Yusuf Hemedani Hazretleri’nin Sohbeti
Yûsuf Hemedânî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Yûsuf Hemedânî Hazretleri’nin sohbetini yazımızda okuyabilirsiniz.
Yûsuf Hemedânî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet ederdi:
HAYAT, AVUNMAK VE TESELLÎ OLMAKTIR
Allah-u Teâlâ seni, sevdiği ve râzı olduğu şeylerde muvaffak kılsın, “Canlı kimdir ve hayat nedir?” diye sordun. Allah muvaffak etsin! Bilesin ki, basîret ve yakîn ehline göre “canlı”, avunup tesellî olan kişidir. “Hayat” da avunmak ve tesellî olmaktır. Yedi kat gök ve yerin mahlûkâtı, tesellî ve huzur bulma konusunun özünde hemfikirdiler. Ancak tesellî olma ve huzur bulma yerleri farklı farklıdır. Herkesin kendi makam ve durumuna göre bir tesellî yeri vardır. İnsan onun varlığı ile huzur bulur, rahatlar ve sakinleşir. Onu kaybettiği zaman mustarip ve huzursuz olur. Onunla rahatlayıp gönlü sıkıntıdan kurtulduğu için Hak yolunun yolcuları olan Peygamberler şöyle demişlerdir: “Falan kişi, falan şeyle canlıdır, onunla yaşamaktadır.” Bu, canlıyı ve hayatı tanımada genel bir kaidedir.
Ama canlı ile hayatı, tafsilatıyla ve sûfî taifesinin tarifi üzere tanımak istersen bilesin ki, dünya süsleri ile tesellî olup avunan kişinin mutluluğu, bu aldanış sarayı olan dünyanın malını toplamak, biriktirmek, almak ve vermektir. O kişi dünya ile yaşamaktadır, dünya ile canlıdır. Bu durum, Âdemoğlunun hayat derecesi ve konumunun en değersiz, en aşağı seviyesidir. Çünkü dünya metaı ile huzur bulup avunma konusunda tüm hayvanlar, böcekler, vahşî ve ehlî hayvanlar, kuş ve balıklar ortaktırlar. Onlar, bu aldanış sarayının lezzetleri ile yaşarlar. Bu yüzden âlemi yaratan Hak Teâlâ, niyeti ve ilgisi dünya hazları olan insanlarla hayvanları aynı kefeye koyup şöyle buyurmuştur: “Bırak onları, yesinler, zevk alsınlar; ümit onları avundursun; ileride öğrenecekler.” (Hicr, 3) Yine şöyle buyurmuştur: “Hayvanlar gibi yerler ve varacakları yer ateştir.” (Muhammed, 12)
Akıl, idrâk ve emâneti yüklenmek sûretiyle muazzam ve şerefli olarak yaratılmış olan insanın, tesellî noktasında kendi emrine âmâde olan hayvanlar, yırtıcılar, kuşlar ve böceklerle aynı konumda olması ne utanılacak bir şeydir! Böyle bir insan, hayvanların tesellî mekânında alçalır ve avunur. Hayvanların yeme, içme, eş edinme, barınma ve giyinme ile mutlu olup avundukları gibi, bu insan da bu tür şeylerle tesellî bulur. Kendi hakîki konumu ve derecesini düşünmez: “And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık.” (İsrâ, 70) Saltanat kemeri ve tâcı insanındır ama unutur. “Şüphesiz onlar hayvanlar gibidir, belki daha da sapıktırlar.” (Furkan, 44) kamçısının acı ve sızısı onun gönlüne ulaşmaz. “Hayvanlar gibi yerler ve varacakları yer ateştir.” (Muhammed, 12) yarasının ağrısı hareket ve idrâklerine işlemez, nüfuz etmez.
Bu âciz, bîçâre ve unutkan insan bir kere düşünmez ki, mahlûkâtı idâre etme elbisesini bana niçin giydirdiler? İlim ve idrâk tâcını bütün yaratıklar arasında niçin benim başıma koydular? İbadet ve kulluk yazısını niçin benim alnıma çektiler? Göklerde ve yerde benim adımı niçin dostluk ve muhabbetle meşhur ettiler? 120.000’den fazla peygamberlik ve saadet merkezini, bütün mahlûkat içinde niçin sadece beni davet için gönderdiler? Kutsal kitaplarda ve sahifelerde niçin benden bahsettiler? Bu kitaplarda bazen şükür, övgü, bazen de kınama var, tüm bunlar niçindir? Dünyayı niçin birçok yerde kınadılar? Onun adını niçin hapis ve zindan koydular? Onun aldanış ve fitnesinden kaçmayı niçin emrettiler? Önde gelen peygamberler ve velîler ona niçin iltifat etmediler?
