Zariyat Suresinin Tefsiri

KUR’ÂNIMIZ

Dr. Adem Ergül, Zâriyat suresinin tefsirini yapıyor. Zâriyat suresinin tefsirini yazımızda dinleyebilir ve okuyabilirsiniz.

Zâriyât sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 60 âyettir. İsmini, 1. âyette geçen ve “tozu toprağı savuran rüzgârlar” mânasına gelen اَلذَّارِيَاتُ (zâriyât) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 51, iniş sırasına göre 67. suredir.

4 bölümde, 60 âyetten oluşan Zâriyat sûresinin tefsiri:

ZARİYAT SURESİNİN TEFSİRİ DİNLE

Zâriyat Sûresi 1. Kısım Tefsiri (1-14. Ayetler): 

Zâriyat Sûresi 2. Kısım Tefsiri (15-23. Ayetler):

Zâriyat Sûresi 3. Kısım Tefsiri (24-46. Ayetler):

Zâriyat Sûresi 4. Kısım Tefsiri (47-60. Ayetler):

Zâriyât Sûresi Hakkında

Zâriyât sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 60 âyettir. İsmini, 1. âyette geçen ve “tozu toprağı savuran rüzgârlar” mânasına gelen اَلذَّارِيَاتُ (zâriyât) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 51, iniş sırasına göre 67. suredir.

Zâriyât Sûresi Konusu

Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım kudret tecellilerine yemin edilerek kıyâmetin mutlaka vuku bulacağı; Allah’tan korkup günahlardan sakınan ve ilâhî tâlimatlara uygun yaşayanların cennette mükâfatlandırılacakları haber verilir. Lût kavmi, Firavun, Âd, Semûd ve Nûh kavimleri misal verilerek Peygamber (s.a.s.)’in davetine uymayanları bekleyen hazin akıbet bildirilir. Böylece insanlar putperestlikten ve peygambere muhalefetten sakındırılarak tek olan Allah’a kulluğa çağrılır.

Zâriyât Sûresi Nuzül Sebebi

Mushaftaki sıralamada elli birinci, iniş sırasına göre altmış yedinci sûredir. Ahkåf sûresinden sonra, Gaşiye sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

ZARİYAT SURESİ TEFSİRİ

  1. O esip tozu toprağı savuran rüzgârlara,
  2. Ağırlık yüklenen bulutlara,
  3. Kolaylıkla akıp giden gemilere,
  4. Bütün işleri, rızıkları, yağmurları taksim eden meleklere yemin olsun ki;
  5. Size va‘dedilen yeniden diriliş, hesap ve ceza kesinlikle doğrudur.
  6. Ve herkese hakettiği karşılığın verileceği hesap günü mutlaka gelecektir!

Allah Teâlâ yeniden dirilişin gerçek olduğunu ve hesabın kesinlikle vuku bulacağını haber vermek üzere dört şey üzerine yemin etmektedir. Bunlar:

✺    Sağdan soldan esen, tozu toprağı savuran rüzgârlar,

✺    Gökyüzünde dolaşan deniz misali ağır yağmur yüklerini yüklenen bulutlar,

✺    Rüzgârla veya motor gücüyle su üzerinde kolaylıkla akıp giden gemiler,

✺    Yağmurları, rızıkları ve yaratıkları ilgilendiren başka şeyleri Allah’ın emri ile bölüştüren meleklerdir.

Hârikulâde bir nizam ve benzersiz bir âhenk içinde cereyân eden bu hâdiseler, kâinatta her şeyin derin bir hikmete bağlı olarak yaratıldığına şâhitlik eder. Böyle bir nizam içinde akıl, şuur ve irade nimetleriyle donatılan ve Allah’ın vahyine muhatap olma gibi üstün bir meziyete sahip olan insan, dünyada yaptıklarından mutlaka hesaba çekilecektir.

Burada yapılan yeminlerin bir hikmeti de şöyle izah edilebilir: Güneşin hararetiyle buharlaşıp uzayın uçsuz bucaksız boşluğunda zerrecikler haline gelen su damlalarını rüzgâr vasıtasıyla yeniden toplayan, bunları sıkışmış bulutlar haline getiren, bunları su olarak yeryüzüne yağdıran ve bu hayret verici kudret tecellisini gözlerimizin önünde daima tekrarlayan Allah Teâlâ için, elbette ki insan bedenlerinin dağılmış zerrelerini hava, su, toprak içinde toplayıp bir araya getirerek yeniden yaratmak hiç de zor olmayacaktır.

Zaten nice ince sır ve hikmetlerle dolu gökyüzü de bu ilâhî kudretin canlı şâhididir:

  1. İç içe geçmiş kıvrım kıvrım yollara ve hârika bir şekilde desen desen işlenmiş yörüngelere sahip göğe yemin olsun ki!
  2. Onlar, cehâlet bataklığı içinde bilinçsizce bocalayıp duruyorlar.


اَلْحُبُكُ  (hübük), sözlükte “sıkı bağlayıp sağlamlaştırmak; kumaşı sıkı, güzel ve sağlam bir şekilde dokumak” demektir. Göğün sahip olduğu “hübük”le alakalı şu izahlar yapılır:

    Muntazam, güzel ve süslü yaratılış. Nitekim az önce belirtildiği gibi dokumacının kumaşı güzelce dokuması bu kelime ile ifade edilir.

    Yıldızlar ve yıldız kümeleri.

    Yollar, yörüngeler. Nitekim rüzgârların esmesiyle çöllerin kumlarında ve durgun suların üzerinde meydana gelen dalgalara, yosma yapılmış saçlardaki kıvrımlara “hübük” denilir. Bu yollar ve yörüngeler, meleklerin hareketi, Allah’ın emirlerinin tebliği ve yerdeki şuurlu varlıkların amellerinin yükselmesi için de geçiş güzergâhlarıdır.

    Güçlü, çetin ve sağlam. “Üstünüzde yedi kat sapasağlam gök bina ettik” (Nebe’ 78/12) âyeti bu mânaya işaret eder.

    Çokça hareket eden.

Bunların hepsi gök için geçerli ve uygun düşecek mânalardır. Bu vasfıyla göğe yemin edilip peşinden “Siz Peygamber ve Kur’an hakkında çelişkili görüşler içindesiniz” (Zâriyât 51/8) buyrulması arasında şöyle bir irtibat kurulabilir:

Sahip olduğu çeşit çeşit gök cisimleri, galaksileri, sistemleri, yörüngeleri ve bunlara ait hareket nizamlarıyla gökler gerçekten çok sağ­lam, ince ve sanatkarâne bir denge içermektedir. Bu çeşitlilikle beraber akılları hayrete düşüren bu güzellik, nizam ve âhenk ise şüphesiz ilâhî kudretin azametini ve sonsuzluğunu göstermektedir. Dolayısıyla akıllı insanlara yaraşan, bu kesret âleminin ötesindeki ve temelindeki vahdeti idrak edebilmek, tevhide ulaşmak, Allah’ın varlığını ve birliğini kavramak, böylece tevhide yaraşmayan ve bir­birini tutmayan söz ve davranışlardan kaçınarak sadece tek olan Allah’a kulluk etmektir.

Burada Peygamberimiz (s.a.s.) ve Kur’an hakkında sihirbaz ve sihir, şâir ve şiir, kâhin ve kehânet suçlamalarında bulunan; bir tarafta Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu söylediği halde bir taraftan putlara tapan; kıyâmetle alakalı inkâr ve şüphe bakımından farklı durumlar sergileyen müşrikler kınanmakta ve onlardan bu hallerini düzeltmeleri istenmektedir. Değilse sapıklığı baştan kabullenerek ilâhî hakîkatleri yalanlayan; hidâyet, iman, ilim ve irfana kapılarını kapatıp derin bir cehâlet çukuruna gömülen; alaylı alaylı “Sizin iddia ettiğiniz bu hesap günü de ne zamanmış?” diyen gâfiller, mutlaka cehennemde bu yaptıklarının cezasını çekecekler; dünyada çıkardıkları fitnelerin bedelini âhirette ateş üzerinde dağlanarak ödeyeceklerdir.

