diğer peygamberlerin duâlarına devam eder, kendisi bunların dışında Arapça veya Türkçe duâ tertib etmezdi.
Fesâhat ve belâğat için husûsî bir gayret sarf etmemesine rağmen, sözlerinde fevkalâde bir derinlik ve incelik sezilirdi. Öyle ki, kendisini dinleyenler hayran olur, âdeta mânevî bir mıknatısa tutulmuş gibi, huzûrundan ayrılmak istemezlerdi.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
YORUMLAR