Bu gâfil insan, Rabbinin kitabında kendisi hakkındaki şu âyetleri okumamıştır: “Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun âhirette hiçbir nasibi olmaz.” (Şûrâ, 20) “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür...” (Kehf, 46) “O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allâh’a temiz bir kalple gelenler (o gün fayda bulur).” (Şu’arâ, 89) “Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihandır.” (Enfâl, 28) “Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin.” (Tevbe, 55) “Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihâyet yeryüzü ziynetini takınıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emrimiz (âfetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hâle getiririz.” (Yunus, 24)
Akıl, idrâk ve temyiz gücü ile müşerref olan insanın hayvanlar, vahşi yaratıklar ve böceklerle aynı sınıfta bulunmaktan utanması, onların tesellî mekânlarında avunmaktan sıkıntı ve üzüntü duyması gerekir. İnsan, vücudunun taşıyıcısı olan nefsinin menfaati için yeme, içme, giyinme ve evlenme isteklerini kontrol altına almalı ve kendisinin asıl huzur bulacağı yeri bilmelidir.
İnsan, Kur’ân-ı Kerîm’deki iki âyeti diline tesbîh edip tekrarlamalıdır. Bunlardan birisi hayvanların mertebesini kınayan, diğeri de insanların mertebesini öven âyettir. Kınayan âyeti daha önce zikretmiştik. Bunun daha kapsamlı bir şekli, Cenâb-ı Hakk’ın şu fermanıdır: “Bu dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.” (Hadid, 20) “Aldanış”, dünyanın peşin ve maddî yüzüne karşı irâdesizlik göstermek, âhiret vaadini de zor ve meşakkatli görmektir. (İnsanın ve âhiretin) mertebesini öven âyet ise şudur: “Oysa âhiret daha hayırlı ve ebedîdir. Bu söz önceki kitaplarda, İbrahim ve Mûsa’nın kitaplarında da vardır.” (A’lâ, 16-19) İlk âyeti tekrarlamanın bereketiyle insanın gönlünde dünya soğur, ikinci âyeti okumanın bereketiyle de âhiret sevgisi gönülde ısınır.
Mürid Yolunu Dört Esas Üzerine Bina Etmelidir
Bir pirle sohbetten mahrum olan müridin her gün bu tâifenin sözlerinden sekiz varak (16 sayfa) okuması gerekir. Böyle yaptığı takdirde, bu sözler onun gönlünün dirilmesine sebep olur. Buna göre bir mürid, yolunu ve gidişâtını dört esas üzerine bina etmelidir:
Birinci esas, perhiz ve nefis riyâzatıdır. Bunun tafsilâtı uzundur ancak özeti şudur: Yemek, uyumak ve giyinmek, şehvet yani dünyevî arzu ölçüsünde değil, ihtiyaç ölçüsünde olmalıdır. Bir gün boyunca sadece bir öğün yemek kâfi geliyorsa, iki öğün yememelidir. Bu ölçü yeterli geliyorsa doyuncaya kadar da yememelidir. Açlık çok önemli bir esastır. Bu esas doğrultusunda yolunu tâyin etmeyen kişi genellikle yoldan çıkar ve helâk olur. Çünkü nefis boyun eğmedikçe, şeytan uzaklaştırılmadıkça ve dünya düşüncesi gözden silinmeyip, süflî arzular ölmedikçe bu hedefe ulaşılamaz. Mürid uzun bir süre açlığı kendisi için prensip olarak kabul etmedikçe elbette bu hâller gerçekleşemez.
Bir başka riyâzat da uzlettir ve bunun birçok şartı vardır. Bu şartları küçük risalede saymak mümkün değildir. Halvet ve uzlet mübârek bir şeydir. Bunun neticelerinden biri, gönlün ve zihnin korunmuş olmasıdır. Gönlün korunması ve zihni yoğunlaşma ancak halvet ile mümkün olabilir.
Riyâzâtın bir başka şekli de az uyumaktır. Çünkü uyku ömrü zâyî eder, bedeni gevşetir ve çalışkanlığı (ya da ibâdet neşesini) alır götürür. İmam Gazâlî rahmetullâhi aleyh bu konuda der ki: “Kişi günde sekiz saatten çok uyumamalıdır. Böyle yapan bir kişi ömrünün üçte birini zayi etmiş olur.” Aziz ömrün üçte birinin zâyî edilmesine sık rastlanır. Yemekte ve uykuda şartlara uyulursa zararı daha az olur. Bunun şartları çoktur.