Buna karşılık, kâmil bir iman, büyük bir tevazu ve mahfiyet, tam bir teslimiyet ve samimiyetle Allah’a kulluğa devam edenlere gelince:

  1. Siz Peygamber ve Kur’an hakkında çelişkili görüşler içindesiniz.
  2. Oysa Kur’an ve Peygamber’den ancak şeytanın doğru yoldan çıkardığı, aklı çarpılmış kimseler döndürülebilir.
  3. Kahrolsun Allah’ın va‘dettiği şeylerden şüphe duyan o koyu yalancılar!
  4. Alaycı bir edayla: “Geleceği söylenen şu hesap günü de ne zamanmış?” diye soruyorlar.
  5. O gün, onların ateş üzerinde azaba uğratılacakları dehşetli gündür.
  6. Onlara: “Tadın azabınızı! Dünyada bir an önce gelmesini istediğiniz şey işte budur!” denilecek.

اَلْحُبُكُ  (hübük), sözlükte “sıkı bağlayıp sağlamlaştırmak; kumaşı sıkı, güzel ve sağlam bir şekilde dokumak” demektir. Göğün sahip olduğu “hübük”le alakalı şu izahlar yapılır:

    Muntazam, güzel ve süslü yaratılış. Nitekim az önce belirtildiği gibi dokumacının kumaşı güzelce dokuması bu kelime ile ifade edilir.

    Yıldızlar ve yıldız kümeleri.

    Yollar, yörüngeler. Nitekim rüzgârların esmesiyle çöllerin kumlarında ve durgun suların üzerinde meydana gelen dalgalara, yosma yapılmış saçlardaki kıvrımlara “hübük” denilir. Bu yollar ve yörüngeler, meleklerin hareketi, Allah’ın emirlerinin tebliği ve yerdeki şuurlu varlıkların amellerinin yükselmesi için de geçiş güzergâhlarıdır.

    Güçlü, çetin ve sağlam. “Üstünüzde yedi kat sapasağlam gök bina ettik” (Nebe’ 78/12) âyeti bu mânaya işaret eder.

    Çokça hareket eden.

Bunların hepsi gök için geçerli ve uygun düşecek mânalardır. Bu vasfıyla göğe yemin edilip peşinden “Siz Peygamber ve Kur’an hakkında çelişkili görüşler içindesiniz” (Zâriyât 51/8) buyrulması arasında şöyle bir irtibat kurulabilir:

Sahip olduğu çeşit çeşit gök cisimleri, galaksileri, sistemleri, yörüngeleri ve bunlara ait hareket nizamlarıyla gökler gerçekten çok sağ­lam, ince ve sanatkarâne bir denge içermektedir. Bu çeşitlilikle beraber akılları hayrete düşüren bu güzellik, nizam ve âhenk ise şüphesiz ilâhî kudretin azametini ve sonsuzluğunu göstermektedir. Dolayısıyla akıllı insanlara yaraşan, bu kesret âleminin ötesindeki ve temelindeki vahdeti idrak edebilmek, tevhide ulaşmak, Allah’ın varlığını ve birliğini kavramak, böylece tevhide yaraşmayan ve bir­birini tutmayan söz ve davranışlardan kaçınarak sadece tek olan Allah’a kulluk etmektir.

Burada Peygamberimiz (s.a.s.) ve Kur’an hakkında sihirbaz ve sihir, şâir ve şiir, kâhin ve kehânet suçlamalarında bulunan; bir tarafta Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu söylediği halde bir taraftan putlara tapan; kıyâmetle alakalı inkâr ve şüphe bakımından farklı durumlar sergileyen müşrikler kınanmakta ve onlardan bu hallerini düzeltmeleri istenmektedir. Değilse sapıklığı baştan kabullenerek ilâhî hakîkatleri yalanlayan; hidâyet, iman, ilim ve irfana kapılarını kapatıp derin bir cehâlet çukuruna gömülen; alaylı alaylı “Sizin iddia ettiğiniz bu hesap günü de ne zamanmış?” diyen gâfiller, mutlaka cehennemde bu yaptıklarının cezasını çekecekler; dünyada çıkardıkları fitnelerin bedelini âhirette ateş üzerinde dağlanarak ödeyeceklerdir.

Buna karşılık, kâmil bir iman, büyük bir tevazu ve mahfiyet, tam bir teslimiyet ve samimiyetle Allah’a kulluğa devam edenlere gelince:

  1. Gönülleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olup O’na itaatsiz­likten sakınan ve güçleri ölçüsünde O’nun emirlerini yerine getirmeye çalışanlar, cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır.
  2. Geceleri pek az uyurlardı.
  3. Seher vakitleri de Allah’tan bağışlanma dilerlerdi.
  4. Mallarından hem yardım isteyen fakirlere, hem de muhtaç olduğu halde iffetinden dolayı dilenmekten çekinen yoksullara pay ayırırlardı.

Cennetlerde, pınar başlarında bulunup Rablerinin ihsan ettiği sayısız nimetleri hoşnutlukla kabul edip razı olacak kullar, şu hususiyetlere sahiptirler:

Birincisi; bunlar takvâ sahipleridir. Allah’tan korkan, O’na karşı muhabbete dayalı derin bir saygı duyan, bu sevgi ve saygının sevkiyle ilâhî emirleri yerine getirip yasaklardan titizlikle kaçınan kimselerdir. Onların yaşadıkları bu takvâ hayatından bir iki misal vermek gerekirse:

İkincisi; onlar dünyada iyilik ve ihsan sahibi idiler. Dâimâ sâlih ameller yapar ve yaptıklarını da en güzel şekilde yapmaya çalışırlardı. Bütün işlerini Allah’ı görürcesine yaparlardı. Bu sebeple en güzel mükafata ve sevaba layık olmuşlardır.

Üçüncüsü; geceleri pek az uyurlardı. “Geceleyin kalk, az bir kısmı dışında geceyi ibâdetle geçir!” (Müzzemmil 73/2) âyetinin mânasına göre amel ederlerdi. Allah Teâlâ’ya olan şevk ve muhabbetleri, âhiretle alakalı korku ve endişeleri sebebiyle gözlerine uyku girmez, ibâdet eder, vazife yaparlardı. Âyette geçen اَلْهُجُوعُ (hucû‘) kelimesi, az uyku, özellikle gece uykusu demektir. ما (mâ) edatının olumsuzluk için alınması durumunda âyet: “Bazı gece biraz bile uyumazlar, hepsini ihya ederlerdi”  (Zâriyât 51/17) mânasını taşımaktadır. Seher vakitleri de onlar istiğfar ederlerdi. Geceleri ibâdet etmekle birlikte, sanki günah ile vakit geçirmiş gibi seher vakitleri de yatmaz, kusurları için af dilerlerdi.

Resûlullah (s.a.s.), gece ibâdetine teşvik ederek şöyle buyurur:

“Ey insanlar! Birbirinize selam verin, yemek yedirin, akrabanızla ilginizi ve onlara yardımınızı devam ettirin. İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılın. Böyle yaparsanız, selâmetle cennete girersiniz.” (Tirmizî, Et‘ime 45; İbn Mâce, İkâmet 174)

Gecenin sükûn ve bediî manzarasının câzibesi ve sırları, onu ibâdet ve tefekkürde derinleşerek geçirenlere âittir. Bu sırra sahip olan kulların kalbî âlemleri, ulvî hasletlerle yerler ve gökler kadar genişleyip nice ilâhî tecellîlere ma‘kes olur ve mârifetullâh libâsına bürünür.

Hasan Basrî Hazretleri’ne: “Gece namazı kılanların yüzleri niçin güzel ve nûrlu olur?” diye sordular. Şöyle buyurdu:

“Çünkü onlar, Rahmân ile başbaşa kalmışlardır...”

Bu beraberlik dolayısıyla âşıklar, gecenin nasıl geçtiğini anlayamadan iştiyak ve muhabbetleri artmış bir vaziyette sabaha ulaşırlar.

Veysel Karanî Hazretleri hiç uyumazdı. Gecelerini üçe taksim etmişti. Bir gece kıyâm, bir gece rukû, bir gece de secde hâlinde sabahlardı. Sordular:

“–Yâ Veysel! Geceleri aynı hâl üzere, meselâ secdede sabaha kadar bir hâl içinde nasıl geçirebiliyorsun?”

Şöyle cevap verdi:

“–Biliyorsunuz ki secdede üç defa «Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ» demek sünnettir. Ben daha bir kere diyemeden sabah oluyor!..”

