Zamanı Doğru Okumak Nasıl Olur?

İbadet Hayatımız

İslâm’ı ihsân kalitesinde yaşama disiplini diyebileceğimiz tasavvufî terbiyede “içinde yaşanılan ân”ın farkında olmak, büyük bir önem taşır. Bu irfân ocaklarının en büyük hedeflerinden birisi, hiç şüphesiz kişiyi gafletten, ihmâlden, ertelemekten, bilinçsiz ve şuursuz bir hayat anlayışından korumak ve basiret üzere diri bir kulluk kıvamına ulaştırmaktır. Yeni tabirle “farkındalık düzeyi yüksek” hassas bir kişilik kalitesi kazandırmaktır.

Âriflerimizden birisi tasavvufu “Vakti en değerli şeye hasretmektir” diye tarif eder. Kimi insan zamanını yıl yıl değerlendirir; kimisi ay ay değerlendirir, bazıları da vardır gün gün planlar yapar ve ömrüne değer katmaya çalışır. Fakat tasavvufta arzulanan; her bir nefesin derdine düşmektir.

Nakşibendiliğin 11 temel esasından ikisi bu konuyu ana gündem maddesi hâline getirir: “Hûş derdem” ve “Vukuf-i zamânî”

“Hûş derdem”in mânası şudur: Nefes alıp verirken şuurlu olmak yani ânı uyanık yaşamak. Diğer bir ifadeyle daima huzur-ı ilâhîde olduğu şuuruyla hareket edip, gaflete düşmeme azminde olmaktır.

Hâce Bahâeddin Nakşibend hazretleri bu esası şu şekilde açıklamıştır:

“Bu yolda işin temeli, nefesi korumak üzerine kurulmuştur. Yani bütün gücü nefesi korumaya yöneltmek ve her nefesi huzur içinde almaya hasretmek gerekir. İçinde bulunduğun ânı en iyi şekilde değerlendirmen, seni, geçmişe takılıp kalmak ve gelecek hayallerinde kaybolmaktan uzak tutarak nefesi boşa harcamanı önler. Alıp verdiğin nefesi ve hatta iki nefes arasını bile koru ki, nefes gafletle içeri girip yine gafletle dışarıya çıkmasın!”

İÇİNDE BULUNDUĞUN ANIN VE HALİN FARKINDA OLMAK

Hâce Ubeydullah Taşkendî de bu konuda der ki:

“Eğer bir kimse nefesini korumazsa, ona filan kimse nefesini yitirmiş, yani yolunu kaybetmiş derler.”

“Vukûf-i zamânî” esasını ise bu yolun büyükleri şöyle açıklamışlardır:

“Kulun içinde bulunduğu ânın ve hâlin farkında olması ve her nefeste hâlinin şükrü mü yoksa özrü mü gerektirdiğini bilmesidir.”

Mevlânâ Yakub-i Çerhî bu hususta der ki:

“Hâce Bahâeddin Nakşibend, kabz (darlık) halinde istiğfar, bast (genişlik) halinde ise şükrü emretmiştir. O halde bu iki hâlin gerektirdiği ameli yapmak, vukuf-ı zamânîdir.”

Anlaşılan odur ki “vukuf-ı zamânî”, ânı doğru okumak ve gereğini kuşanmaktır. Bu hâle bazen “İbnü’l-vakt” olmak da denilmiştir. İçinde yaşanılan zamanda zuhur eden ihtiyaç ve tecelliye göre, Hakk’ın râzı olacağı en güzel duruşu sergileyebilmektir.

