Zekât ve İnfâktaki Sırlar

Günümüzde zekât tam olarak verilse, toplumda fakir ve muzdarip insanların yok denecek kadar azalacağı âşikârdır.

ÖMER BİN ABDÜLAZİZ DEVRİNDE ZEKÂT VERİLECEK KİMSE BULUNAMADI

Nitekim Halife Ömer bin Abdülazîz devrinde vâlîler, “zekât verecek kimse bulamadıklarını” bildirerek, halîfeden ne yapacakları husûsunda kendilerine yol göstermesini istemişlerdir. Çünkü bütün imkân sâhipleri, zekât borçlarını tam olarak ödüyorlardı. Cemiyetteki bu hâl, mal ve canın Hak Teâlâ için gereği gibi infâk edilmesi netîcesinde yaşanan bereketin bir tezâhürüdür.

Yine Ömer bin Abdülaziz’in tellâllar tutarak ahâlîye:

“−Nerede borçlular! Muhtaçlar, yetimler, evlenmek isteyen fakirler, mazlumlar nerede! Ey hak ve ihtiyaç sâhipleri! Geliniz ve haklarınızı alınız!..” diye nidâ ettirmesi, eriştikleri seviyeyi gösteren pek câlib-i dikkat bir vâkıadır.

MÜ'MİNLERİN SAHİP OLMASI GEREKEN GÖNÜL HASSASİYETİ

Dört büyük halîfeden sonra İslâm âlemine en parlak devri yaşatan Ömer bin Abdülazîz’in nâil olduğu bu muvaffakıyetin temelinde yatan mânevî müessirleri unutmamak gerekir. Hakîkaten o mübârek zâtın gönül dünyasına âit şu tespitler, bir bakıma onun devrinde yaşanan büyük inkişâfın sebeplerini de ortaya koymaktadır.

Hanımı Fâtıma anlatıyor:

“Birgün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona:

«−Nedir bu hâlin?» diye sordum. Şöyle cevap verdi:

«−Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, sırtına giyecek elbisesi olmayan muhtaçlar, boynu bükük yetimler, yalnızlığa terkedilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarlarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmaya tâkati olmayan muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri… Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mümin kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim!..»” (İbn-i Kesîr, Tefsir, IX, 201)

Ömer bin Abdülaziz’in zevcesi Fâtıma’nın naklettiği bu sözler, aslında her mümin gönlün sâhip olması gereken hassâsiyeti sergilemektedir.

KALBİNİZİN YUMUŞAMASINI İSTİYORSANIZ...

Bir müminin merhamet, şefkat, rikkat ve hassâsiyetle techîz olabilmesinin yolu da, mal ve can ile yapılan infaklardan geçmektedir. Nitekim kalbinin kasvetinden şikâyet eden bir sahâbîye Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri yedir, yetimin başını okşa!..” (Ahmed bin Hanbel, II, 263) buyurmuştur.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da, fakir ve dertlilerle alâkadar olmanın temin ettiği bu mânevî kazancı ifâde sadedinde şöyle der:

“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek ve o derde dermân olmak sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakîkleşip rûhun incelsin!..”

ZEKÂTIN HİKMETLERİ

İşte İslâm, zenginle fakirin arasını böylesine güzel bir muhtevâ ile telif ederken, İslâm dışı sistemler ise, gerçek mânâda bunu başaramamışlar, bu hususta ya ifrâta ya da tefrite düşmüşlerdir. Nitekim kimi sistemler, başkasından bir şey istemeyi tamamen yasak etmiş, kimisi de dilenmeyi alabildiğine serbest bırakmıştır. İslâm ise, zekât ve infak yoluyla bu yaraya son derece hakîmâne bir edâ ile yaklaşmış ve en münâsip çâreyi sunmuştur.

Gerçekten zekât, İslâm’ın insanlığa kazandırdığı pek yüce kıymetlerden biridir. Zekât sâyesinde cemiyetin fakir, mağdur, yolda kalmış, yetim ve dullarının sıkıntıları belli ölçüde de olsa giderilmiş olmaktadır. Ayrıca insanlık târihinin gerçeklerinden biri olan kölelik zincirini, insanın boynundan çıkaran yine İslâm olmuştur. Hiç şüphesiz ki İslâm’ın, köleleri hürriyetlerine kavuşturmak, onlara ihsân ve ikrâmda bulunmak üzere ortaya koyduğu hâl çârelerinden biri de, onlara efendileri ayarında bir hayat standardının sağlanmasını emretmesidir. Bunun neticesinde, köle sâhibi olmak, efendisine fayda sağlamaktan öte, ağır bir külfet hâline gelmiştir. Buna rağmen, kölesini âzâd edip onun külfetinden kurtulmak istemeyenleri de çeşitli vesîlelerle köle âzâd etmeye teşvik etmiştir. Bazen de, günahlara kefâret olarak köle âzâdını öncelikle zikretmiştir.

İslâm, zor durumda olan kimselere, karşılık beklemeden el uzatmış ve nice kanayan yaraları şifâya kavuşturmuştur. Ayrıca zâhirde, insanlara yardım ve kolaylık gibi görünen, hakîkatte ise zor durumdaki insanların çâresizliklerini istismâr etmekten başka bir işe yaramayan fâiz musîbetini de yasaklamıştır.

Zîrâ fâizci, başkalarının sıkıntıda olmasını ve onların bu durumundan istifâde etmeyi ister. Zekâtın borçlu insana da verilebilmesindeki cevaz, böylelerinin fâiz batağına sürüklenmesini önleyici tedbirlerden biridir. Zekât veren kimse, muhtaç ve sıkıntılı kimselerin dert ortağıdır. Onun yegâne arzusu, Hak Teâlâ’yı râzı ve hoşnud edebilmek maksadıyla dertli kullara devâ olabilmektir.

Hırslı ve gözü doymayan bir insanın, malı-mülkü ne kadar çok da olsa, gözüne dâimâ az görünür. Fakat sadaka ve zekât vermeye alışkın insanlar ganî gönüllü olurlar. Az bir dünyalıkla yetinirler. Faizciyi ise, o derecede hırs bürümüştür ki, başkalarını mahvetmek pahasına kendi malını artırmak ister. Dünyanın büyük ticâret merkezlerinin pek çoğunda, bu kabilden ibretli hâdiseleri görmek mümkündür. Âyet-i kerîmede buyurulur:

يَمْحَقُ اللّهُ الْرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ

“Allâh fâizi(n bereketini tamamen) giderir, sadaka(sı verilen mal)ları ise artırır...” (el-Bakara, 276)

Yâni fâizle iştigâl edenlerin mallarından bereketi kaldırır. Bu bereketsizlik de, kulun âhiret müflisi olması demektir. Bu iflâs, bazen dünyada da yaşanır ve haksız kazanılan dağ gibi servetler, ya bir felâket veya bir hastalık sebebiyle yahut da müsrif bir mîrasyedi elinde hebâ olup gider.

ZEKÂT VE İNFÂKTAKİ SIRLAR

Zekât ve infaktaki sırlardan biri de, ferdî sermâyenin dahhâmeleşmesine (anormal büyümesine) ve bu sûretle de zayıfların istismârına veya onların zenginlere hased beslemelerine engel olmaktır. Zenginlik, bir övünme ve büyüklenme vesîlesi olursa, zengin için âkıbet hazîn olur. Oysa toplumda, yardım eden veya edilen bütün fertler, maddî ve mânevî yönden birbirlerine muhtaçtır. Bu ilâhî tanzim, birçok hikmet ve ibretlerle doludur.

ALLAH'A KARŞI HEPİMİZ FAKİRİZ

Bilinmelidir ki mülk, mutlak olarak Allâh’a âittir. İnsanların dünyada mülk sâhibi olmaları, aslında günümüz devre-mülk sistemine benzemektedir. Yâni dünyaya gelen her insan, bir müddet sonra sâhip olduğu mülkü başkasına devredip bu dünyadan ayrılmak mecbûriyetindedir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلىَ اللهِ وَاللهُ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَمِيدُ

“Ey insanlar! Hepiniz Allâh’a karşı fakîrsiniz, muhtaçsınız! Ganî (zengin) ve hamde lâyık olan ancak Allâh’tır!” (el-Fâtır, 15)

“Göklerin ve yerin mülkü Allâh’ındır. Allâh her şeye kâdirdir.” (Âl-i İmran, 189)

MÜLK YALNIZCA ALLAH'A AİTTİR

Bu âyet-i kerîmelerden de anlaşıldığı vechile mülk, gerçekte ne fertlerin ne de toplumundur. Mülk hakîkatte Allâh’a âittir. Zîrâ insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde yaşar, O’nun verdiği rızıkla merzuk olurlar. Onlara verilen ise, mülkün sadece belli bir süreyle tasarrufundan ibârettir.

Bir şâir bunu şöyle ifâde eder:

Cümle halk ehl-i sefer âlem misâfirhânedir

Hiç mukîm âdem bulunmaz bir acîb kâşânedir

Bir kefendir âkıbet sermâyesi şâh u gedâ

Pes buna mağrûr olan mecnûn değil de yâ nedir?

Mal, mülk ve mevkî, insan için en büyük imtihan vesîlelerindendir. Süleyman -aleyhisselâm-’ın o dillere destan saltanatı, bir an gelmiş, tamamen elinden alınmış, ancak istiğfâr neticesinde tekrar kendisine iâde edilmiştir. Bu veya benzeri hâdiselerden ibret alan bir Allâh dostu şöyle buyurur:

“Rızkın peşinde değil, Rezzâk’ın peşinde koş!”

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfâk-Hizmet, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.