Zekât Vermeyi Reddeden Sahâbe
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, dünya malına muhteris olup âhirete iflâs etmiş bir hâlde giden kimselerin hâline hayret ederek şöyle buyurur: “İnsana ne oluyor da altının ve dünya malının kölesi oluyor? Hak yolunda harcanmayanlar nedir? Neyi ifâde eder? Dünya malının esiri olarak onun kapısında yılan gibi kıvrılıp yerlerde sürünmek zilleti, insanı göklere eli boş gönderen bir sefâlet sebebi değil de nedir!..”
ZENGİN OLMAK İÇİN DUÂ İSTEYEN SAHÂBE
Kârun misâli mala-mülke esir olup mânevî sefâletin girdaplarında boğulan Sâlebe’nin hâli de, pek düşündürücü ve ibretli bir hâdisedir:
Medîne müslümanlarından olan Sâlebe’nin, mala-mülke karşı aşırı derecede hırsı vardı. Zengin olmak istiyordu. Bunun için Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den duâ istedi.
Onun bu talebine Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:
“–Şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır...”
Bu ifâde üzerine isteğinden vazgeçen Sâlebe, bir müddet sonra hırsının yeniden depreşmesi ile tekrar Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelip:
“–Yâ Rasûlallâh! Duâ et de zengin olayım!” dedi.
Bu sefer de Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Ben senin için kâfî bir örnek değil miyim? Allâh’a yemîn ederim ki, isteseydim şu dağlar altın ve gümüş olarak arkamdan akıp geleceklerdi; fakat ben müstağnî kaldım.”
Sâlebe, yine isteğinden vazgeçti. Fakat içindeki ihtiras fırtınası dinmiyordu. Kendi kendine: “Zengin olursam, fakir fukarâya yardım eder, daha çok ecre nâil olurum!” şeklinde bir düşünceye kapılarak ve nefsinin şiddetli talebine yenilmiş olarak üçüncü kez Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti ve:
“–Seni hak peygamber olarak gönderene yemîn ederim ki, eğer zengin olursam, fakir fukarâyı koruyacak, her hak sâhibine hakkını vereceğim!..” dedi.
Bu bitmek bilmeyen ısrarlı talep karşısında Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Yâ Rabbî! Sâlebe’ye istediği dünyalığı ver!” diye duâ etti.
Çok geçmeden bu duâ vesîlesiyle Allâh Teâlâ, Sâlebe’ye büyük bir zenginlik ihsân etti. Sürüleri dağları ovaları doldurdu. Lâkin o zamana kadar “mescid kuşu” ifâdesi ile anılan Sâlebe, mal ve mülkü ile meşgûliyete dalması sebebiyle yavaş yavaş cemaati aksatmaya başladı. Gün geldi sadece Cuma namazlarına gelir oldu. Ancak bir müddet sonra Cuma namazlarını da unuttu.
ZEKÂT VERMEYİ REDDEDEN SALEBE'NİN HAZİN SONU
Birgün onun durumunu sorup öğrenen Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sâlebe’ye yazık oldu!..” buyurdular.
Sâlebe’nin gaflet ve cehâleti, bu yaptıklarıyla da kalmadı. Kendisine zekât toplamak için gelen memurlara:
“–Bu sizin yaptığınız düpedüz haraç toplamaktır!” deyip, daha evvel yapacağını vaadettiği infaklar şöyle dursun, fakir fukarânın âyetle sâbit olan asgarî hakkını dahî vermekten kaçınacak kadar ileri gitti. Netîcede münâfıklardan oldu.
ZEKÂT VERMEYENLER HAKKINDA ÂYET-İ KERİMELER
Münâfıkların bu tavırları, âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilir:
“Onlardan kimi de: «Eğer Allâh, lutuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız!» diye Allâh’a söz vermişlerdi.”
“Fakat Allâh, onlara lutfundan (zenginlik) verince, cimrilik edip (Allâh’ın emrinden) yüz çevirerek sِözlerinden döndüler.” (et-Tevbe, 75-76)
Kendi ahmaklığı yüzünden Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in îkâzını dinlemeyerek, sefil ve perişân bir şekilde hazîn bir âkıbete dûçâr olan Sâlebe, dünyanın geçici servetine aldanarak ebediyet fukarâsı olmuştu. Büyük bir pişmanlık içinde ölürken kulaklarında âdetâ Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şu sözleri çınlıyordu:
“–Şükrünü edâ edebileceğin az mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır...”[1]
Ancak bu îkâza kulak vermemiş olan Sâlebe, fânî servetinin kendisini perişân eden girdapları içinde sonsuz bir elem ve ızdırâba dûçâr olarak can verdi. Düştüğü felâketi saâdet zannederek, kısacık bir dünya hayatına mukâbil, ebedî bir saâdeti ahmakça mahvetti.
Görüldüğü gibi insan, yaratılışı itibâriyle dünyaya meyyâldir. Dünya malı nefse câzip gelir. Ona aldananlar doymak bilmezler. Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu gerçeği şöyle ifâde buyurur:
“Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa üçüncüsünü ister. Onun karnını ancak toprak doldurur...” (Buhârî, Rikâk, 10)
Mal yığıldıkça insanın hırsı artar, muhteris olur. Gözünü madde ve mal hırsı bürümüş olan insanda, merhamet ve şefkat hissi azalır. İnfâk etmek ona zor gelir. Nefsi ona: “Daha zengin ol; ilerde daha çok infâk edersin!” diye telkinde bulunur. Böyle insan, rûhen hasta, bedenen muzdariptir. Değerlendiremediği şu dünya gününde:
“Yarın yaparım diyenler helâk oldu!..” sözünün muhtevâsına dâhil olan bedbahtlardandır.
DÜNYA MALINA ALDANMANIN SONU
Sâlebe’nin yukarıda nakledilen hikâyesi, dünya malına aldanışın hüsrânını ifâde yanında, kaderi zorlamanın ve duâ âdâbına riâyet etmemenin fecî âkıbetini kavramamız için de mükemmel bir misâldir. Bize düşen; Cenâb-ı Hak’tan bir şey isterken, onun hakkımızda hayır mı, yoksa şer mi olduğu husûsunda aklımıza gereğinden fazla güvenerek ısrarcı olmak yerine, talebimizin eğer hayırlı ise ind-i ilâhîde kabûlünü istemektir. Aksi hâlde lutuf içine saklanmış kahırları görememekten dolayı başımıza çâresiz dertler açabiliriz. Duânın -sadaka gibi- belâları defettiği, dînî bir gerçektir. Ancak bunun nasıl gerçekleştiği husûsunu sırf âciz aklımızla tâyin edebilmemiz mümkün değildir. Duâ, Rabbimizin bize bir müsâadesi, nîmeti ve hattâ emridir. Lâkin onun muhtevâsını ferdî akıl ve hislerimizle doldursak da, bu muhtevânın mutlaka hayır olduğu husûsunda inat etmemeli ve Allâh’tan:
“Yâ Rab! Hayırlı ise lutfeyle!” diye niyazda bulunmalıdır.
Görülüyor ki, malı faydalı bir hâle getirmek için onu, ilâhî emirlere uygun bir istikâmette kullanmak mecbûriyeti vardır. Bu, fert ve toplumun dünya ve âhiret selâmeti için zarûrîdir.
Dipnotlar: [1] Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 370-372.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfak-Hizmet, Erkam Yayınları