Zat-ı Uluhiyet Ne Demektir?
Zat-ı uluhiyet nedir? “Allah göklerin ve yerin nurudur” ayetinde ne anlatılmak isteniyor?
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zât-ı üzerinde düşünmeyin. Zîrâ siz O’nun kadrini (O’na lâyık bir sûrette) aslâ takdîr edemezsiniz...” (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81) beyânı, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî mâhiyetini kavramanın mümkün olmadığını ifâde eder.
Zâten beşer idrâkini îman ve irfan iklîmine götürüp hidâyet nûruna vâsıl edecek olan Allah hakkındaki bilgiler de, Zât’ının mâhiyetine dâir değil, sıfatlarına dâirdir. Zîrâ Allah Teâlâ, zaman ve mekândan münezzehtir. İnsan idrâki ise, zaman ve mekânla şartlandığından onun mantığı, ancak maddî âlemden aldığı intibâlarla faâliyet gösterir. Bir şeyi kavrayabilmek için o şeyin görülebilen âlemde bir benzerinin ve bunun da zihinde bir intibâının olması lâzımdır. Allâh ise, yarattıklarına benzememe sıfatı ile muttasıftır (muhâlefetün li’l-havâdis). Bu, sonradan meydana gelmiş olan hiçbir şeye benzememeyi, onlardan mutlak bir sûrette farklı, üstün ve mükemmel olmayı ifâde eder. Bu mantıkî gerçek, kâinâta hâkim olan nizâmın mükemmelliğini idrâk etmenin bir netîcesidir. Böyle bir âlemi yaratmak kudretindeki ilk sebep, yâni Hâlık Teâlâ Hazretleri, -hâşâ- eseriyle aslâ mukâyese edilemez. O, bütün yaratılmışların üzerinde bir kemâl, azamet ve kudret sâhibidir. Böyle olması lâzım geldiği de, aklî ve mantıkî bir zarûrettir. Bu itibarla eşi ve benzeri bulunmayan Allâh’ın zâtî mâhiyeti hakkında fikir yürütmek, beşer için ne mümkün ne de doğrudur.
ALLAH GÖKLERİN VE YERİN NURUDUR
Yâni Allah Teâlâ hakkında bizim mükellefiyetimiz, sıfatlardan yola çıkarak Zât’ın var olduğunu idrâk ve kabul etmektir. Onun için Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere kendisi hakkında takdîm eylediği misâl ve îzahlar da bu mâhiyete göredir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ (yanan ışık) bulunan bir kandil yuvasına benzer. O çerağ, cam bir fânus içindedir. Cam fânus ise, sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır. (O çerağın) yakıtı, ne doğuda ne de batıda eşine rastlanmayan mübârek (bereketli, bitip tükenmeyen) bir zeytin ağacından alınmaktadır. Ve o ağacın yağı, (öyle arı-duru ve öyle parlaktır ki) neredeyse ateş değmese bile, ışık verecek. Nûr üstüne nûr! Allah dilediğini nûruna kavuşturur. Allah insanlara (anlayıp idrâk edebilsinler diye işte böyle) misâller veriyor. O, her şeyi bilir.” (en-Nûr, 35)
Dikkat edilirse âyet-i kerîmedeki temsille beşer idrâki, önce kavrayabileceği intibâlarla yoğruluyor, sonra da hayâl ve idrâk ötesi bir hakîkat ile o intibâlardan tecrid edilerek en öz ifadeyle “nûr üzerine nûr” deniliyor. Yâni O’nun nûru, temsilden zannedileceği gibi sınırlı birkaç çeşit nûr değil, birisi veya tamamı da değil, sınırsız olarak her nûrun üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi mümkün olmayan bir nûrdur. Fakat herkes hak delili göremez, Hakk’ın âyetlerini bilemez ve Hakk’ın isteğine eremez. Çünkü görüleni idrâk etmek, nûra bağlı olduğu kadar, görecek gözün var olmasına da bağlıdır. Çünkü gözle görülmeye müsâit olan her şey, nûrun bereketiyle gözü olan herkese âşikâr olurken âmâlara aslâ gözükmez. O hâlde varlık ve hakîkati gösteren nûr kadar, gören bir rûh da, müşâhede için vazgeçilmez bir rükün gibidir. Çünkü ancak gören ruh, idrâk edici ve anlayıcıdır.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk’ın, âyet-i kerîmede kendisini «Nûr» ile tavsif etmesi ve «Allah, göklerin ve yerin nûrudur.» buyurması, bütün âlemi yaratan, şu engin kâinâtı gösteren, gizli-açık sayısız hakîkatleri bildiren, gözleri ve gönülleri şenlendiren varlığın, ancak kendisi olduğunun bir ifâdesidir. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın o yüce nûru olmasaydı, hiçbir şey bilinmez, bulunmaz; hiçbir hakîkat sezilmez ve hiçbir neşe gönle dolmazdı.
Bu meyânda varlıkların tezâhür ve müşâhedesinin yegâne müessiri olan bütün nûrlar, o yüce nûrun bir tecellîsinden ibârettir. Dolayısıyla göklerdeki nûrların derecelerine, dünya âleminde de bir misâl vardır. Meselâ güneşin ışınları aya vurup oradan yeryüzünde bir evin içine girerek duvardaki bir aynaya düşse, sonra bundan diğer duvardaki bir aynaya aksetse, sonra ondan su dolu bir tasa düşse, daha sonra bundan evin tavanına yansısa, bunların en güçlüsü, ilk kaynak olan güneşteki, ikinci olarak aydaki, üçüncü olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki, beşinci olarak sudaki, altıncı olarak da tavandaki nûrdur. Ve hepsinde ilk çıkış noktasına yakın olan, uzak olandan daha güçlüdür. Göklerdeki diğer nûrların derecelenmesi de aynen bunun gibidir. Yâni istifâde edilen nûr, istifâde edenden daha kuvvetlidir. Ve bütün bu nûrlar, artarak ve güçlenerek en büyük ve sonsuz nûrda nihâyete erer ki, bu da Allah Teâlâ’nın nûrudur.
İNSAN GÖRMESİNİ SAĞLAYAN IŞIĞI FARK ETMEZ
Yâni her şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi, ancak göklerin ve yerin nûrlandırıcısı olan Allah Teâlâ’nın açığa çıkarması ve bildirmesiyledir. Zîrâ O’nun nûru olmadan varlığın ortaya çıkması ve görünmesi mümkün değildir. Ancak, gündüz ışığında baharın yeşilliğine bakan insan, gözüne görünen türlü türlü renkler karşısında:
“–Yeşillikten başka bir şey görmedim!” diyerek bahar ve yeşilliğe dalar da gerçekte onları görmesini sağlayan ışığı fark etmez. Hâlbuki gördüğü bütün renkleri ışık sâyesinde idrâk etmiştir. Bu durumda ışık, aslında âşikâr oluşunun şiddetinden dolayı gizli kalmıştır.
Bu gerçekten hareketle mârifet erbâbı şöyle buyurur:
“Cenâb-ı Allah, hakîkatte gâib değildir. Ancak bizim beşerî istîdat ve idrâkimiz açısından zuhûrunun şiddetinden gâibdir.”
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Zuhûru perde olmuştur zuhûra
Gözü olan delil ister mi nûra?
Diğer bir tâbirle, bir odada beş bin voltluk bir ışık yansa, insanın gözündeki istîdat, bu ışığın altında hiçbir şey görmeye güç yetiremez. Hâl böyleyken milyonlarca voltluk ışıktan da sonsuz mâhiyette üstün bir nûrun sâhibi olan Hak Teâlâ da elbette ki beşer idrâki açısından bir gâibdir. Bu nükteyi ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minler hakkında:
“Onlar ki gayba îman ederler...” (el-Bakara, 3) buyrulmuştur.
Fakat ehl-i basîret için bu öyle bir gaybdır ki, nûrunun tecellî şiddetiyle en belirgin varlıklardan daha zâhirdir. Şöyle ki:
Hava ile yaşıyor, fakat bizi çepeçevre kuşattığı hâlde onu göremiyoruz. Sadece teneffüs etmek sûretiyle hissediyoruz. Bunun için de onu göremediğimiz halde inkâr etmek bir tarafa, hayatî bir zarûret ile:
“Hava olmazsa yaşayamayız!” diyoruz.
Sudaki canlılar da bizim gibidir. Onlar da deryâ içinde suyun farkına varamazlar. Hâlbuki su, kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Bu demektir ki, bir varlık karşımızda, sağımızda, solumuzda veya diğer yönlerde olursa, onu idrâkimiz kavrayabilir. Ancak her tarafımızı çepeçevre kuşatınca, bütün cihet kayıtlarından sıyrılır ve varlığının zuhûru, idrâkimizin üzerine çıkar; böylece yönlerle kayıtlı olan gözlerimize gizli kalır. Bu böyle olmasaydı da meselâ hava gözlere âşikâr olsaydı, hayat yaşanmaz olurdu. Zîrâ sisli bir havada diğer varlıkların tamamı görünmez hâle gelirdi. Yâni bizi çepeçevre kuşatan bir varlığın görünmesi, diğer varlıkların görünmemesine sebeptir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hak bu âlemde gözlere gizli kalmıştır. Eğer zâhir olsaydı, insanlar hem O’nun cemâlinin güzelliğinden, hem de kendilerini çepeçevre kuşatmış olmasından dolayı başka hiçbir şey göremezlerdi ve tabiî o zaman dünyâ hayatı diye bir şey olmazdı.
CENAB-I HAK HEM EN GİZLİDİR HEM EN AŞİKARDIR
O hâlde müteâl, yâni hayâl ve idrâk ötesi bir varlık olan Cenâb-ı Hak, hem en gizli, hem de en âşikârdır. Daha doğrusu zât olarak gizli, tecellî olarak âşikârdır.
Âşikârdır; çünkü bütün varlıklar, O’nun Zât’ının nûrundan peydâ olur.
Gizlidir; çünkü gözlerin, O’nun nûruna bakmaya gücü yetmez...
Âşikârdır; O’ndan gayri ne varsa, ancak O’nun sıfatlarıyla tecellî eder.
Gizlidir; eşi benzeri olmadığı için... Çünkü insanın bilgisi, umûmiyetle eşyâyı zıddıyla tanımaktan geçer. Bu sebeple hiç zıddı olmayan ve aslâ değişmeyenin gizli kalması da gâyet tabiîdir.
Böyle bir varlığı idrâk husûsunda mahlûkâttan şuur sâhibi hiçbir varlık, elbette ki kâfî bir kabiliyete sahip değildir. Bu sebepledir ki îman, O’nun Zât’ının hakîkatine vukûfiyet değil, varlığını kabulden ibârettir. Çünkü var olup olmama keyfiyeti başka, var olan bir şeyin mâhiyeti hakkındaki hüküm, başka bir şeydir.
Bu bakımdan Cenâb-ı Hak, Zât-ı ulûhiyyetinin sâdece var olup olmama keyfiyetini kavraması için insanı, akıl nîmetiyle techîz etmiştir. Ayrıca müşâhede edilebilen âlemi de sıfat tecellîleriyle doldurarak onlarla eserden müessire intikal etme imkânını sunmuştur. Aşağıdaki misâl bu gerçeği ne güzel aksettirir:
Evliyâullâhın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri, birgün pek çok kimsenin telaş ve merak içerisinde bir yere doğru koştuğunu gördü. Onlara:
“–Böyle telaş ve heyecan ile nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.
Onlar da:
“–Falan yerden bir âlim gelmiş! Allah Teâlâ’nın varlık ve birliğini binbir delîlle îzâh ediyormuş! Onun bu delil ve îzahlarından istifâdeye gidiyoruz. İstersen sen de buyur!” dediler.
Bunun üzerine Cüneyd Hazretleri, buruk bir tebessümle onlara bakarak şöyle dedi:
“–Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalbler için kâinatta sayısız ilâhî şehâdet terennümleri ve deliller var. Bizzat Cenâb-ı Hakk’ın, kendisi hakkında nice şehâdeti var. Ey ahâlî! Bütün bunlara rağmen şüphesi olan varsa, buyursun gitsin! Bizim gönlümüzde gümânın (şüphenin) kırıntısı dahî yoktur.”
Kısacası gören gözler için Cenâb-ı Hak, âlemin özü olan insanda, sözsüz bir Kur’ân olan kâinatta ve sözlü bir kâinât olan Kur’ân’da sayısız ilâhî sıfat tecellîleri bahşetmiştir. Ayrıca bunlardan istifade husûsunda yardımcı ve yol gösterici olarak peygamberler göndermiştir. Peygamberler vâsıtasıyla da, görülen ve görülemeyen âlemlerin hakîkatlerini, belli ölçüde tıpkı Kur’ân-ı Kerîm’de müşâhede edilmekte olduğu gibi, beşerin idrâk seviyesine uygun bir şekilde “kelâm” sûretinde lutfetmiştir.
ALLAH HAKKINDA
Dolayısıyla kelâmın imkânları içerisinde Allah hakkında öz olarak şunları söyleyebiliriz:
Hakîkatte Mutlak Varlık, hiçbir kayıtla kayıtlanamaz; O’nun kendisini vasıflandırması dışında hiçbir sıfatla tavsif edilemez. Hatta O’na bizim sınırlı olan idrâkimiz ile “mutlak” dememiz bile O’nu kayıtlamaktır; fakat anlatabilmek için böyle söylemek gerekmektedir. Yoksa insanın hatırına her ne gelirse gelsin, Allah, ondan başkadır.
Böyle bir sübhân olan Mutlak Varlık’ın sıfatlarını izhâr etmesi ise, Zât’ının gereğidir. Tıpkı parlak bir kandilin ışıklarını yansıtması gibi... Bütün varlıklar, Mutlak Varlık’ın bilgisinde mücmel olarak sâbit olur ki, kâinât bu hakîkatin bir tezâhürüdür. Şehâdet âlemi dediğimiz bu âlemdeki varlıklar, izâfî olarak mevcuttur; kendi varlıkları bakımından hiçbiri var olamaz. Mutlak Varlık’ın sıfatlarının; eserlerinin, hükümlerinin, kudretinin, yaratıcılığının mazharları olmak itibâriyle mevcut sayılırlar. Zât-ı ulûhiyyet, bütün varlıklarda yaratıcılığını, kudretini, hikmetini, tedbirini, tasarrufunu, sıfatlarını izhâr etmekle beraber varlık âlemi, hiçbir vakit Zât’ın zuhûru da değildir. Yâni varlık âlemi, Zât’ın değil sıfatların zuhûrudur.
Dolayısıyla Zât, her şeyden mukaddes ve münezzehtir. Güneş olmazsa ışığı olamaz; fakat güneşin ışığı, güneşten ayrı bir varlığa sahip olmamakla beraber güneş değildir. Her şeyi O bilmek ve tanımak; kâinâtı, varlık âlemini ilâh kabul etmektir ki bu, “Bir”i “her” olarak düşünen maddeciliğe yol açar. Eflatun’un ortaya attığı panteizm denilen inanç, işte bu vahim ve yanlış saplantıdan kaynaklanmıştır. Bazıları Vahdet-i Vücûd’u da bu inanç sistemi içine çekmek istemiş ve o sistem içinde kabul etmişse de gerçek sûfîler, böyle bir sapık inancı dâimâ reddetmişlerdir. Çünkü her şeyi, O’nun varlığıyla var olmuş bilmekle beraber, Zât’ı her şeyden tenzih, gerçek Vahdet-i Vücûd[1] inancıdır. Yâni kâinât, Hakk’ın sıfatlarının mazharlarıdır; fakat Zât’ı, kâinât değildir. Zîrâ yaratıcı, aslâ yaratılmış şeklinde zuhûr etmez. Bunun zıddı bir kanâate sahip olmak, apaçık küfürdür. Çünkü Cenâb-ı Hak, muhâlefetün li’l-havâdistir. Yâni eşi ve benzeri yoktur, yaratılmışların hiçbirine benzemez. Dolayısıyla O, her türlü antropomorfik (beşerî) sıfatlarla tavsiften münezzehtir. Bu hakîkatten uzaklaşarak yahûdîlerin Üzeyr -aleyhisselâm-’a, hristiyanların da Îsâ -aleyhisselâm-’a -hâşâ- Allâh’ın oğlu diyecek kadar ileri gittikleri mâlûmdur. İnsanoğlunun kendi hayâl iklîminde üretip sonra da inanmaya kalktığı bütün bu dalâlet tezâhürlerine ilâhî bir cevap olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Onlar (müşrikler ve münkirler) Allâh’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.” (ez-Zümer, 67)
Bu itibarla İslâm inancının temelini teşkîl eden kelime-i tevhîd, hakîkatte «lâ ilâhe» lafzı ile gönülden bütün yanlış inanç ve ilâh telâkkîlerini kaldırmak, yerine «illâllâh» ifâdesi ile en doğru, yâni Cenâb-ı Hakk’ın kabul buyurduğu müteâl bir Allah anlayış ve inancını yerleştirmektir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur; O, dâimî diri ve (her şeyin kendisiyle var olduğu bir) Kayyûm’dur. Kendisine ne bir uyuklama ne de bir uyku gelir. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur...” (el-Bakara, 255)
“...O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (eş-Şûrâ, 11)
“(Ey Rasûlüm!) De ki: O Allâh birdir. Allah samed‘dir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.” (el-İhlâs, 1-4)
ALLAH’I BİLMEK VE ONA TESLİM OLMAK
Hâsılı bizim Zât husûsundaki idrâkimiz, ancak kendi âlemimizden alacağımız intibâ ve hikmetler çerçevesinde O’nu bilmek ve O’na teslîm olmaktır. Yâni kul, şu fânî âlemde ve fânî ölçüler içerisinde hangi hâl ve kabiliyete sahip olursa olsun, Zât’ı idrâk husûsunda âcizdir, âcizdir, âcizdir...
Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr Dağı’nda Cenâb-ı Hak’la konuşunca, bundan büyük bir mânevî lezzet duydu. Tattığı ilâhî tecellî ile kendisinden geçti. Dünyâda mı, âhirette mi olduğunu unutarak âdetâ zaman ve mekânın dışına çıktı. Büyük bir aşk, vecd ve istiğrâk içinde Allâh’ın yüce Zât’ını görmeye gönlünde şiddetli bir arzu uyandı ve Cenâb-ı Hak’tan bunu taleb etti. Allah Teâlâ da:
«Len terânî; Ben’i aslâ göremezsin!» buyurdu ve ona, dağa nazar etmesini, şâyet onu yerinde görebilirse, kendisini de müşâhede edebileceğini bildirdi. Rivâyetlere göre sayısız hicâbların arkasından Cenâb-ı Hak’tan bir nûr tecellîsi dağa aksetti. Dağ infilâk etti. Bu dehşetten Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı. Ayıldığında, haddi aştığı için Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ederek istiğfâr etti.[2]
İşte bu Kur’ânî hakîkat de, Zât-ı İlâhî’yi idrâkte beşerin mutlak bir acziyete mahkûm olduğunun açık bir delilidir.
Bununla birlikte hadîs-i şerîflerde bildirildiği üzere, mü’minler cennette Zât-ı İlâhî’yi, bu dünyâda ayın ondördünü gördükleri gibi müşâhede edeceklerdir. Bu gerçek ile yukarıda söylediğimiz hakîkat arasında bir tezat yoktur. Çünkü dünyadaki şartlar ile âhiretteki şartlar aynı değildir. Yâni mü’minlere, cennette Zât-ı İlâhî’yi müşâhedeyi mümkün kılacak farklı bir istîdat ve kabiliyet ihsân edilecektir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu dünyâ şartları içinde bırakılmayıp Cebrâil tarafından göğsünün yarılarak mânevî ameliyattan geçmesi, bir bakıma üstün vazîfeleri kaldırabilecek bir yapı ve kabiliyeti O’na kazandırmak içindi. Aksi hâlde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tâkati, normal bir beşerî yapı ile, ne bu vazîfelere ne de mîrâc gibi yüce bir tecellîye kâfî gelirdi...
Velhâsıl îmândan ihsâna yücelebilenler, işte bütün bu ilâhî sırlar ışığında hakîkat ve mârifete nâil olabilenlerdir. Böyle kullar, kâinâtın göz bebeği ve özü olurlar. Bunlar, gerçek insan-ı kâmildirler. Dâimâ ezel âlemini, yâni Mutlak Varlık’a vuslatı arar ve özlerler. Şu kayıtlar âlemine, bu izâfî varlık âlemine düşmüş olmak, onlar için âdetâ bir gurbettir. Ama onlar, bu âlemde kendi fânî varlığından sıyrılmış, Hak varlığıyla var olduklarını bilmiş ve irâdelerini Hakk’ın irâdesine teslîm etmişlerdir.
Dipnotlar:
[1] Vahdet-i Vücûd, Muhyiddîn ibn-i Arabî Hazretleri tarafından sistemleştirilmiş tasavvufî bir telâkkîdir. Bu hususta “Vahdet-i Şühûd” denilen diğer bir telâkkî daha vardır ki, bu da “Müceddid-i Elf-i Sânî” / “ikinci binin yenileyicisi” ünvanını almış olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne âittir. Bu iki görüş, aslında aynı şeyi farklı pencerelerden îzâhtan başka bir şey değildir. Yâni her ikisi de, Cenâb-ı Hakk’ın «Vücûd» sıfatının mâhiyeti ile görebildiğimiz âlemdeki vücud/varlık arasındaki farkı, kavrayış ve açıklayıştır. Bir farkla ki Vahdet-i Vücûd, tevhîdi hissetmek; Vahdet-i Şühûd ise tevhîdin tecellîlerini müşâhede etmektir. Esâsen bunlar birer hâl olup akılla yapılan felsefî yorumlarla karıştırılmamalıdır.
[2] Bkz. A’râf Sûresi, 143. âyet-i kerîme.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları
Kaynak: Prof. Dr. Mehmet Bulut, Delilleriyle İslam Akaidi, Erkam Yayınları
YORUMLAR