Evvela mürid ancak ihtiyaç duyduğu zaman, aç iken, abdestli olarak ve kendi yakınlarıyla birlikte yemeğini yemelidir. Ağzına küçük lokma almalı ve kıtlıktan çıkmış gibi yememelidir. Allâh’ı zikretmeden ağzına lokma koymamalı, mutlaka elini ve ağzını yıkamalıdır.
Uykuya gelince; abdestli yatmalı ve yattığı zaman midesi dolu olmamalıdır. Yattığında Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem e sahâbeden nakil olunan duâları okumalı, salavat getirerek ve zikrederek uykuya dalmalıdır. Uyandığı zaman da kalkmalı, önce Allâh’ı zikretmeli sonra abdest almalı, namaz kılmalı ve gün ağarana kadar uyumamaya gayret etmelidir.
İkinci esas, lokmanın ve hırkanın helâl olmasıdır. Çünkü haram lokma ile gönül nûru hâsıl olmaz. Haram giysi ile ibâdetin safası ve zevki gerçekleşemez. Şeyh Cüneyd kuddise sirruh bu konuda: “Yiyecek ve barınak temiz olunca bütün işler düzelir” der. Bunu söylemelerinin sebebi şudur; Hak yolunun müridi ve âhiret yolunun sâliki dünya ile ilgili meşguliyetlerden kurtulur ve az bir mal ile yetinir.
İnsan olmak kuşkusuz şu üç şeyle mümkündür: Hırka, lokma ve mesken. Bunların üçü de temiz ve helâl olunca insanın bütün işleri iyi ve güzel olur. Haramdan ve günaha girmekten kaçınmak ve bunlara karşı ihtiyatlı olmak vâcip olduğu gibi, haram yiyenler ve bozguncularla oturup konuşmaktan da uzak durmak gerekir. Hatta doğru yolda ama senin yolunda olmayan kişilerle konuşmaktan da kaçınmalısın. Sâliki yoldan çıkaran en kötü şey, ehil olmayanlarla bir araya gelip konuşmaktır. Bunun mânâsı apaçık görülebilir ve kanıtlanmıştır. Din ve Şerîat yolunda yürümeyen kişi, günde bin kerâmet gösterse bile şeytana uymuştur. Sünnete aykırı olan bir şeye itikat eden kişi dünyanın ilmini ezberlemiş de olsa, yol kesen hayduttur.
Üçüncü esas, mücâhededir. Mücâhede, şeytan, dünya ve kötülüğü emreden nefis gibi bâtın düşmanları ile savaşmaktır. Şunu bil ki nefis, şeytan ve dünya, kulu din yolundan çevirmek için onun irâde ve tercih yolu üzerine oturmuşlardır. Şeytan vesvese vererek günah işlemeye davet eder. Nefis hile yaparak günaha çağırır. Dünya, gözüne hoş görünerek seni kendine hizmet etmeye davet eder. Mücâhede, senin irâde mahallin olan gönül kapına oturarak murâkabeye dalar. Gönle gelen düşünce (hâtır) eğer günah ise, bunu şeytanın getirmiş olduğunu anlayarak onu uzaklaştırmaya çalışır. Uzaklaştırmak demek, sadâkat ve huzûr içinde Allâh’ın dergâhına sığınmaktır. Kul, yardım dileyerek ve yüce Allâh’ın dergâhını kendisine siper ederek şeytana karşı direnir. Böylece günah uzaklaştırılmış olur. Eğer kalbe gelen düşünce, nefsin rahatını ve arzularını ihtiva eden şehvânî bir hatır ise, Allah Teâlâ’nın dergâhına kaçarak, aç kalmak, geceleyin ibâdet etmek, hayırlı bir yolculuğa çıkmak ya da halkın içinde kendisine utanç, nefret ve eziklik getirecek bir şey yapmak sûretiyle kendi nefsine ıstırap verir. Düşmanı bir kere zayıflatıp silahını elinden aldın mı, artık onunla savaşmak daha kolay olur.
