Zekât ve İnfâktaki Hikmetler
Zekât, sadaka ve infak, varlıklı insanların servetlerine aldanarak azgınlaşmasına ve muhtaçların zenginlere karşı kin ve haset gibi menfî duygulara kapılmasına mânî olur. Böylece ictimâî hayatı korur, fertleri birbirine kardeşlik ve muhabbetle bağlar. Zenginlerle fakirler arasındaki mesafeyi asgarîye indirir. Neticede fakirlerin sayısı yok denecek kadar azalarak, yoksulluk ve çaresizlik sebebiyle meydana gelen birçok tatsız hâdisenin önüne geçilmiş olur.
ZEKÂT TOPLUMUN KAYNAŞMASINI SAĞLAR
Zekâtın, toplumdaki farklı insanları nasıl birbirine kaynaştırdığını gösteren şu misâl, ne kadar câlib-i dikkattir:
Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- bir evin yanından geçiyordu. Kapının önünde yaşlı ve âmâ bir yoksulun dilendiğini gördü. Arkasından yaklaşıp koluna dokundu ve:
“–Sen ehl-i kitâbın hangi sınıfındansın?” diye sordu. Yaşlı zât, yahudî olduğunu söyledi. Hazret-i Ömer -radıyallahu anh-:
“–Seni bu hâle düşüren sebep nedir?” dedi. Âmâ yahudî:
“–Benden cizye alınması, bir de ihtiyaç sahibi ve yaşlı olmam beni bu hâllere düşürdü.” dedi.
Ömer -radıyallahu anh- âmâ yahudînin elinden tuttu ve onu kendi evine götürdü. Evinde bulabildiği bâzı şeyleri yahudîye verdi. Sonra Beytülmâl memurunu çağırdı ve ona şu tâlimâtı verdi:
“–Bu ve bunun gibi olanlara dikkat et! Allâh’a yemin ederim ki eğer biz gençliğinin verimli çağında ondan istifade edip de yaşlanıp çöktüğünde böyle sefil bırakırsak, hiç de insaflı davranmış olmayız…”
Bu hâdiseden sonra Hazret-i Ömer -radıyallahu anh-, o ve benzeri kimselerden cizyeyi kaldırdı.[1]
GAYR-İ MÜSLİMLER İNSANLIKTA EŞİMİZDİR
Gayr-i müslimler de, insanlıkta eşimizdir. Son nefes, herkes için meçhul olduğundan, bütün insanlara güzel muâmele etmek ve gayr-i müslimlere, ölmeden evvel îman edebilecekleri ümidiyle yaklaşmak zarûrîdir. Bu sebeple onlara da zekâttan değilse de sadakalardan pay ayrılabilir. Bu ikram ve ihsanlar da neticede onların hidâyetine vesîle olabilir. Bunun en bâriz misâlini yine Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatında müşâhede etmekteyiz:
Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, hicretin 7. senesinde Hayber Fethi’nden sonra kuraklık ve kıtlığa dûçâr olan Mekke halkına muhtelif yardım malzemeleri gönderdi. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı. Kendisi o zaman müşrik olduğu hâlde bu âlicenaplığa hayran kalarak:
“–Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti ifâde etti.[2]
Bu ve benzeri ihsanlar, Mekkelilerin kalbini yumuşatarak Fetih’te topluca müslüman olmalarını kolaylaştırdı.
ZEKÂT ZENGİNİN SERVETİNİ TEMZİLER
Osmanlı tarihinde de bu şekilde pekçok insanın hidayetine vesîle olunmuştur.
Diğer taraftan, zekât olarak alınan mülkiyet, kısım kısım, derece derece cemiyetin mağdurlarına intikâl ettirilir. Böylece toplumda muvâzene, adâlet ve ictimâî âhenk meydana gelir. Zenginin serveti temizlenerek sahibine bütünüyle helâl olur.
Dünyada eskiden beri zengin-fakir kavgası süregelmiştir. Ekseriyâ fakirler zenginlere karşı kin ve hasetle bakmış, zenginlerse fakirleri hor ve hakir görmüşlerdir. Bunun istisnâsı ise ancak zekâtın hakkıyla edâ edilebildiği devirlerde mümkün olmuştur. O zamanlarda zekât ve sadakalar büyük bir gizlilik ve nezâket içinde takdim edilirdi. Zira âyet-i kerîmede “...Sadakaları Allah alır!..” buyrulmaktadır. (et-Tevbe, 104) Bugün de zekât ibâdeti hakkıyla edâ edilse, toplumda fakir ve muzdarip insan yok denecek kadar azalır. Nitekim Halîfe Ömer bin Abdülazîz devrinde insanlar mallarının zekâtını getirir, ancak verecek kimse bulamazdı.[3] Ömer bin Abdülazîz, bir defasında zekât memurunu Afrika ülkelerine göndermişti. Memur, malları dağıtamadan geri getirdi. Çünkü zekât alacak kimse bulamamıştı. Bunun üzerine o da bu paralarla pek çok köle alıp âzâd etti.[4] Bu hâl, malın ve canın Hak Teâlâ için infâk edilmesinin bir mükâfâtıdır.
İşte İslâm, insanlığın maddî-mânevî yaralarını böylesine güzel bir muhtevâ içinde sarıp şifâ bahşederken, diğer sistemler bunu başaramamış, ya ifrata ya da tefrite düşmüşlerdir. Kimi başkasından bir şey istemeyi tamâmen yasak etmiş, kiminde de dilenmek alıp yürümüştür. İslâm ise, zekât ve infak yoluyla bu yaraya son derece hakîmâne bir edâ ile yaklaşmış ve en münâsip çâreyi sunmuştur.
KÖLELİĞİ ORTADAN KALDIRMANIN BİR YOLU DA ZEKÂT
Gerçekten zekât, İslâm’ın insanlığa kazandırdığı pek yüce kıymetlerden biridir. Bir zamanların acı gerçeklerinden biri olan kölelik zincirini insanın boynundan çıkarmanın yollarından biri de zekâttır. Zira zekât mallarının kullanılabileceği sekiz yerden biri de kölelerin hürriyete kavuşturulmasıdır.
Zekât ve infaktaki sırlardan bir diğeri de, ferdî sermâyenin dehhâmeleşmesine (anormal büyümesine) mânî olmaktır. Zekât ve infaklar, sermâyenin bir kanser hâline gelmesini engelleyen en güzel bir devâ ve çâredir.
ZEKÂT İLE HAYIR İŞLERİNE ÖNCÜLÜK EDİLİR
Yine zekât sâyesinde Allah yolunda gayret eden pek çok insana destek verilerek hayırlı işlerin yapılmasına öncülük edilir. Talebelerin okumasına yardımcı olunarak bu vesîle ile ilmin, Hakk’a kulluğa vesîle olarak kullanılması sağlanır.
Hâsılı, zekât veren toplumda huzur hâli teessüs eder. Gerek muhtelif İslâm toplumlarında, gerekse Osmanlı’da cemiyetin umûmî bir huzur hâlinde olduğunu görüyoruz. Osmanlı toplumu bu huzurla 620 sene ayakta kalmıştır.
Zekât verilmeyerek ictimâî dayanışma bozulduğunda, toplumda hırsızlık, lüks merâkı ve gösteriş gibi yanlışlıklar artar. Mâneviyattan uzaklaşıldıkça da nefsânî arzular azgınlaşır ve neticede bütün toplum huzursuz olur. Bu durumda sosyoloji ilminin bildirdiği kâideler de ancak satırlarda kalır.
Dipnotlar: [1] Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, Dâru’s-Salâh, ts., s. 259-260. [2] Ya’kûbî, Târîhu’l-Ya’kûbî, Beyrut 1992, II, 56. [3] Bkz. Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, VI, 493. [4] Bkz. M. S. Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 434.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Din İslâm, Erkam Yayınları