Zarfı Bırak, Mazrufa Bak
Eskilerin meşhur sözlerindendir, “zarfı bırak, mazrufa bak” derler. Eğer insanın cildini sadece zarfı kabul edersek büyük haksızlık etmiş oluruz. Evet derimizin bir faaliyeti de ambalaj gibi vücudumuzu sarıp sarmalamak ama emin olun daha pek çok faaliyet yüklenmiş bu cefakâr organımız. “Yaması kendindendir” tesellisini, çocuğu yere düşüp yaralanan her anne işitir büyüklerden. Doğru yaması kendi derisinden, bu bakış açısıyla deri insanın bizatihi kendisidir. Peki o zaman cildimiz sadece zarfımız mı?
Cildiyecilere sorarsanız en önemli organımız deri, çünkü genişlik ve ağırlık olarak en çok rakamı o topluyor. Altındaki yağ tabakasını da dâhil ederseniz, orta boyutta bir insanın derisi 9 kg geliyor. Klasik hekim yaklaşımına göre acilde baş ağrıtmayan, kolay kolay öldürmeyen organ olunca biraz arka sırada kalıyor.
En önemli savunma bariyeri derimiz olmasına rağmen, insanın dış saldırılara karşı en açık olduğu yenidoğan döneminde, özellikle vaktinden önce doğmuş bebeklere bakan yenidoğan servislerinde en önemli kural “minimum temas, maksimum gözlem”dir. Sağlık personeli de olsan, konunun uzmanı da olsan, elini elli kere yıkasan da hastayı mümkün olduğu kadar ellememek prensiptir. Bu dönemde deri ince, zayıf, koruyucu silahları gelişmemiş, tabiri caizse geleni geçiren bir zayıflıktadır. Tersinden okursak bizim derimiz ise “schengen vizesi ile korunan Avrupa birliği sınırı” gibidir.
Kameranın görüş alanından hareketli bir cisim geçerse haber vermesi için dükkânınıza alarm taktırdınız. Hırsıza, uğursuza karşı kesin çözüm. İcat eden ne güzel etmiş. İnsan denen harikada ise bu sistem standart pakete dâhil. Maliyet yok, işletme gideri, sarf masrafı yok, hata payı yok denecek kadar az. Kullanıcı hatası olmasa, kusursuz hatta. Reseptör denen bekçiler, dokunmayı anlıyor, sıcağı soğuğu anlıyor, titreşimi anlıyor.
Köyde odun sobası alev alev yanıyor, döküm soba, en az 12 saatte muhafaza eder ısıyı, çok güzel çok nostaljik. Bir de dedenizin ilerlemiş şeker hastalığı olmasa… Olsa ne olur peki? Şu olur; derideki muhteşem reseptörler ayağın sıcağa temasını anlamaz, anlasa da aracı olacak sinir harap olmuştur. Dedemizin ayağı yanar, yandığını da anlamaz. Sonuç: minik bir yara, üç beş ay sonra bacağınızın kesilmesine kadar gider. 1,5- 2 m2 lik derinizin birkaç cm2’lik kısmı görev yapmıyor, karşılığında vücudunuzun dörtte birini kaybediyorsunuz.
“ASHAB-I KEHF” KISSASINDA İBRETLER VAR
Daha enteresanı “Ashab-ı Kehf” kıssasından. Ne diyordu suremizin 18. ayeti kerimesi; “Kendileri uykuda oldukları hâlde Sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa sola çevirirdik…” Kıssanın başında “güneş değmesin” şeklinde bir açıklama var, bir ihtimal de tıbbın “decubitus ülseri” dediği hadise. Yatalak hastası olanlar bilir (Şafi olan Rabbimiz hepsine kâmilen şifa, hizmet edenlerine çokça sabır lütfetsin) hastanız “havalı” yatakta yatmıyorsa mutlaka belli aralarla sağa sola çevirmeniz lazım, aksi takdirde kan akımı engellenir, oluşan yaralar, ciddi ameliyatlar ve aylarca süren tedavilerle ancak düzelir, hatta bazen düzelmez. Hangi dertten korunmak için olduğu önemli değil, önemli olan koruyucu mekanizmanın derideki reseptörler tarafından harekete geçirilmesi.
Çocuk hastalıkları acil servislerinde beş hastanın biri ateş şikâyeti ile gelir. Bir şekilde hadise yönetilir. Eğer hasta ilk bir ayını henüz doldurmamışsa dünyada işler sıkıntılıdır. Mutlaka hastaneye hem de yoğun bakıma yatırılır, bebek anneden ayrılır, ister istemez antibiyotik başlanır. Anne sütü istendiği gibi olmaz, mamaya geçilir. Neticede hastaneye sağlam yatıp hasta olma ihtimali de mevcuttur. Hangisine isterseniz ona ağlayın.
VÜCUTTA ISI ÜRETİLİR
Normalde vücutta ısı üretilir, günlük aktivite ya da hastalık sebebiyle, ama ısı yok edilemez, böyle bir sistem yoktur. Filanca madde artarsa ateş olur, doğru ama başka bir madde artınca ısı kaybedilemez. Oluşan ısı, serin bir ortama (büyük kısmı hava, daha azı katı ya da sıvı yüzeyler) transfer edilir. Bizde gelenek nedir? El kadar bebek, üşütür. Sar sarabildiğin kadar. Giydir evde ne varsa. Sonuç, deri havaya temas edemez ateş çıkar, buyurun yoğun bakım servisine. Deri açık olsa, rahat olsa çözer bu sıkıntıyı ama…
Isınma, sıcaklama demişken oluşmuş ısıyı kaybetmenin bir yolu da terlemedir. Isıyı azaltmanın yanında istenmeyen maddelerin atılımında da etkili olduğu düşünülen terlemenin esas aktörü ter bezleri de derinin bir parçasıdır. “Çok hastaydım, her yerim ağrıyordu, bir terledim açıldım” cümlesini ilk söylediğinizde terlemeyi sağlayan derinize de teşekkür etmeyi unutmayın.
Milletçe severiz vitaminler üzerinden fikir yürütmeyi, her vitamin bir işe hatta bize göre çok işe yarar. Son dönem en meşhurları malum; D vitamini. Tüm vitaminler dışarıdan alınmalı yiyecek ya da ilaçla, bir istisnası var: “D vitamini.” Siz yeteri kadar güneş hatta gün ışığı gösterin, deriniz üretiversin onu da. Hesaplayın, doğalı budur diye sizi kandırıp sattıkları ve ömür boyu bir sebeple kullanmak zorunda hissettiğiniz D vitamini tabletin ya da spreyin günlük maliyeti 3-5 lira. Hâlbuki sağlıklı deri kolaylıkla üretiyor ihtiyacınızı. O kadar parayı her gün kenara koysanız, neredeyse 25 yılda deriniz emekli maaşı almaya hak kazanır.
Şaka bir yana maaş vermesek de iyi baksak derimize o bile yetecek. En önemli sıkıntı güneşten kaynaklanır. Maalesef parfümle, egzoz gazı ile atmosferi perişan edip, ozon tabakasında delik açtığımızdan beri güneş koşulsuz bir hayat kaynağı olma vasfını kaybetti. Artık güneşe, şu saatten - şu saate kadar çıkılacak. Çıkarken de mutlaka güneş koruyucu krem sürülecek. Öneri: 15 faktör yeterli.
Ama sektör bir ara abartı ötesi bir performans ile 100 faktörlü güneş kremi bile üretti. Sıkıntı şu, 8 faktörden kuvvetli krem sürersen D vitamini sentezlenmiyor. İsterseniz aşağı tükürün D vitaminden mahrum kalın. İsterseniz yukarı tükürün (Allah korusun) kanser riskini alın. Ya da güneş görmeyin, fabrikada üretilmiş tabletlerden avuç avuç tüketin. Bozmayacaktık bu dünyanın ayarlarını, oynamayacaktık fıtratımızla. Neyse daha büyük belaların ufuktan yeryüzüne inmeye başladığı devrimizde, zararın neresinden dönsek kar. Fıtrata aykırı her fikirle, her işle, her kişiyle mücadele edelim…
Kaynak: Fırat Erdoğan, Altınoluk Dergis, Ekim-2022, Sayı:440