Âriflerin sultanı Bâyezîd Bistâmi kuddise sirruh’a: “Yüce Allâh’ın bu yolda başına getirdiği en büyük belâ neydi?” diye sordular. “Söylesem de dinleyecek tâkâtınız yok” dedi. “En küçük belâ neydi?” diye sordular. “Dinleyecek tâkâtınız yok” dedi. “Pekiyi, kendi başına getirdiğin en büyük belâ neydi?” diye sordular. “Nefsimi itâat etmeye davet ettim, dinlemedi. Ben de bir yıl süreyle azığını kestim” cevâbını verdi. Büyük şeyhler: “124.000 peygamberi kendi nefsine şefaat etmeye çağırsan da, sen bir şeyler yapmadıkça hiç yararı yoktur ve kabul edilmez. Nefsini aç ve çıplak bırakırsan bütün istediklerin olur” demişlerdir.
Neticede, Şerîat yolunda yürümenin usûlü, şeytana muhâlefetle çok ibâdet ve iyi kulluk etmektir. Âhiret yolunun aydınlık olması şeytana muhâlefetle mümkündür. Kurb (Hakk’a yakınlık) makâmına ulaşmak, Hakk’ın keremine nâil olmak, O’nun sıfatlarının ve zâtının hakîkatlerini bilmek, cemâl ve celâlini müşâhede etmek, sırlarını ve nurlarının tecellisini keşfetmek, bunların tümü nefse muhâlefet etmek, ona karşı koymakla mümkündür. Hülâsa, dünya âhiretin perdesi, şeytan şerîatın perdesi, insanın varlığı da hakîkatin perdesidir. İnsan, dünyayı terk ederek ve onun düşüncesini gönlünden silerek mücâhedede bulunursa, âhiretin cemâli ona mutlaka görünür. Nefsi dizginleyip ona muhâlefet ederek mücâhedede bulunursa, Zü’l-Celâl’in zâtını ve sıfatlarını mutlaka müşâhede eder (kalp gözüyle seyreder). Şeytanın vesveselerinden kaçındıkları, kendilerini günah işlemekten ve Allâh’a karşı gelmekten uzak tuttukları için din büyüklerine, âlimlere ve sâlih seleflerimize binlerce hakîkat ve mânâ kapısı açılmıştır. Din usûl ve furûunda insanlar onların keşifleri sâyesinde bilgilenmişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bizim uğrumuzda cihâd edenlere (ve gayret sarfedenlere), şüphesiz yollarımızı gösteririz.” (Ankebût, 69)
Aslında insanın gönlüne doğan düşünceler (havâtır) dört çeşittir. Birincisi vesvese, ikincisi nefsin aldatması, üçüncüsü dünya sevgisiyle avunma, dördüncüsü Allah Teâlâ’nın emriyle meleğin ilhâmıdır. Bu dört çeşit düşünceyi tanıyıp aralarındaki farkı ayırt edebilmek ancak gönül nûruyla mümkündür. Gönül nûru ise sadece Allâh’ı zikretmekle hâsıl olur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Onlar ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir.” (Enfal, 2)
Dördüncü esas, zikirdir. Şunu bil ki, ibâdet, takvâ, riyâzat ve mücâhede gibi birçok yol olsa da, Hakk’ı zikretmedikçe hakîkat yolu açılmaz. Hâce Ebû Ali Dekkâk: “Zikir, velîliğin bileziğidir” demiştir. Zikre nâil olanlara velîlik verdiler, zikirden azledilenleri de velîlikten mahrum ettiler. Gerçek zikir gönülde olur. Gönül zikrine ulaşan sâlikin farzlar ve sünnetlerden sonra geriye kalan boş vakitlerinde zikirden başka bir şeyle meşgul olmaması gerekir. Yüce Allâh’ı birçok adıyla zikretmek mümkün ise de, isimlerinin sultânı “Allah”tır. Bundan sonra Hakk’ın şu dört seçkin kelimesi gelir: Sübhânallâh, Elhamdülillah, Lâilâhe illallah ve Allâhü Ekber. Çünkü Sübhânallah tesbihtir, Elhamdülillah tahmîddir (Allâh’a övgüdür), Lâilâhe illallah tevhîddir; O’nun tekliğini ilân etmektir, Allâh-u Ekber tekbirdir, Onu yüceltmektir. Bu kelimelerden hangisi seçilirse seçilsin iyidir. Ama sâliklerin çoğu Lâilâhe illallah’ı tercih etmişlerdir. Çünkü kişiyi dünyevî bağlardan ve engellerden kurtarıp hakîkate ulaştıran, perdeyi ortadan kaldıran kelime budur.
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları