Yunus Emre Hazretleri Buyurur "Aşk İmamdır Bize Gönül Cemaat"

İbadet Hayatımız

İmanı aşk ile yaşayanların gönüllerinde, bambaşka ufuklar açılır. İlâhî aşk, mânevî bir dürbüne benzer. Krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.

Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Aşk imamdır bize, gönül cemaat
Dost yüzü kıbledir, dâimdir salât…

Îmânı aşk ile yaşayanların gönüllerinde, bambaşka ufuklar açılır. İlâhî aşk, mânevî bir dürbüne benzer. Âşık ve ârif gönüllere, gâfil insanların göremediği nice sırlar, hikmetler, ibretler ve hârikalar seyrettirir. Bu ise rûha târifsiz bir zevk ve lezzet verir.

Krallar Onu Alabilmek İçin Tüm Hazinelerini Feda Ederlerdi

Nitekim İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:

“İlâhî muhabbetteki vecd, lezzet ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Hak âşıklarının namazında; nasıl ki bedenin kıblesi Kâbe ise, kalbin kıblesi de Kâbe’nin Rabbidir. Onlar namaz için daha ilk tekbiri aldıklarında, mâsivâyı (Allah’tan gayrısını) ellerinin tersiyle arkalarına atarak bütün varlıklarıyla, yani hem bedenen hem de kalben Cenâb-ı Hakk’ın yüce dîvânına dururlar.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz şöyle buyuruyorlar:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaza durduğu zaman, (haşyetullâh ile) yüreğinden kazan kaynamasına benzer bir ses duyulurdu. Ezan okunduğu zaman, Allâh’ın huzûruna çıkacağı için, etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Demek ki kalp ve beden âhengi içinde, tâdil-i erkân ve huşû ile kılınan, zirve seviyedeki bir namaz; Hakk’a vuslat heyecanıyla dolu bir mîrâc olmaktadır. Elbette ki böyle bir namazdan, herkes gönlündeki Allah aşkının seviyesi nisbetinde bir nasîb alabilir.

Îmâna aşk ile bağlanan samimî bir mü’min, namazı, âşığın mâşuğuna vuslatı gibi büyük bir zevk, lezzet ve saâdet olarak telâkkî eder. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de namazı çok severdi. Kendisine bu dünyadan sevdirilen nîmetleri sayarken “namaz da gözümün nûru kılındı” buyurmuşlardır.[6]

Burada bir hâtıramı da nakletmek isterim:

Bir gün siyâhî bir genç yanıma geldi ve;

“–Hocam benim için duâ edin.” dedi.

“–Oğlum ne arzu ediyorsun, hangi müşkülün için duâ istiyorsun?” dedim.

(Zira gençlerden ekseriyetle; girecekleri bir imtihanda başarılı olmak, iş-güç sahibi olabilmek, yahut evlilik gibi hususlarda, yani dünyevî meselelerle ilgili duâ talepleri geliyordu.) O siyâhî gencin talebi ise çok mânidardı:

“–Hocam, benim için duâ edin; Allah bana namazı çok sevdirsin!” deyiverdi. O siyâhî gencin bu hâlisâne talebi, hepimize büyük bir ders mâhiyetindeydi.

Bizim de namazı çok sevmemiz ve sevdirmemiz, mühim bir mes’ûliyetimizdir. Bilhassa evlâtlarımıza vereceğimiz ilk mânevî gıdâlar; Allah ve Rasûl’ünün sevgisinden sonra, onları namaza alıştırmak olmalıdır.

Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, beş vakit farz namazı büyük bir îtinâ ile îfâ eder, fakat bununla yetinmeyip nâfile namazlar olan teheccüd, evvâbîn, işrâk, duhâ, vudû, tahiyyetü’l-mescid, hâcet vb. namazlarla da dâimâ Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmanın gayreti içinde olurdu.

İbadetler belli vakitler içinde edâ edilip bitirilirler. Fakat îman ve kulluk, son nefese kadar dâimîdir. Dolayısıyla namazda kazanılan Cenâb-ı Hakk’a yakınlık hissiyâtını, O’nun huzûrunda bulunma şuurunu ve her an ilâhî kameraların gözetimi altında olduğumuz hakîkatini, kalpte sâbitlemek îcâb eder.

Bunun içindir ki Hak âşığı ârif kullar, bütün bir ömrü âdeta namaz hissiyâtı içinde geçirmişlerdir. Dünyevî işlerle meşgul olsalar bile, “El kârda, gönül Yâr’da.” düstûruyla kalben Cenâb-ı Hak’la beraberlik hâlinde bulunmuşlardır.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ, îmânın aşk, vecd ve lezzeti içinde şöyle seslenir:

“Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın. Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin. Âşığa beş vakit namaz yetmez; beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”

Ayrıca Hak dostları, Cenâb-ı Hakk’a yakınlık ve vuslatın dünya şartlarındaki zirve tecellîsi olan namazda, öyle mânevî zevklere nâil olmuşlardır ki, onların bu vecd ve istiğrâkı, kendilerine maddî ıztıraplarını dahî unutturmuştur.

Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın bir muhârebede ayağına ok isabet etmişti. Acısının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Bunun üzerine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi. Dediği gibi yaptılar ve kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali selâm verip;

“–Ne yaptınız?” diye sordu. Yanındakiler de;

“–Çıkardık!” dediler.

Demek ki Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, namazda âdeta dünyadan tecerrüd ediyor, bedenî ıztıraplarını unutacak derecede kendini ibadete teksîf ediyordu.

Nitekim asr-ı saâdet toplumunda, rûhî buhranların, psikolojik rahatsızlıkların görülmeyişinin bir sebebi de, namazı huşû içinde edâ etmeleriydi. Zira ashâb-ı kirâm, namazda bütün muhtaçlık ve acziyetlerini sonsuz kudret sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a arz edip O’na sığınmanın huzuruyla doluyorlardı. Vecd ve istiğrak içinde yapılan kıyamlar, kıraatler, rükûlar ve secdeler, yorgun gönüller için âdeta mânevî bir rehabilite vesîlesi oluyordu.

Huşû ile kılınan namazların gönle nakşettiği takvâ hassâsiyeti, kulu namazdan sonra da hayâsızlık ve fenalıklara karşı koruyan âdeta mânevî bir zırh vazifesi görüyordu. Nefis problemlerini aşmada, şeytanın hile ve desiselerine karşı mukâvemet göstermekte büyük bir firâset, basîret ve dirâyet kazandırıyordu. Yani namaz, hem kulu çirkinliklerden uzak tutuyor, hem de mü’minin hâlini güzelleştiren, hayatına tertip, düzen ve mânâ katan, ilâhî bir terbiye oluyordu.

Cenâb-ı Hakk’ın bizlere örnek nesil olarak takdim buyurduğu ashâb-ı kirâm, namazı hayatlarının tam merkezine koymuşlardı. Dîni ayakta tutan en sağlam sütunun namaz olduğu şuuruyla, ona sımsıkı sarılıyorlardı. Onların namaza olan iştiyak ve gayretlerini gösteren sayısız hâdiselerden biri olan şu misal, ne kadar ibretlidir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halife iken suikaste uğrayıp ağır yaralanmıştı. Kan kaybından bayılıyor, kendisini bir türlü ayıltamıyorlardı. Fakat namaz vakitleri girdiğinde biri kulağına eğilip;

“–Namaz yâ Ömer, namaz!” diye seslenince, Mü’minlerin Emîri Hazret-i Ömer, hayret verici bir irâdeyle ayılıyor ve o hâliyle namazını edâ ediyordu. Ardından da:

“–Namazı olmayanın İslâm’da yeri yoktur!” deyip tekrar kendinden geçiyordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, hakikî bir mü’minin namazla ne derin bir gönül irtibâtı içinde bulunması gerektiğine işaret sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

“(Mü’min) vefât edip de kabre konulduğunda, Güneş, gurûb (batış) hâlinde ona temessül ettirilir. Mü’min mevtâ, gözlerini ovuşturarak oturur ve;

«–Bırakınız beni, namaz kılayım.» der.” (İbn-i Mâce, Zühd, 32)

Şüphesiz ki Peygamber Efendimiz’in, ashâb-ı kirâmın ve evliyâullâh’ın namazdaki vecd, istiğrak ve huşû hâlleri, bizler için âdeta yıldızlardaki ölçüler mevkiindedir. Bizler o zirvelere varamasak da onların hâline ne kadar yaklaşmaya gayret edersek, namazlarımızdan da o nisbette müstefîd oluruz -inşâallah-.

Cenâb-ı Hak, sevip râzı olduğu kullarının namaz aşkından gönüllerimize hisseler ihsân eylesin. Namazı çok sevmeyi ve o müstesnâ ibadetin hakîkatini idrâk ederek mîrâc ufkunda secdelerle yakınlığına erebilmeyi, Rabbimiz cümlemize nasip ve müyesser kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar: [1] Ağu: Zehir. [2] Keleci: Kelime, söz. [3] Şeşirgil: Çözüp ayır, bağını kopar, ayıkla. [4] Us: Akıl. [5] Çâğ ede (Çağada): Çocukça, tecrübesizce, ham. [6] Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10; Ahmed, III, 128, 199.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2020 – Ağustos, Sayı: 414