İmam Rabbani’nin torunu Şeyh Seyfüddin (r.h.), her gece iki rekat namazda bir hatim indirir ve:

“Ya Rabbi! Geceler ne kadar da kısa. Düzgün bir şekilde iki rekat namaz kılamadan sabah oluyor” derdi.

Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inden nazmen dilimize çevrilen şu ifadeler, âdetâ Hak âşıklarının bu hâline tercüman olmaktadır:

“Doldur o şerâbdan, yine doldur, yine bir sun,

Dursun gece, ey dost onu durdur, ne olursun!..

Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin ânlar.

Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar...”

Dördüncüsü; onların mallarında اَلسَّٓائِلُ (sâil) ve اَلْمَحْرُومُ (mahrûm) için ödemek mecburiyetinde oldukları bir hak vardır. “Sâil”, ihtiyacını dile getiren, isteyen ve dilenen kimsedir. “Mahrum” ise, iffetinden dolayı zengin zannedildiği için sadakadan dahi mahrum bulunan muhtaç demektir. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:

“Kapı kapı dolaşıp bir iki lokma, bir iki hurma ile savuşturulan kimse yoksul değildir. Asıl yoksul, kendisine yetecek malı bulunmayan, muhtaç olduğu bilinip de kendisine sadaka verilmeyen ve kimseden bir şey dilenmeyen kimsedir.” (Buhârî, Zekât 53; Müslim, Zekât 101)

“Sâil”in ihtiyacını dile getiren insanlara, “mahrum”un ise ihtiyaç sahibi diğer canlılara işaret ettiği de söylenmiştir. Bu tefsir, insanların yanı sıra diğer canlıların, özellikle hayvanların haklarını koruma bakımından önem arz etmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.): “Ciğer taşıyan her canlıdan ötürü, ona verilen rızık sebebiyle bir ecir vardır.” (Buhârî, Mûsâkât 9; Müslim, Selâm 153)

“Hak” ifadesi zahiren verilecek miktarın vacip olduğunu ifade eder. Bu sebeple bir kısım âlimler bunun zekât olduğunu söylerler. Fakat bu sûrenin Mekkî olması, zekâtın ise Medine’de farz kılınmış olması dolayısıyla çokları tarafından bu nafile sadaka olarak anlaşılmıştır. Dolayısıyla bu, zekâttan ayrı olarak mal sahibi müttakîlerin vermeyi taahhüt ettikleri miktardır. Aslında bu ilâhî buyruğun özü şudur: Gerçekten takvâ sahibi bir insan hiçbir zaman: “Zekâtımı vermek suretiyle fakirlerin benim malım içinde olan haklarını ödedim ve bu mesuliyetten tamamen kurtuldum. Artık her fakirin, aç olanın, felakete uğrayanın yardımına koşmaya mecbur değilim” şeklinde yanlış bir düşünceye saplanamaz. Aksine o, her zaman gücünün yettiği her iyilik için can ü gönülden hazırdır. Hayırlı ve sevaplı bir iş için kendisine düşen fırsatları hiçbir zaman elden kaçırmaz. Yapacağı iyiliğe kendisinin daha çok muhtaç olduğunu düşünerek bütün imkânlarını bu yolda seferber eder. Böyle bir anlayışın, İslâm kardeşliğinin kuvvetlenmesi, içtimâî nizam ve ahengin sağlanıp toplumun yükselmesi açısından çok büyük ehemmiyet taşıdığında şüphe yoktur.

Bu gibi salih amellerin uhrevî âlemde de açılımları şüphesiz muhteşem olacaktır. Bu sebeple söz kıyamete getiriliyor; kıyâmetin, öldükten sonra dirilişin ve hesabın olacağına ve bunun da gerekli olduğuna dair üç alandan deliller arz ediliyor:

  1. Rablerinin kendilerine bahşedeceği her türlü nimeti alacaklardır. Çünkü onlar daha önce iyilik eden ve yaptığı işi güzel yapan kimselerdi.

Cennetlerde, pınar başlarında bulunup Rablerinin ihsan ettiği sayısız nimetleri hoşnutlukla kabul edip razı olacak kullar, şu hususiyetlere sahiptirler:

Birincisi; bunlar takvâ sahipleridir. Allah’tan korkan, O’na karşı muhabbete dayalı derin bir saygı duyan, bu sevgi ve saygının sevkiyle ilâhî emirleri yerine getirip yasaklardan titizlikle kaçınan kimselerdir. Onların yaşadıkları bu takvâ hayatından bir iki misal vermek gerekirse:

İkincisi; onlar dünyada iyilik ve ihsan sahibi idiler. Dâimâ sâlih ameller yapar ve yaptıklarını da en güzel şekilde yapmaya çalışırlardı. Bütün işlerini Allah’ı görürcesine yaparlardı. Bu sebeple en güzel mükafata ve sevaba layık olmuşlardır.

Üçüncüsü; geceleri pek az uyurlardı. “Geceleyin kalk, az bir kısmı dışında geceyi ibâdetle geçir!” (Müzzemmil 73/2) âyetinin mânasına göre amel ederlerdi. Allah Teâlâ’ya olan şevk ve muhabbetleri, âhiretle alakalı korku ve endişeleri sebebiyle gözlerine uyku girmez, ibâdet eder, vazife yaparlardı. Âyette geçen اَلْهُجُوعُ (hucû‘) kelimesi, az uyku, özellikle gece uykusu demektir. ما (mâ) edatının olumsuzluk için alınması durumunda âyet: “Bazı gece biraz bile uyumazlar, hepsini ihya ederlerdi”  (Zâriyât 51/17) mânasını taşımaktadır. Seher vakitleri de onlar istiğfar ederlerdi. Geceleri ibâdet etmekle birlikte, sanki günah ile vakit geçirmiş gibi seher vakitleri de yatmaz, kusurları için af dilerlerdi.

Resûlullah (s.a.s.), gece ibâdetine teşvik ederek şöyle buyurur:

“Ey insanlar! Birbirinize selam verin, yemek yedirin, akrabanızla ilginizi ve onlara yardımınızı devam ettirin. İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılın. Böyle yaparsanız, selâmetle cennete girersiniz.” (Tirmizî, Et‘ime 45; İbn Mâce, İkâmet 174)

Gecenin sükûn ve bediî manzarasının câzibesi ve sırları, onu ibâdet ve tefekkürde derinleşerek geçirenlere âittir. Bu sırra sahip olan kulların kalbî âlemleri, ulvî hasletlerle yerler ve gökler kadar genişleyip nice ilâhî tecellîlere ma‘kes olur ve mârifetullâh libâsına bürünür.

Hasan Basrî Hazretleri’ne: “Gece namazı kılanların yüzleri niçin güzel ve nûrlu olur?” diye sordular. Şöyle buyurdu:

“Çünkü onlar, Rahmân ile başbaşa kalmışlardır...”

Bu beraberlik dolayısıyla âşıklar, gecenin nasıl geçtiğini anlayamadan iştiyak ve muhabbetleri artmış bir vaziyette sabaha ulaşırlar.

Veysel Karanî Hazretleri hiç uyumazdı. Gecelerini üçe taksim etmişti. Bir gece kıyâm, bir gece rukû, bir gece de secde hâlinde sabahlardı. Sordular:

“–Yâ Veysel! Geceleri aynı hâl üzere, meselâ secdede sabaha kadar bir hâl içinde nasıl geçirebiliyorsun?”

Şöyle cevap verdi:

“–Biliyorsunuz ki secdede üç defa «Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ» demek sünnettir. Ben daha bir kere diyemeden sabah oluyor!..”

İmam Rabbani’nin torunu Şeyh Seyfüddin (r.h.), her gece iki rekat namazda bir hatim indirir ve:

“Ya Rabbi! Geceler ne kadar da kısa. Düzgün bir şekilde iki rekat namaz kılamadan sabah oluyor” derdi.

Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inden nazmen dilimize çevrilen şu ifadeler, âdetâ Hak âşıklarının bu hâline tercüman olmaktadır:

“Doldur o şerâbdan, yine doldur, yine bir sun,

Dursun gece, ey dost onu durdur, ne olursun!..

Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin ânlar.

Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar...”

Dördüncüsü; onların mallarında اَلسَّٓائِلُ (sâil) ve اَلْمَحْرُومُ (mahrûm) için ödemek mecburiyetinde oldukları bir hak vardır. “Sâil”, ihtiyacını dile getiren, isteyen ve dilenen kimsedir. “Mahrum” ise, iffetinden dolayı zengin zannedildiği için sadakadan dahi mahrum bulunan muhtaç demektir. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:

“Kapı kapı dolaşıp bir iki lokma, bir iki hurma ile savuşturulan kimse yoksul değildir. Asıl yoksul, kendisine yetecek malı bulunmayan, muhtaç olduğu bilinip de kendisine sadaka verilmeyen ve kimseden bir şey dilenmeyen kimsedir.” (Buhârî, Zekât 53; Müslim, Zekât 101)

“Sâil”in ihtiyacını dile getiren insanlara, “mahrum”un ise ihtiyaç sahibi diğer canlılara işaret ettiği de söylenmiştir. Bu tefsir, insanların yanı sıra diğer canlıların, özellikle hayvanların haklarını koruma bakımından önem arz etmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.): “Ciğer taşıyan her canlıdan ötürü, ona verilen rızık sebebiyle bir ecir vardır.” (Buhârî, Mûsâkât 9; Müslim, Selâm 153)

“Hak” ifadesi zahiren verilecek miktarın vacip olduğunu ifade eder. Bu sebeple bir kısım âlimler bunun zekât olduğunu söylerler. Fakat bu sûrenin Mekkî olması, zekâtın ise Medine’de farz kılınmış olması dolayısıyla çokları tarafından bu nafile sadaka olarak anlaşılmıştır. Dolayısıyla bu, zekâttan ayrı olarak mal sahibi müttakîlerin vermeyi taahhüt ettikleri miktardır. Aslında bu ilâhî buyruğun özü şudur: Gerçekten takvâ sahibi bir insan hiçbir zaman: “Zekâtımı vermek suretiyle fakirlerin benim malım içinde olan haklarını ödedim ve bu mesuliyetten tamamen kurtuldum. Artık her fakirin, aç olanın, felakete uğrayanın yardımına koşmaya mecbur değilim” şeklinde yanlış bir düşünceye saplanamaz. Aksine o, her zaman gücünün yettiği her iyilik için can ü gönülden hazırdır. Hayırlı ve sevaplı bir iş için kendisine düşen fırsatları hiçbir zaman elden kaçırmaz. Yapacağı iyiliğe kendisinin daha çok muhtaç olduğunu düşünerek bütün imkânlarını bu yolda seferber eder. Böyle bir anlayışın, İslâm kardeşliğinin kuvvetlenmesi, içtimâî nizam ve ahengin sağlanıp toplumun yükselmesi açısından çok büyük ehemmiyet taşıdığında şüphe yoktur.

Bu gibi salih amellerin uhrevî âlemde de açılımları şüphesiz muhteşem olacaktır. Bu sebeple söz kıyamete getiriliyor; kıyâmetin, öldükten sonra dirilişin ve hesabın olacağına ve bunun da gerekli olduğuna dair üç alandan deliller arz ediliyor:

  1. Kesin olarak inanmak isteyenler için yeryüzünde Allah’ın birliğini ve sonsuz kudretini gösteren nice deliller vardır.
  2. Bizzat kendi varlığınızda da. Hâla gerçeği görmeyecek mi­siniz?
  3. Gökte de hem rızkınız vardır, hem de size va‘dedilen cennet­ler.
  4. Göğün ve yerin Rabbine yemin olsun ki, sizin konuşmanız ne kadar gerçekse, Kur’an’ın meydana geleceğini haber verdiği bu olaylar da işte o kadar gerçektir!

Bunlar:

        Yeryüzündeki deliller:

Yeryüzünün yaratılışı; güneşten belli bir mesafe uzaklıkta belirli bir eğiklikte konuluşu; ışık ve sıcaklığının düzenli bulunuşu; mevsimlerin birbiri ardınca geliş ve gidişi; üzerindeki hava ve suyun nispet ve özelliklerinin ayarlanması; içerisine çeşit çeşit sayısız hazinelerin konulmuş olması; üzerine topraktan müteşekkil münbit bir örtünün geçirilmesi; kuruduktan sonra yağmurla dirilişi ve üzerinde cins cins sayısız, hesapsız bitkilerin bitirilmesi; içinde kara, deniz, hava canlılarının sayısız cinslerinin yaratılması; orada her cins hayat için uygun gıda ve durumların ayarlanması; orada insanın yaratılmasından önce tarihin her devrinde insanın sadece günlük ihtiyaçlarını değil, ilim ve medeniyet yolunda ilerlerken ihtiyaç duyacağı bütün malzemelerin yaratılması; yine orada ibretle dolaşanların görebilecekleri gibi iyilik yapanlarla yapmayanların, takvâ sahibi olanlarla olmayanların, inananlarla inanmayanların akıbetlerindeki farkı gösterecek çok sayıda delillerin bulunması. Bunlar gibi sayısız işaretler, kalbî hususiyetlerini kaybetmemiş, gözü gören, kulağı duyan ve aklı çalışan herkesin gerçekleri idrakine; yakînî bir bilgi ve imana ulaşmasına yardımcı olacaktır.

        İnsanın kendi varlığı ve iç dünyasındaki deliller:

İnsanı ancak mikroskopla görülebilecek derecede küçücük nutfeleri birleştirerek yaratması; sağlam bir karargâh ve karanlık bir köşede besleyerek kademe kademe geliştirmesi; ona emsalsiz güzellikte bir vücut ve hayrete düşüren kabiliyetlerle dolu bir can vermesi; yaratılışını kemale erdirir erdirmez onu anne karnının dar ve karanlık dünyasından çıkararak bu geniş dünyaya ihtişamla getirmesi; çok kuvvetli ve kendi kendine çalışan bir makinayı içine koyması bu delillerden bir kaçıdır. Öyle ki doğduğu günden gençlik ve ihtiyarlığına kadar nefes alma, gıdaları hazmetme, kan yapma ve bütün damarlarda onu dolaştırma, artıkları dışarı çıkarma, vücudun eskimiş parçaları yerine yenilerini hazırlama, içerden veya dışardan gelen yıkımlara karşı koyup verdikleri zararları tamir etme, hatta yorulduktan sonra onu dinlendirmek için uyutmaya varıncaya kadar bütün işleri kendi kendine yapmayı sağlamıştır. Son derece dikkat çekici bir beyin, kafatası içine konulmuş, kıvrım kıvrım derinliklerine de akıl, fikir, düşünce, şuur, mantık, irade, hafıza, istek, arzu ve duygular, eğilimler ve diğer zihni güçlerin paha biçilmez servetleriyle doldurulmuştur. Ona pek çok bilgi edinme vasıtaları verilmiş; göz, kulak, burun ve bütün vücudu kaplayan deri, her çeşit bilgiyi ona ulaştırmaktadır. Yine ona dil ve anlatma gücünü vermiş, bununla insan içinden geçirdiklerini anlatma imkânı bulabilmektedir. İnsanın varlığında saymakla bitmeyecek daha nice deliller vardır. Dikkatlice bakıp düşünenler bunları kolaylıkla görebilecek ve kendilerini yaratan Rabbin kudret ve azametini anlayabileceklerdir. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, V, 506)

Şâir ne güzel söyler:

“Zâtım benim ey zâtına hüccet olan Allah!

Ey varlığı varlık ile müspet olan Allah!” (İsmâil Safâ)

        Gökyüzündeki deliller:

Rızkımızın esas sebeplerinden biri olan yağmur gökten yağmakta; ışık ve ısısıyla hayatın kaynağı kılınan güneş de gökte bulunmaktadır. Suçluların tehdit edildikleri azapların bir kısmı gökten indiği gibi, mü’minlere va‘dedilen cennetler de yine göklerde bulunmaktadır.

Şâir der ki:

“Cihân-ârâ cihân içindedir arayı bimezler

Şu mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.” (Bahrî)

“Cihânı süsleyen Allah ilim, kudret ve yaratmasıyla yine bu cihânın içindedir. Yani Allah her varlıkta tecellî etmektedir. Fakat herkes bunun farkında değildir ve Allah’ın tecellilerini aramayı bilmez. Nitekim denizdeki balıklar da denizin ne olduğundan, hatta onun varlığından bile haberdâr değildir.”

Bütün bu deliller göstermektedir ki, biz kendi aramızda nasıl konuşuyorsak, konuşmamız bir gerçek ise, konuşamaz olduğumuzu kimsenin iddia etme imkânı yoksa, aynı şekilde gökleri ve yeri yaratan Cenâb-ı Hakk’ın indirdiği Kur’an ve gönderdiği Peygamberimiz (s.a.s.) vasıtasıyla haber verdiği şekilde âhiret olacağı ve herkesin hayır ya da şer yaptığının karşılığını göreceği kesin bir gerçektir.

İşte Kur’an’ın anlattığı ibret verici gerçeklerden biri:

  1. Rasûlüm! İbrâhim’in o şerefli misâfirlerinin haberi sana geldi mi?

Hz. İbrâhim’e insan şeklinde gelen misafirler, Lût kavmini helak etmek üzere vazifelendirilmiş meleklerdi. Gelip İbrâhim (a.s.)’a selam verdiler. İbrâhim (a.s.) da selamlarına karşılık verdi. Hz. İbrâhim çok misafir ağırlamıştı. Gelene gidene ikram etmişti. Fakat bunlar daha önce hiç tanımadığı cinsten, görülmedik acayip bir topluluk idi. Onların farklı bir maksatla geldiklerini hisseder gibi olmuştu. Misafirlere sezdirmeksizin önce yemek tedariki için ailesine koştu. Çok geçmeden kızartılmış, kebap yapılmış semiz bir buzağı getirdi. (bk. Hud 11/69) Hemen onu yakınlarına koyup: “Buyurmaz mısınız?” dedi. Yemeğe el uzatmadıklarını görünce onlardan işkillendi. (bk. Hud 11/70) Gönlüne derinden bir korku çöktü. Çünkü ikram edilen şeyi almamak, belki bir düşmanlığın ve art niyetin işareti olabilirdi. Onların melek olduklarını sezip, onların azap için gelmiş olmaları ihtimalini hatırına getirerek korkmuş olma ihtimali de vardır. Melekler onun korktuğunu anlayınca, korkmasına gerek olmadığını bildirip teselli ettiler. Onu bülüğ çağına erişince âlim olacak ve kendisine peygamberlik verilecek bir oğlan çocuğuyla müjdelediler. Bu çocuk Hûd sûresi 71. âyette belirtildiği üzere Hz. İshâk’tır. Saffat sûresi 101. âyette müjdelenen akıllı uslu oğul ise Hz. İsmâil’dir.

İbrâhim (a.s.)’ın misafirlerine karşı sergilediği bu davranışlardan, misafir karşılama adabıyla alakalı çok güzel edep kaideleri tespit edilmiştir:

  Misafiri güzel karşılama, önlerine kadar gitme ve bu iş için hazırlanmak.

  Gelen misafirin vereceği selama en güzel mukâbelede bulunmak.

  Misafire ikram edilecek yemeği hemen getirmek. Yemeği hazırlama ve getirme işini edebe uygun bir gizlilik içinde yapmak. Misafirin “yapma, etme, zahmete lüzum yok, eziyet olmasın” gibi sözler sarf etmesine fırsat vermemek.

  Misafirin rahat olması, ihtiyacını gidermesi için, ev sahibinin misafiri bir müddet kendi haline bırakması güzel karşılanmıştır. Çünkü misafirin, duyduğu utangaçlık sebebiyle ihtiyacını gidermede sıkıntı çekebilir.

  Misafir için ikramların en iyisini seçmek.

  Yemeği ikram etmek, fakat “Yiyin” diye ısrar etmemek.

  Misafirlerin yiyip içmelerinden derin bir haz duymak.

Hz. İbrâhim meleklerle konuşurken hanımı Sâre bir köşede bakıyordu:

  1. Bunlar insan suretinde onun yanına varmışlar ve selâm vermişlerdi. O da: “Size de selâm olsun! Galiba buralarda yabancı kimselersiniz” demişti.
  2. Hemen sezdirmeden âilesinin yanına geçti, çok geçmeden kızartılmış semiz bir dana kebâbı getirdi.
  3. Onu önlerine koyup: “Buyurmaz mısınız?” dedi.
  4. Yemeğe el uzatmadıklarını görünce, onlardan yana yüreğine gizli bir korku çöktü. Ama melekler: “Korkma!” dediler; sonra da ona büyük ilim sahibi olacak bir oğul müjdelediler.

Hz. İbrâhim’e insan şeklinde gelen misafirler, Lût kavmini helak etmek üzere vazifelendirilmiş meleklerdi. Gelip İbrâhim (a.s.)’a selam verdiler. İbrâhim (a.s.) da selamlarına karşılık verdi. Hz. İbrâhim çok misafir ağırlamıştı. Gelene gidene ikram etmişti. Fakat bunlar daha önce hiç tanımadığı cinsten, görülmedik acayip bir topluluk idi. Onların farklı bir maksatla geldiklerini hisseder gibi olmuştu. Misafirlere sezdirmeksizin önce yemek tedariki için ailesine koştu. Çok geçmeden kızartılmış, kebap yapılmış semiz bir buzağı getirdi. (bk. Hud 11/69) Hemen onu yakınlarına koyup: “Buyurmaz mısınız?” dedi. Yemeğe el uzatmadıklarını görünce onlardan işkillendi. (bk. Hud 11/70) Gönlüne derinden bir korku çöktü. Çünkü ikram edilen şeyi almamak, belki bir düşmanlığın ve art niyetin işareti olabilirdi. Onların melek olduklarını sezip, onların azap için gelmiş olmaları ihtimalini hatırına getirerek korkmuş olma ihtimali de vardır. Melekler onun korktuğunu anlayınca, korkmasına gerek olmadığını bildirip teselli ettiler. Onu bülüğ çağına erişince âlim olacak ve kendisine peygamberlik verilecek bir oğlan çocuğuyla müjdelediler. Bu çocuk Hûd sûresi 71. âyette belirtildiği üzere Hz. İshâk’tır. Saffat sûresi 101. âyette müjdelenen akıllı uslu oğul ise Hz. İsmâil’dir.

İbrâhim (a.s.)’ın misafirlerine karşı sergilediği bu davranışlardan, misafir karşılama adabıyla alakalı çok güzel edep kaideleri tespit edilmiştir:

  Misafiri güzel karşılama, önlerine kadar gitme ve bu iş için hazırlanmak.

  Gelen misafirin vereceği selama en güzel mukâbelede bulunmak.

  Misafire ikram edilecek yemeği hemen getirmek. Yemeği hazırlama ve getirme işini edebe uygun bir gizlilik içinde yapmak. Misafirin “yapma, etme, zahmete lüzum yok, eziyet olmasın” gibi sözler sarf etmesine fırsat vermemek.

  Misafirin rahat olması, ihtiyacını gidermesi için, ev sahibinin misafiri bir müddet kendi haline bırakması güzel karşılanmıştır. Çünkü misafirin, duyduğu utangaçlık sebebiyle ihtiyacını gidermede sıkıntı çekebilir.

  Misafir için ikramların en iyisini seçmek.

  Yemeği ikram etmek, fakat “Yiyin” diye ısrar etmemek.

  Misafirlerin yiyip içmelerinden derin bir haz duymak.

Hz. İbrâhim meleklerle konuşurken hanımı Sâre bir köşede bakıyordu:

  1. Bunun üzerine konuşmalara kulak misâfiri olan İbrâhim’in hanımı, çığlık atarak geldi. Taaccüpten yüzüne vurup: “Ben şimdiye kadar hiç çocuk doğurmamış bir koca karıyım! Benim nerden çocuğum olacak?” diyordu.
  2. Onlar: “Evet, Rabbin böyle buyurdu. Şüphesiz ki o, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır, her şeyi hakkıyla bilendir” dediler.

Sâre, meleklerin konuşmalarından müjdeyi işitince utandı, odasına gitmek içini yüzünü döndü. “Â...” diye içini çekerek bir çığlık kopardı da elini yüzüne çarptı. “İhtiyarlamış, bununla birlikte gençliğinde bile doğurmamış kısır bir koca karı hiç çocuk mu doğurur?” diyerek hayretini dile getirdi. Nitekim Hûd sûresinde: “Vay başıma gelene! Ben ihtiyar bir kadın, şu kocam da ihtiyar bir adamken, bu halimle çocuk mu doğuracağım? Doğrusu bu, gerçekten şaşılacak bir şey!” (Hûd 11/72) dediği haber verilir. Halbuki melekler bu müjdeyi kendilerinden değil, Allah’ın bir emri olarak vermişlerdi. Hüküm ve hikmet sahibi olan Allah Teâlâ, murad edince neler olmaz ki!...

Yine de Hz. İbrâhim’in talebi üzerine melekler gelişlerinin asıl sebebini açıkladılar:

  1. İbrâhim: “Gelişinizin asıl sebebi nedir, ey elçiler?” diye sordu.
  2. Şöyle cevap verdiler: “Biz, günahlara batmış inkârcı bir toplu­ma gönderildik.”
  3. “Üzerlerine pişirilmiş çamurdan taşlar yağdıracağız.”
  4. “Hiçbir sınır tanımayan ve Allah’ın verdiği kabiliyet ve imkânları boşa harcayan her bir kimse için Rabbinin katında özel olarak işaretlenmiş taşlar!”
  5. Bunun üzerine, Lût kavmini helâk etmeden önce orada bulunan bütün mü’minleri çıkardık.
  6. Zâten orada bir ev halkı dışında başka müslüman da bulama­dık.
  7. Neticede, geride kalan zâlimleri helâk ettik ve o can yakıcı azaptan korkanlar için orada ibret alınacak bir işaret bıraktık!

Azap için gelmiş olan melekler önce Lût kavminin yaşadığı memleketlerin altını üstüne getirecek (bk. Hûd 11/82), sonra da üzerlerine çamurdan iyice sertleştirilmiş taşlar yağdıracaklardı. Taşların hepsi Allah katında damgalanmış, işaretlenmiş, hangisinin, o günah ve fasıklıkta haddini aşmış azgınlardan kime ve ne şekilde isabet edeceği belirlenmişti.

Helak edilen Lût kavminden geriye bırakılan işaret hakkında şu izahlar yapılır:

  Kavmin helâki için indirilmiş birçok istifli taşlar.

  Bulundukları yerin yarılıp oradan çıkmış olan kokuşmuş siyah su; Lût Gölü.

  Bu hadisenin Kur’an’da zikredilmek sûretiyle kıyamete kadar dillere destan olacak bir ibret vesikası haline gelmesi.

İşte size insanın tahammül gücünü zorlayan diğer dehşetli ibret vesikaları:

  1. Mûsâ’nın kıssasında da alınacak ibretler vardır. Biz onu apaçık bir delille Firavun’a göndermiştik.
  2. Firavun ise var gücüyle ve bütün ordusuyla gerçeğe sırtını dönmüş ve: “Bu Mûsâ ya bir sihirbaz veya delinin biri!” demişti.
  3. Bunun üzerine biz de hem onu hem de ordularını kıskıvrak yakalayıp denizin dibine geçiriverdik. Firavun boğulurken yaptıklarına bin pişman kendini kınıyordu!

Hz. Mûsâ’nın getirdiği “apaçık delil”, asâ ve yed-i beyzâ başta olmak üzere Firavun’a gösterdiği mûcizelerdir. Firavun bu delillerin hiçbirine itibar etmediği, gücüne güvenerek hakikate sırt çevirdiği, üstelik onları getiren peygamberi “sihirbazlık” ve “delilik”le suçladığı için ordusuyla birlikte çok acı bir şekilde denizin dibine geçirilmiştir. Boğulurken de: “İsrâiloğulları’nın inandığından başka ilâh bulunmadığına kesinlikle inandım; artık ben de müslümanlardanım” (Yûnus 10/90) diyerek, Hz. Mûsâ’ya yaptığı düşmanlıklara pişman olmuş, kendini kınayarak büyük bir nedamet içinde helak olmuştur. Arkasından ona matem tutan, iyiliklerini överek ağıtlar yakan, ya da en azından, “Yazık oldu, böyle bir felaketin kurbanı olanlar ne iyi insanlardı” diyecek kimse bulunmadığı gibi, aksine onun ibret veren akıbetine bakarak herkes rahat bir nefes almış, huzur duymuş, her dil ona lanetler yağdırmıştı. Bu hadiseyi duyan herkes, “O zalim böyle bir âkıbete layıktı” diye sevinç çığlığı atmıştı. Bu hal Duhân suresinde “Onlara ne gök ağladı, ne de yer” (Duhan 44/29) ifadeleriyle haber verilmiştir. Şâirin:

“Baktım ki yalan saltanatım, satvetim, ordum,

Feryâd edip enkâzının üstünde oturdum” (Nihat Cemâl Bey) beyti, tam da Firavun ve onun gibilerin hazin âkibetlerini terennüm eder. İşte Hz. Muhammed (s.a.s.)’i inkâr eden, maddi gücüne güvenip ona düşmanlık yapan, ona sihirbaz ve deli diyen kâfirlerin âkıbeti de böyle olacaktır. (bk. A‘râf  7/103 vd; Yûnus 10/75-93; Kasas 28/31-42)

Bir başka ibret manzarası da şu:

  1. Âd kavminin helâkinde de ibretler vardır. Onların üzerine biz her şeyi kasıp kavuran ve köklerini kurutan o kasırgayı gönder­miştik.
  2. Öyle bir kasırga ki, uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kavurup kül gibi savuruyordu.

Âd kavmini helak eden kasırga burada, çocuğu olmayan kısır kadınlar için söylenen “akîm” kelimesiyle sıfatlanmıştır. Aslında bunun kelime mânası “kuru” demektir. Buna göre “değdiği şeyi kavuran, kurutup bırakan sert ve kuru rüzgar” anlamındadır. Ancak burada kullanıldığı mâna göz önüne alınırsa, “kısır kadın gibi hiçbir fayda sağlamayan, geçip gittikten sonra hiçbir faydalı iz bırakmayan rüzgâr” anlamını taşır. Böyle bir rüzgâr ne yumuşak olur, ne yağmur getirir, ne ağaçların meyvelerine faydalıdır, ne de havanın esmesi ile beklenilen faydalardan birini sağlar. Hem burada, hem de konuya yer veren diğer âyetlerde bildirildiğine göre bu rüzgâr sadece hayırsız ve kuru bir rüzgâr olmayıp, son derece şiddetli kasırga şeklinde insanları kaldırıp kaldırıp yerlere çalan, uğradığı her şeyi kül gibi yapıp savuran bir afet şeklinde idi. Sekiz gün, yedi gece boyunca sürekli esmiş, Ad kavminin bütün yurdunun altını üstüne getirmişti. (bk. Fussılet 41/15-16; Ahkâf 45/24-25; Hâkka 69/6-8)

Bir de Semûd kavminin haline bakın:

  1. Semûd kavminde de ibretler vardır. Onlara: “Bir müddet daha dünya nimetlerinden faydalanın, bakalım” denmişti.
  2. Ama Rablerinin emrine karşı geldiler. Bunun üzerine dehşet içinde bakınıp dururlarken korkunç bir yıldırım onları çarpıverdi.
  3. Artık bir daha ne ayağa kalkabildiler, ne de kimseden yardım alabildiler!
  4. Daha önce de Nûh kavmini helâk etmiştik. Çünkü onlar Allah’ın yolundan iyice çıkmış bir toplum hâline gelmişlerdi.

Semûd kavmine bir süre mühlet tanınmış, fakat onlar bu müddet içinde tevbe edip doğru yola gelecek yerde, Rablerinin emrine isyanı sürdürmüşlerdi. Bu yüzden korkunç bir yıldırımla helak edildiler. (bk. A‘râf  7/73-79; Hûd 11/61-68)ûd Allah’a isyan ve peygamberine düşmanlıkta iyice yoldan çıkmış olan Nûh kavmi de böyle acı bir şekilde helak edilmişti. (bk. A‘râf  7/59-64; Yûnus 10/71-74; Hûd 11/25-49) O halde bunlardan ibret alıp Cenâb-ı Hakk’ın verdiği mühleti, ona isyan yolunda değil, küfür ve günahlardan kurtulma yolunda değerlendirmek gerekir. Değilse azap indiği zaman yapılacak bir şey kalmaz.

Şimdi de dikkatlerinizi tarihin bahsi geçen ibretli sayfalarından çekip göklerde ve yerde sergilenen muhteşem ilâhî kudret tecellilerine ve azamet delillerine çevirin:

  1. Biz göğü kudret elimizle sapasağlam binâ ettik. Gerçekten biz, çok büyük bir kudret ve hâkimiyet sahibiyiz.

Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinin tecellilerini gösteren tarihî misallerden sonra burada aynı hususa delâlet eden ve Cenâb-ı Hakk’ın ölüleri diriltmeye de elbette kâdir olduğunu gösteren üç kevnî delile yer verilir:

        Göklerin yaratılması:

Allah Teâlâ gökleri büyük bir kuvvet ve kudretle binâ etmiştir. Bu bakımdan orada yaratıcının kemal derecesinde her şeye kadir olduğunu gösteren belgeler bulunmaktadır. Burada kullanılan مُوسِعُونَ (mûsi‘ûn) kelimesinde iki mâna vardır. Birincisi “güç ve kudret sahibi” demektir. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Bu gökyüzünü, birinin yardımı ile değil, kendi gücümüzle yarattık. Onun yaratılması bizim gücümüzün üstünde bir şey değildir. Buna rağmen siz nasıl olur da, bizim sizi tekrar yaratamayacağımızı düşünebilirsiniz?” İkincisi ise “genişleten” demektir. Buna göre de mâna şöyle olur: “Bu büyük kâinatı biz sadece bir kere yaratıp bırakmadık, aksine o kâinatta sürekli genişletme yapıyoruz. Her an o kâinat içinde yaratmamızın yepyeni, dehşete düşüren gelişmeleri olmaktadır. Böyle güçlü ve muazzam yaratıcının şahsını, yeniden yaratma konusunda siz nasıl aciz sanabilirsiniz?”

        Yeryüzünün yayılıp döşenmesi:

İnsanların ve diğer canlıların yaşayabilmesi için yeryüzünde yapılan düzenleme akıllara hayranlık verecek derecede kudret tecellileriyle doludur.

        Her şeyin çift çift yaratılması:

Teklik yalnız Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. O’nun dışında canlı cansız bütün varlıklar çift olarak yaratılmıştır. (bk. Ra‘d 13/3; Yâsîn 36/36) Evrende her şeyin eşi olduğu, ancak onunla bir anlam kazanıp sonuç verdiği gibi, bu aynı zamanda dünya hayatının bir eşi olarak âhiretin varlığının da zaruri olduğunu ortaya koyar. Çünkü ağaçlar eşleşmeden meyve vermediği gibi, âhiretle eşleşmeyen dünya hayatı da meyvesiz ve mânasız kalır.

Bu delillerin beyân edilmesinden maksat şudur: Bunları yaratan Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak göndermiş ve onun vasıtasıyla insanları tevhide ve yalnızca kendine kulluğa davet etmektedir. O halde şirki terk edip tevhide, putlara kulluğu bırakıp Allah’a kulluğa, küfrü bırakıp imana, sapıklığı bırakıp hidâyete, şeytana itaatten Rahman’a itaate, cehaletten ilme, günahlardan tevbeye, nefislerin tasallutundan kurtulup Allah’a koşmak; Allah Teâlâ’nın kulluğu ve zikrinde müstağrak olmak gerekir. Değilse Fuzûlî’nin:

“Kim ki Allah’tan ibâ eyler

Başka dergâha ilticâ eyler.”

“Allah’tan, Allah’a kulluktan, O’na doğru koşmaktan yüzçeviren kimse, kesinlikle Allah’ın dergâhını bırakıp başka bir dergâha sığınmış olur” beytinde bahsettiği büyük tehlikeye düşmüş olur.

Ebussuud b. Ebulaşâir (k.s.) Allah’a yakın kul olabilmenin temel esasları olarak şunları söyler:

  “Tam bir kalp huzuru ile dili Allah Teâlâ’yı zikirle meşgul etmek.

  Kalbi Hakk’ın murakabesine, yakınlık duygusuna çekmek. Hatta biraz da zorlayarak…

  Allah rızâsı için nefsin boş arzularıyla mücadele etmek.

  Hakk’a tam kulluk edilmesi için temiz lokma yemek. Yani helâl lokma. Zira helâl lokma esastır. Duygular onunla temizlenir, kalp onunla sâfiyetini bulur.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 586)

Peygamber (s.a.s.)’in tebliğ ettiği dinin esas mesajı budur. Ama ne çare ki insanlar, kendileri için rahmet olarak gönderilen bu mesajların kıymetini bilememişlerdir:

  1. Yeryüzünü de biz yayıp döşedik. Doğrusu biz ne güzel döşeyicileriz!
  2. Her şeyi çift yarattık; umulur ki düşünüp öğüt alırsınız.
  3. De ki: “O halde Allah’a koşun! Şüphesiz ben, O’nun tarafından size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım.”
  4. “Allah’tan başka bir ilâh daha edinmeyin. Ben, O’nun tarafından size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım.”

Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinin tecellilerini gösteren tarihî misallerden sonra burada aynı hususa delâlet eden ve Cenâb-ı Hakk’ın ölüleri diriltmeye de elbette kâdir olduğunu gösteren üç kevnî delile yer verilir:

        Göklerin yaratılması:

Allah Teâlâ gökleri büyük bir kuvvet ve kudretle binâ etmiştir. Bu bakımdan orada yaratıcının kemal derecesinde her şeye kadir olduğunu gösteren belgeler bulunmaktadır. Burada kullanılan مُوسِعُونَ (mûsi‘ûn) kelimesinde iki mâna vardır. Birincisi “güç ve kudret sahibi” demektir. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Bu gökyüzünü, birinin yardımı ile değil, kendi gücümüzle yarattık. Onun yaratılması bizim gücümüzün üstünde bir şey değildir. Buna rağmen siz nasıl olur da, bizim sizi tekrar yaratamayacağımızı düşünebilirsiniz?” İkincisi ise “genişleten” demektir. Buna göre de mâna şöyle olur: “Bu büyük kâinatı biz sadece bir kere yaratıp bırakmadık, aksine o kâinatta sürekli genişletme yapıyoruz. Her an o kâinat içinde yaratmamızın yepyeni, dehşete düşüren gelişmeleri olmaktadır. Böyle güçlü ve muazzam yaratıcının şahsını, yeniden yaratma konusunda siz nasıl aciz sanabilirsiniz?”

        Yeryüzünün yayılıp döşenmesi:

İnsanların ve diğer canlıların yaşayabilmesi için yeryüzünde yapılan düzenleme akıllara hayranlık verecek derecede kudret tecellileriyle doludur.

        Her şeyin çift çift yaratılması:

Teklik yalnız Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. O’nun dışında canlı cansız bütün varlıklar çift olarak yaratılmıştır. (bk. Ra‘d 13/3; Yâsîn 36/36) Evrende her şeyin eşi olduğu, ancak onunla bir anlam kazanıp sonuç verdiği gibi, bu aynı zamanda dünya hayatının bir eşi olarak âhiretin varlığının da zaruri olduğunu ortaya koyar. Çünkü ağaçlar eşleşmeden meyve vermediği gibi, âhiretle eşleşmeyen dünya hayatı da meyvesiz ve mânasız kalır.

Bu delillerin beyân edilmesinden maksat şudur: Bunları yaratan Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak göndermiş ve onun vasıtasıyla insanları tevhide ve yalnızca kendine kulluğa davet etmektedir. O halde şirki terk edip tevhide, putlara kulluğu bırakıp Allah’a kulluğa, küfrü bırakıp imana, sapıklığı bırakıp hidâyete, şeytana itaatten Rahman’a itaate, cehaletten ilme, günahlardan tevbeye, nefislerin tasallutundan kurtulup Allah’a koşmak; Allah Teâlâ’nın kulluğu ve zikrinde müstağrak olmak gerekir. Değilse Fuzûlî’nin:

“Kim ki Allah’tan ibâ eyler

Başka dergâha ilticâ eyler.”

“Allah’tan, Allah’a kulluktan, O’na doğru koşmaktan yüzçeviren kimse, kesinlikle Allah’ın dergâhını bırakıp başka bir dergâha sığınmış olur” beytinde bahsettiği büyük tehlikeye düşmüş olur.

Ebussuud b. Ebulaşâir (k.s.) Allah’a yakın kul olabilmenin temel esasları olarak şunları söyler:

  “Tam bir kalp huzuru ile dili Allah Teâlâ’yı zikirle meşgul etmek.

  Kalbi Hakk’ın murakabesine, yakınlık duygusuna çekmek. Hatta biraz da zorlayarak…

  Allah rızâsı için nefsin boş arzularıyla mücadele etmek.

  Hakk’a tam kulluk edilmesi için temiz lokma yemek. Yani helâl lokma. Zira helâl lokma esastır. Duygular onunla temizlenir, kalp onunla sâfiyetini bulur.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 586)

Peygamber (s.a.s.)’in tebliğ ettiği dinin esas mesajı budur. Ama ne çare ki insanlar, kendileri için rahmet olarak gönderilen bu mesajların kıymetini bilememişlerdir:

  1. Şimdi olduğu gibi, bunlardan öncekilere de ne zaman bir peygamber geldiyse, mutlaka onun için: “Bu, ya bir sihirbaz veya delinin biri” demişlerdi.
  2. Yoksa onlar peygamberleri yalanlamayı nesilden nesile birbir­lerine tavsiye mi ettiler? Hayır! Onların hepsi haddi aşan azgınlar topluluğuydu da onun için böyle yapıyorlardı.
  3. Sen onlarla tartışmaktan vazgeç; bu yüzden kınanacak da değil­sin.
  4. Bununla beraber yine de gerçekleri hatırlatıp öğüt vermeye devam et. Çünkü öğüt mü’minlere ve iman edecek olanlara fayda verir.

Peygamberlerine “sihirbaz” veya “deli” diyen toplumlar, her ne kadar böyle demeyi nesilden nesle birbirine tavsiye etmemişlerse de, hepsi aynı şeyi söylemişlerdir. Çünkü hepsinin ortak bir özelliği vardır: O da, gerçekten haddi aşan azgın bir topluluk olmalarıdır. Cenâb-ı Hak onlara nimetler vermiş, zengin olmuşlar, böylece Allah’ı unutup azmışlar ve peygamberlerini yalanlamışlardı. Hakk’a karşı azgınlık etmekte görüş ve davranış birliği içinde oldukları için, onun gereği olan sözleri de birbirlerine benzemektedir.

Bunların bu azgın tavırları karşısında Resûlullah  (s.a.s.) teselli edilmekte; söz dinlemeyecek olanlardan yüz çevirmesi istenip, bu yüzden kınanmayacağı bildirilmektedir. Bununla birlikte söz anlayacak olanlara da tebliğ ve davetine, öğüt ve irşadına devam etmesi emredilmektedir. Çünkü öğütler mü’minlere ve inanmaya gönlü olanlara fayda verir. Bu öğütler:

  • İman etmiş olanların imanlarının kuvvetlenmesine,
  • Vazifelerini unutmamalarına, gaflete düşmemelerine,
  • Bilmediklerini öğrenmelerine,
  • İmânî halavet ve neşelerinin artmasına,
  • Hatta iman etme meyli taşıyanların imana gelmesine sebep olur. Zira:
  1. Ben cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp bana kulluk etsinler diye yarattım.
  2. Ben onlardan herhangi bir rızık istemiyorum; beni doyurma­larını da istemiyorum.
  3. Muhakkak ki Allah, evet O, bütün rızıkları veren, sonsuz kudret ve sarsılmaz kuvvet sahibi olandır.

Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti, Cenâb-ı Hakk’ı tanıyıp ona kulluk etmektir. Onlar, kendilerini yarattığı için Allah’a kulluk etmelidirler. Çünkü tek yaratıcı olması sebebiyle ibâdet edilme hakkı da yalnızca Allah’a aittir. Bunun dışında başka şeylerle tüketilen ömürler ve yapılan ameller zayi edilmiş olur. Bunun bir de vebâli ve azabı olacaktır. “Bana ibâdet etsinler” ifadesi “beni tanısınlar” şeklinde de tefsir edilmiştir. Bunun mânası ise “Beni ma’bud bilsinler; beni kalpte tanıyarak mârifetullâha ersinler” demektir. Gerçek şu ki, Allah’ı tanıyıp bilmeden O’na gerçek bir kulluk yapılamaz. Nitekim ashâb-ı kirâm, Resûlullah (s.a.s.)’e:

“−Yâ Rasûlallah! Amellerin hangisi daha faziletlidir?” diye sordular. O da:

“−Allah’ı bilmektir!” buyurdu.

“−Hangi amel mertebeyi artırır?” diye sordular. Yine:

“−Allah’ı bilmek!” buyurdu. Bunun üzerine:

“−Yâ Rasûlallah! Biz amelden soruyoruz, Siz ilimden cevap veriyorsunuz!” dediklerinde Resûlullah (s.a.s):

“−Allah’ı bilerek yapılan az amel bile fayda verir. Fakat cehâletle yapılan çok amel bile fayda sağlamaz!” buyurdular. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV, 688)

Mezheb imamı Ahmed b. Hanbel (r.h.)’ın sergilediği şu nezâketli davranış, Allah Teâlâ’yı tanımanın zahirî ilmin ötesinde daha derin bir mâna taşıdığını ifade eder:

Anlatıldığına göre Hazret, sık sık büyük velî Bişr-i Hafî (k.s.)’un yanına gider, onunla sohbet ederdi. Tam mânasıyla ona bağlanmıştı. Bir defasında talebeleri dediler ki:

“–Ey İmâm! Sen, Kur’ân ve sünnet ilimlerinde müctehid bir âlimsin. Buna rağmen böyle sıradan bir insanın yanına gidip gelmen sana yakışır mı?” Büyük İmâm şu cevâbı verdi:

“–Evet, saymış olduğunuz hususları ben ondan daha iyi bilirim. Ama o, Cenâb-ı Hakk’ı benden daha iyi bilmekte ve tanımaktadır.”

Şunu belirtmek gerekir ki, Allah’ın, kulların ibâdetine ihtiyacı yoktur. Onlardan bir rızık veya kendisini doyurmalarını istemediği gibi, onları rızıklandıran da Allah’tır. Dolayısıyla O’na ibâdet edip etmemeleri O’nun Ulûhiyetini ve Rubûbiyetini etkilemez. Fakat Allah’a ibâdet etmek, insanın fıtratının gereğidir. Çünkü insan Rabbine ibâdet etmek için yaratılmıştır ve fıtratının aksine davranması kendi zararınadır. Âyette geçen “ibâdet” kelimesi sadece namaz, oruç, hac vs. gibi belli bir niyet, şekil ve şartlar içinde yapılan ibâdetler mânasında değildir. Bu ifadenin tam anlamı, cin ve insanların Allah’tan başkasına tapmamaları, itaat etmemeleri, hiç kimseye boyun eğmeyip sadece Allah’ın huzurunda eğilmeleri, O’nun emirlerine itaat edip O’ndan korkmaları, sadece Allah’ın dininin kanunlarına uymaları, O’nun dışında hiç kimseden bir şey beklememeleri ve hiç kimsenin önünde dua etmek için el açmamaları demektir. Diğer bildiğimiz ibâdetler zaten bu tarifin içinde yer almaktadır. Ayrıca belirtmeye lüzum yoktur.

Yaratılış gayelerine uygun davranmayanları bakın nasıl bir son beklemektedir:

  1. Hiç şüphesiz, bugünkü zâlimler de, geçmişte helâk edilmiş yoldaşları gibi, zamanı gelince azaptan paylarına düşeni alacaklardır. O bakımdan azabın bir an önce gelmesini benden istemelerine hiç gerek yok!
  2. Madem öyle, tepelerine çökeceği bildirilen o acı günden dolayı kâfirlerin vay hâline!

Mekkeliler gibi küfür ve şirke saplanarak Resûlullah (s.a.s.)’i yalanlayanlara, önceden helak edilen toplumların başına gelen azap gelecektir. Öncekiler azaptan nasiplerini aldıkları gibi, bunlar da alacaklardır. Aynı şekilde günümüzde ve bundan böyle zulüm yolunu tutanlar için de, peygambere inanmayıp Allah’a kulluktan kaçan, şirk ve azgınlık ile kendilerini ebedî azaba sürükleyerek nefislerine yazık etmiş olan Mekke müşrikleri gibi, tepelerine inecek ilâhî azaptan bir payları olacaktır. Allah’a ve Peygamber’e isyanın cezası olarak bu böyle bir sünnetullâh hâlinde devam edecektir. Hiç acele etmelerine gerek yoktur; vakti saati gelince hepsi gerçekleşecektir. Bunların en fenâsı ise kıyamet ve âhiretle birlikte vuku bulacak olan ebedî azaptır. O gün kâfirler gerçekten acınacak ve perişan bir halde olacaklardır.

Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Hakkın Daveti Kur'an-ı Kerim Meali ve Tefsiri