Bu durum, esasen tam bir şuur hâlidir. Öncelikle bir durum değerlendirmesi yapmak, sonra o ânın içinde yapılması gereken en mühim, en güzel ve en mütekâmil iş, amel ya da duruş her ne ise ona karar vermek ve vakit geçirmeden hayata taşımak meselesidir. Bu süreç, mesuliyet şuuru içinde muhâsebe, murakabe ve mücâhededen oluşan bütüncül bir süreçtir. Yani hem sorumluluğunun farkında olarak neyi nasıl yapacağını planlamak, hem Hakk’ın rızâsını gözetmek ve hem de bütün imkân ve iktidarı ile yapılması gerekeni hayata taşımaktır. Bu yolda gösterilen ihmâl, basiretsizlik, idraksizlik ve gaflet, kulluğumuz adına hem büyük bir kayıp ve hem de Hak katında mesuliyet ve mahrumiyet sebebidir.

ZAMANIN FARKINDA OLMAK

“İbnü’l-vakt” olmak, hesâbı kitâbı doğru yapmaktır. Bunu yaparken de nefs terazisine göre değil, Hak ve hakikat terazisine göre ölçüp biçmektir. Ehem-mühim sıralamasında dikkat etmektir. Meselâ:

Uyumak, tabii bir ihtiyaç ve yasaklanmayan (mübah) bir fiildir; fakat farz bir namazın vakti girmiş ve geçmek üzereyse, o esnada uyku haram ve namaz farzdır.

Oturmak, bağ ve bahçeyle meşgul olmak, normal zamanlarda meşrû bir iştir; ancak “haydin cihâda” denildiğinde oturup kalmak, bağ-bahçe derdine düşmek ve hatta cihada katılmamak için izin istemek, ilâhî gazabı muciptir.

Bir annenin yavrusuna süt vermesi tabiidir ve hatta görevidir; lakin evde yangın çıkmış ve alevler etrafı sarmış ise o anda yangını söndürmek yerine süt emzirmeyi tercih etmek, akıl ve idrâk noksanlığıdır.

NEFSİN VE ŞEYTANIN BİR BAŞKA OYUNU

Ümmet-i Muhammed’in zulümler altında ve çaresizlik içinde kıvrandığı bir dönemde, zâlime engel olmak ve mazlûmun elinden tutmak gerekirken, mübah da olsa kendi nefsi adına dünyevî refahına kilitlenmek, Hak katında büyük bir muahezeyi haketmektir.

Yapılması gereken zaruri hizmetler söz konusu iken onlarla ilgilenmeyip de bir köşeye çekilerek ferdî kemâlâta odaklanmak, nefsin ya da şeytanın bir başka oyununa yenik düşmektir.

Halk davet ve irşâd beklerken, ilim adına kendini tümüyle kûşe-i uzlete hapsetmek ve akademik süreçleri tamamlamayı yegâne hedef hâline getirmek, kendini kandırmak ve aldatmaktır.

Herhangi bir hizmette yük kaldırma durumunda iken hizmetten kaçmak nasıl bir basiret noksanlığı ise aynı şekilde, bulunduğu makama yük olmaya başlayan birinin güya hizmet adına koltuğa yapışıp kalması da aynı derecede firâset körlüğüdür.

Akl-ı selime ve şer-i şerife uymayan bir yanlışı (münkeri), eliyle ya da diliyle değiştirme gücü ve imkânı varken, ona sadece kalbiyle buğzetmek, nasıl eksik ve yetersiz bir duruş ise münkeri kaldırma adına usul ve üslup gözetmeden etrafını kırıp dökmek ve meydanı insan enkazı ile doldurmak da hakikatte davet ve irşad hizmeti değildir.

GÜÇLÜ MÜMİN OLMA FIRSATI

Güçlü mümin olma fırsatı ve istidadı söz konusu iken, zayıf ve çaresizliğe kendini mahkûm etmek, Hakk’ın verdiğini zayi etmektir ve elbette bunun da bir hesabı olacaktır.

Her şey yerinde, zamanında, usul ve üslûbunca yerine getirilirse güzeldir. Kaldı ki ilâhî imtihanın başarı kriteri, sadece güzeli bulmak ve inşa etmek değil, en güzeli gerçekleştirebilmektir.

Sayılan misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Netice olarak şunu bilmelidir ki her ânın bir hükmü, bir sorumluluğu ve bir edebi vardır. Sabır, şükür, hilm, cesaret, şiddet, af ve merhamet gibi nice hâl ve davranışlar vardır ki yerinde ve zamanında olursa fazilet, değilse vebal ve mesuliyettir.

Rivâyete göre, çok sayıda şehid ve yaralının söz konusu olduğu bir savaş sonrasında Ebu Muhammed el-Ceriri’ye derler ki:

– «Ey Muhterem Üstad! Şu içinde bulunduğumuz belâyı gidermesi için Allah’a dua etmez misiniz?» O da şu karşılığı verir:

– «Kardeşler, bu vakit dua vakti değil, teslimiyet ve rızâ vaktidir. Çünkü dua, belâ inmeden evvel olmalıdır. Bu gün artık belâ geldiğine göre şimdi rızâ lâzımdır.» Kendisine:

– «Bir ihtiyacınız var mı?» diye sorulur.

– «Susuzum», der.

Hemen su getirilir, içmek üzere aldığında etrafındaki yaralılara bakar ve:

– «Şunlar susuzluktan kıvranırken benim bunu içmem doğru olmaz» der ve suyu geri verir. Sonra da ruhunu teslim eder. Rahmetullahi aleyh.

Maddî ve manevî donanımın seviyesi, nimetlere mazhariyetin miktar ve keyfiyeti, yaşanılan zaman ve mekânın zaruret ve ihtiyacı gibi daha nice hususlar vardır ki bütün bunlar, esasen her bir ferdin kişisel bir “Vukûf-i zamânî” değerlendirmesini zaruri kılar. Sıhhatli bir değerlendirme için öncelikle diri bir gönle, sıhhatli bir ilme, basiret ve firâset nuruna, ehliyle istişâre etmeye, ilim ve irfan ehlinin irşadına ihtiyaç vardır.

ZAMANIN GEREĞİNİ BİLMEK VE YAPMAK

Fert planında “vukuf-i zamâ­nî”ye riayet bir zaruret olduğu gibi cemaat-cemaat, vakıf-vakıf, devlet-devlet ve elbette ümmet olarak da böyle bir duyarlılığa ihtiyacın olduğu açıktır. Aksi halde yeterince değerlendirilemeyen ümmetin maddi ve manevî kaynakları, yetişmiş ve potansiyel insan kaynağı, nice nice ümitler, heyecanlar ve İslâm ümmetinin gelecek hayalleri israf edilmiş olacaktır ki, bunun hesabı da elbette dünya ve âhiret itibariyle ağır olacaktır. Bu hesapta herkesin sorumluluğu farklı ise de, az ya da çok her ferdin de bu mesuliyetten bir payı elbette olacaktır. Bu alanda mesuliyeti sadece öndekilere yükleyivermek, kolaycılıktır ve nefsin sinsi bir aldatmasıdır.

Zaman olur; konuşmak, hakkı haykırmak farz hükmündedir ve zaman olur; susmak bir fazilet ve hatta bir vazife haline dönüşür. Yine ân olur ki itaat farzdır ve öyle demler de olur ki itaat haramdır.

Öyleyse zamanın her ânını gafletten kurtarmak ve gereğini kuşanmak gibi bir şuur hâline ihtiyaç, âdetâ farz-ı daimîdir. Zira öyle ihmâller vardır ki telâfisi yoktur. Büyük müfessirimiz Elamalı’lı Muhammed Hamdi Yazır’ın ifadesiyle: “Gaflet-i külliye hatar-ı mutlak (kesin helak) ve her gaflet lahzası bile bir hatarı muhtemildir.”1

Dipnotlar: Hayatın tümüyle gaflet içinde geçmesi tam bir helâk oluş sebebi iken, az olsun çok olsun her bir gaflet anı da kişiyi ya da toplumu helâke götüren ciddi bir tehlikeyi içinde barındırıyor demektir.”

Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, 375. Sayı