Zekâtı Ne Kadar Biliyoruz?
İslam'ın üzerine inşa edildiği beş temel esastan biri olan zekâtın önemi nedir? Zekât eğitimi nasıl olmalıdır? Her yıl düzenli olarak verilmesinin önemi nedir? Zekât ne zaman verilmeli? Zekâtta acele etmenin fazileti nedir? Hangi mallarda zekât verilir? Öşür nedir? Hangi arsalara zekât düşer? Arsaların zekâtı nasıl hesaplanır? Toplumsal bir ibadet olan zekât ibadeti tek başına yeterli midir? Nimetlerin şükrü nasıl eda edilir? Birre nasıl ulaşırız? Vakıf medeniyeti nedir? Zekât kimlere verilir? Temlik nedir? Kimlere zekat verilemez? Zekât nasıl bir şuur ve hassasiyet ile verilmelidir? Kim teşekkür etmeli, alan mı veren mi?
Nasıl namaz ibâdetini yerine getirmek için, kıraat ve tecvid eğitimi almak, namazın şartları, rükünleri, vâcibleri ve sünnetlerini tahsil etmek lâzımsa; zekât ibâdetini alâkadar eden mâlûmâtı da, her mükellefin iyice öğrenmesi gerekir. Peki bizler zekâtı ne kadar biliyoruz?
BEŞ ESAS
Yüce dînimiz İslâm, beş temel esas üzerine binâ edilmiştir ki, bu esaslardan biri de zekât ibâdetidir.
Mü’minlerin mâlî vazife ve yardımlarının geniş adı infaktır. Zekât ise bunun içinde farz olan kısmın husûsî adıdır.
Dînen zengin kabul edilen mü’minlerin, mallarından her yıl vermeleri gereken maddî ibâdettir. Nisab ve nisbetleri, sahip olunan malın cinsine göre değişiklik arz eder.
Zekât, Kur’ân-ı Kerim’de 27 yerde namazla birlikte zikredilmiştir. Bu kadar çok zikredilmesi, ona atfedilen ehemmiyeti gösterir.
Bedenî ibâdet olan namazı, mâlî ibâdet olan zekât tamamlar. Zira beden de, helâl lokma ile ayakta durur. Zekâtı verilmemiş bir servet, kirlidir. Çünkü içinde başkasına ait hakkın bulunduğu bir maldır.
Âyet-i kerîmede mü’minlerin malları hakkında şöyle buyurulur:
“Sâilin (muhtacın) ve mahrumun (iffeti dolayısıyla isteyemeyenin), onların mallarında mâlûm bir hakkı / payı vardır.” (ez-Zâriyât, 19)
Yani bu ayrılıp tevdî edilmesi gereken bir haktır, bilinen, sâbit bir paydır.
Verip vermemek, kişinin arzusuna bırakılmış bir hediye veya bir ikrâmın ötesinde, bir payın çıkarılıp hak sahibine teslim edilmesidir.
ZEKÂT EĞİTİMİ
Nasıl namaz ibâdetini yerine getirmek için, kıraat ve tecvid eğitimi almak, namazın şartları, rükünleri, vâcibleri ve sünnetlerini tahsil etmek lâzımsa; zekât ibâdetini alâkadar eden mâlûmâtı da, her mükellefin iyice öğrenmesi gerekir.
Maalesef, toplumda dînî tahsil eksikliğinin bir yansıması olarak, zekâtı etraflıca bilen pek azdır.
Bir yıl Kur’ân kursuna gidenler bile; yaşlarının küçüklüğü ve eğitimin mahdut müddeti sebebiyle, zekât husûsuna yeterince eğilemeden topluma karışmaktadırlar.
Bu sebeple;
Cami çıkışında açılan bağış sergisine bıraktığı veya karşısına çıkan bir sâilin eline sıkıştırdığı üç-beş kuruş ile zekât ibâdetini yerine getirdiğini zanneden nice insanımız vardır.
Birçok iyi niyetli ve hayırsever mü’min dahî; yaptığı yardımların, vermesi gereken zekâtın üstünde olduğunu zannederek, zekâtını ciddiyetle hesaplamaz. Hâlbuki belki de hesapladığında görecektir ki, verdikleri kâfî değildir, zekât borçlusudur.
Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri, mânevî evlâtlarına bu husûsu hatırlatır ve hesabı dikkatlice yapmalarını tembihlerdi.
Merhum pederim Hâce Musa Efendi de şöyle derdi:
“Zekâtı vermemek, fakirin hakkını gasbetmektir. En çirkin hırsızlıktır. Çünkü hırsızlığın en çirkini, zengin birinin, muhtaç birinden çalmasıdır.”
Madde madde zekâtı tarif edelim ve husûsiyetlerine dikkat çekelim:
HER YIL ZEKÂT
Zekât yıllık bir ibâdettir.
Namaz günde beş vakit, hac ömürde bir defadır. Zekât ise, farz oruç gibi, her yıl tekrarlanır.
Bu husûsiyetinden dolayı, onun bir başlangıç tarihinin tespit edilmesi îcâb eder. Her yılın zekâtını ayrı ayrı tespit ve îfâ gerekir.
Dînimizde ibâdetler dâimâ hicrî / kamerî takvime göre tespit edilmiştir. Bu sebeple, zekât için de, ilk zekât borçlusu olunan tarih şeklinde hicrî takvim ile bir başlangıç günü tayin edilmelidir.
Kamerî sene takrîben 355 gün, şemsî sene de küsurâtıyla 365 gündür. Aradaki 10 ilâ 11 günlük fark, 33 senede artı 1 seneye tekabül eder.
Bir başka ifadeyle;
33 sene mîlâdî yıla göre zekât veren kişi, bu müddetin sonunda, dînimizin esas aldığı kamerî yıla göre 1 yıl zekât vermemiş olur.
Eğer, kişi; Mart veya Aralık gibi şemsî aylarda işyerlerinde yapılan sayımlardan istifâde ile zekâtını bu şekilde hesaplamak istiyorsa, hicrî takvimle sayım ve hesaplamada zorluk yaşayacak ise, 40’ta 1 (% 2,5) olan nisbeti bir miktar artırarak, hicrî-milâdî farkını kapatma yoluna gidebilir. Yani % 2,7 veya 2,8’e tekabül ettirebilir. Dilerse % 3 olarak da verebilir, bu daha uygun olur.
Zaten zekât verilen kişiler arasında ehil olmayanların bulunması gibi daha birçok endişe ile, bu nisbetin bir miktar artırılmasında ihtiyat bakımından fayda vardır.
Artırılan kısım, zaten hayrat olarak bize âhiret sermâyesi olacaktır. Fakat hiç artırmadan verir de; saydığımız ihtimallerden dolayı bir kısmı yerini bulmamış olursa, biz zekâtımızı eksik vermiş, farz bir ibâdeti noksan işlemiş oluruz.
Hâsılı;
Zekât borcumuzu titizce hesaplamalıyız, fakat verirken cimrice hesaplar içinde olmamalı, artıra artıra, bol bol vermeliyiz.
NE ZAMAN ÖDENMELİ?
Zekât hesaplandıktan sonra geciktirilmeden ödenmelidir. Belirli bir takvim içinde ödenebilir.
Yüksek enflâsyonun yaşandığı zamanlarda, tespit edilen tarihten, muhtacın eline ulaşacağı zamana kadar parada bir değer kaybı olmaması için zekât miktarını kıymet kaybetmeyecek, altın gibi bir esasa bağlamak lâzımdır. Eğer bu şekilde sâbitlenmediyse derhâl ödemelidir.
Geçmiş yılların zekâtını ihmâl etmiş kişiler de, bu hatalarını telâfî ederken, bunu, o yıllarda ne kadar altına tekabül ettiğini tespit ederek yapmalıdırlar. Ayrıca zekâtını geciktirdiği için Cenâb-ı Hakk’a istiğfâr etmelidir.
HAYIRDA ACELE ETMEK
Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu kıssası, hayrın geciktirilmemesi husûsunda pek ibretli bir misaldir:
Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey ister. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkarır ve dervişe verir. Oradakiler;
“–Ey Hasan, evine gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” derler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verir:
“–Bir defasında bir muhtaç mescide geldi ve; «Açım!» dedi. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Onu mescidde bırakıp evlerimize gittik. Sonra da unuttuk. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı vefât etmiş. Kefenleyip defnettik.
Ertesi gün, yakaza hâlinde mânevî bir zuhurat olarak, o garibe sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde;
«Kefeninizi alın, Allah kabul etmedi!» yazısını gördüm.
İşte o gün;
«–Bundan sonra bir ihtiyaç sahibini gördüğümde onu asla bekletmeyeceğim, hemen ihtiyacını göreceğim.» diye yemin ettim.” (Bkz. Darîr Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, haz. S. Yıldırım – N. Yılmaz, İstanbul 2001, s. 157)
HANGİ MALLARDAN ZEKÂT VERİLİR?
Zekâtta en çok zihne takılan meselelerden biri de, zekâtın hangi mallardan verileceği husûsudur.
Zekât, aslen nâmî / artan, büyüyen mallardan verilir.
Yani altın, gümüş, para, ticaret malları, madenler, hisse senedi, toprak mahsulleri ve sâime (otlatılan) ehlî hayvanlar gibi…
Ev eşyası, oturulan ev, binilen araba, ustanın âlet ve edevâtı, ekilen tarla, ahırda yemle beslenen, ticaret malı olmayan ehlî hayvanlar, zekât verilecek mallar arasına yazılmaz.
Altın ve gümüşe her hâlükârda zekât düşer. Ziynet eşyası da olsa, bir hat levhasında varak olarak da kullanılmış olsa, kaç gram olduğu hesaplanıp zekâtı her yıl ödenmelidir.
- Ticaret malı grubunda zekât yüzde 2 buçuk,
- Maden grubunda yüzde 20 zekât nisâbı vardır.
Sâime hayvanların zekâtları, cins ve adetlere göre değişiklik gösterir.
ÖŞÜR
Toprak mahsullerinin zekâtına öşür denir ki, zekâttan farklı yönleri vardır:
- Eğer sulama masraf verilerek yapılıyorsa, 20’de 1 (% 5),
- Eğer sulama masrafsız yapılıyorsa, 10’da 1 (% 10) öşür olarak verilir.
Öşür, Osmanlı zamanında devlet tarafından toplanmaktaydı. 1925’te devlet, öşür toplamayı kaldırdı.
Öşür bir ibâdettir. Onu; devletin toplamaması, bu vazifeyi şahısların kendilerine bırakması demektir. Öşürü Allah emretmiştir. Bu emri de kaldırmamıştır. Ziraatle meşgul olanlar, mutlaka öşürlerini vermelidirler.
DARVANLILAR
Öşür vazifesini yerine getirmemenin Allah katındaki vebâlini Kur’ân-ı Kerim’de Kalem Sûresi’nde anlatılan, tafsîlâtı da rivâyetlerden elde edilen şu kıssa çok bariz bir şekilde ifade etmektedir:
Yemenli cömert bir zâtın San‘a yakınlarında üzüm, hurma ve ekin bahçesi vardı. Bu cömert kişi; mahsul toplama zamanında fakirlere, gariplere ve zayıflara öşür payını fazlasıyla, bolca ayırır idi. O zât vefât edince, çocukları ihtirâsa kapılarak;
“–Ailemiz hayli kalabalık, mal az! Fakirlere bir şey vermeyelim! Onlar gelip istemeden mahsulleri toplayalım…” diyerek aralarında sözleştiler.
Allah Teâlâ, onların bu kötü niyetleri üzerine bahçelerini harâbe hâline getirip simsiyah kıldı. Koskoca bahçe, tanınmaz hâle gelmişti. Bu durumu görünce şaşırdılar. Bazıları;
“–Acaba yanlış bir yere mi geldik?” dediler.
Bazıları ise;
“–Hayır yanlış gelmedik! Biz fukarânın hakkını gasp ettiğimiz için böyle oldu!” dediler.
Babalarının öşürü cömertçe dağıtıp muhtaçların duâsını alması, bahçeye ziyadesiyle bereket veriyordu. Bütün fukarâ ve gurabâ, o bahçeden istifâde ediyordu. Lâkin oğullarının gözlerinde babalarının fakirlere dağıttığı öşür büyüyor ve onu vermek istemiyorlardı.
Onlar, Allâh’ın o bahçeye ve o tarlaya verdiği bereketin nereden geldiğinin farkında değillerdi. Çünkü gaflet, onların kalplerini kör etmişti. (Bkz. el-Kalem, 17-26)
Kıssadan hisse: Zekât verilmediği zaman, bin bir çeşit âfet, kaza, hastalık, mâlî kriz ve benzeri musîbetler ortaya çıkar ve malın bereketini yok eder.
BOŞ BAŞAKLAR!
Anadolu’da bir seyahatim esnasında bir buğday tarlası gördüm. Yanımızdaki kişiye, mahsullerin durumunu sordum. Mânidar bir cevap verdi:
“–Başakların görünüşüne bakmayın! Bunların içi hep boş! Maalesef buranın insanı öşürü bilmez. Bu sebeple de Allah ekinlere bereket ihsân etmiyor!..”
Cenâb-ı Hak; zekâtını vermeyenlerin, yapması gereken hayır ve infakları yapmayanların son nefesteki pişmanlığını şöyle ifade eder:
“Herhangi birinize ölüm gelip de;
«–Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin!”(el-Münâfikûn, 10)
ARSALARIN ZEKÂTI
Tarlaya, ileride kendine veya çocuklarına ev yapmak için alınan arsaya zekât düşmez. Fakat ticaret için alınan arsaya zekât düşer. Bu zekâtı da, aldığı fiyata göre değil, her seneki kıymetine göre hesaplamalıdır.
Arsayı ticârî bir yatırım olarak aldığı hâlde, tarla veya şahsî ev için almış gibi zekâttan kaçınmak bir müslümana yakışmaz.
Zekât hesaplanırken -normal şartlarda-, mükellef; zekât verilmesi gereken malları hesapladıktan sonra, borçlarını bundan düşer.
Zamanımızda; programlanmış, taksitlendirilmiş, uzun vâdeli borçlar mevzubahis olabilmektedir. Bu borçların vâdesi gelmeyen kısmını, zekât verilecek mallardan düşmemek lâzımdır. (Din İşleri Yüksek Kurulu)
Esasen zengin insanların, havâic-i asliyye dışındaki borçlarını, matrahtan düşmemeleri en doğrusudur. Çünkü sanayici ve iş adamlarının borcu hiç eksik olmaz. Üstelik bu borcun karşılığı olan fabrika, makine vb. şeylerin zekâtını vermedikleri için, onları zekât meblâğından düşmeleri doğru değildir.*
Hâsılı;
Zekât hesaplanırken, dâimâ muhtaçların lehinde karar vermek gerekir. Şu âyet-i kerîmeyi unutmamak îcâb eder:
“…Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar:
قُلِ الْعَفْوَ
De ki: İhtiyaç fazlasını!..” (Bkz. el-Bakara, 219)
ZEKÂT YETER Mİ?
Zekât, bir mü’minin infak vazifelerinin asgarî hudududur. Yukarıda zikrettiğimiz hassâsiyetler, bu asgarî hududun daha da aşağıya çekilmemesi içindir.
Bir mü’min;
- Mü’min kardeşlerinin derdiyle dertlenir.
- İslâm’ın istikbâlinden kendisini mes’ul hisseder.
- Kur’ân hizmetlerine gönülden destek olur.
Bütün bunlar zekât ile tamamlanamaz. Zekât kâfî gelmediğinde de, müslümanın vazifesi artar.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda infâk etmeyenler yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!
(Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınlarının, yanlarının ve sırtlarının dağlanacağı gün (onlara denilir ki):
«–İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35)
Bu ağır tehdidin muhtevâsına girmemek için, ölçü nedir?
Umûmî görüş; zekâtı hakkıyla verdiği zaman, bir müslümanın, işini devam ettirmek, büyütmek, sermâye oluşturmak ve benzeri çeşitli ihtiyaçları için para biriktirmesinin câiz olduğudur.
Ancak Ebû Zer -radıyallâhu anh-; zekâtı verilmiş olsa da, ihtiyaç fazlasını biriktirmenin bu tehdidin şümûlüne gireceğini söylemiştir.
Müfessir İmam Kurtubî, bu hususta iki görüşü şöyle cem etmektedir:
“Bu hususta Ebû Zer -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edilen görüş; bu âyet-i kerîmenin, ihtiyacın ileri derecede olduğu, muhâcirlerin zayıf, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de onlara yardım elini uzatarak ihtiyaçlarını yeteri kadar karşılamak imkânını bulamadığı, beytülmalde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar malın olmadığı, sıkıntılı kıtlık yıllarının ardı arkasına üzerlerine hücum ettiği zamanlardaki durumu dile getiriyor olabilir.
İşte bu durumda müslümanların ihtiyaçları dışındaki malları biriktirmeleri yasaklandı. Böyle bir zamanda altın ve gümüşün saklanması câiz değildir.
Yüce Allah; müslümanlara fetihleri müyesser kılıp, onlara maddî imkânlar açısından genişlik verince, Hazret-i Peygamber iki yüz dirhemde beş dirhem, yirmi dinarda yarım dinarın (yani kırkta birin) zekât olarak verilmesini emretti, hepsinin verilmesini emretmedi. (Kurtubî, Câmiü’l-Ahkâm, trc. Beşir ERYARSOY, c. 8, s. 206-207)
Ez-cümle;
Ümmet-i Muhammed’in kıtlık, açlık ve zarûret hâlinde olduğu, verilen zekâtların ihtiyacı karşılamadığı zamanlarda, sadece zekât vermekle iktifâ etmek câiz değildir ve bu âyetin tehdidinden kurtarmaz. İnfak, sadaka ve hayrâtı artırmak lâzımdır.
Meselâ;
Bugün Gazze’deki kardeşlerimiz zulüm altındadır. Binaları yıkılmış, malları gasbedilmiş ve yok edilmiş vaziyettedir. Bizim oralara zekât dışında da infakta bulunmamız zarûrîdir.
Sudan, İdlib ve benzeri İslâm beldeleri de bu hâldedir.
Muhterem pederim Musa Efendi -rahmetullâhi aleyh-, talebelerine;
“Bir müslümanın en az zekâtı kadar hayrâtı olmalıdır.” derdi.
Kendisi daha fazla verirdi. Talebelerinin de en az zekâtları kadar, bir fazîlet ölçüsü olarak ayrıca infakta bulunmalarını telkin ederdi.
Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Allah; mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)
Bu âyet-i kerîme mûcibince, bir mü’min, sadece zekâtla değil, ihtiyaç fazlası malını infâk etmek sûretiyle de Allâh’ın rızâsına tâlip olmalıdır.
Müslüman her zaman yaptığını az görecek, dâimâ daha fazla hayırda bulunma iştiyâkı içinde yaşayacak.
NİMETLERİN ŞÜKRÜ
Âyet-i kerîmede, mahşer gününde her türlü nimetten hesaba çekileceğimiz bildirilmekte…
İnfâkın bir mânâsı da, nâil olduğumuz nimetlerin şükrünü bir nebze olsun edâ edebilme gayretidir.
Cenâb-ı Hak bize göz ve görme nimeti verdi. Bu nimetlerden mahrum olsaydık ve;
“–Görebilmek için ne verirsin?” deselerdi, bütün dünyaya sahip olsak hepsini verirdik. Nâil olduğumuz ve pek çoğundan haberdar bile olmadığımız nice nimetlerle perverdeyiz.
Kalbimiz, böbreklerimiz, karaciğerimiz, akciğerimiz, vücudumuzdaki onca sistemler, âhenk içinde çalışıyor. Yediğimiz çeşit çeşit lezzetli gıdâlar; içtiğimiz berrak, serin ve tatlı sular; elbiselerimiz; «Saymakla bitiremezsiniz!» (İbrâhîm, 52; en-Nahl, 18) buyurulan sayısız nimetin şükrü için, biz de bol bol infak hâlinde olmalıyız.
BİRRE ULAŞMAK
Zekâtın mâlî ibâdetlerin asgarî hududu olduğunu düşündüğümüzde; Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak, hayırlı, ebrârdan bir kul olmak için de zekâtın kâfî gelmeyeceği anlaşılır.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Sevdiklerinizden infâk etmedikçe «birr»e (hayrın kemâline) ulaşamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92)
Sahâbe-i kiram bu âyet-i kerîmenin şümûlüne girebilmek için, en sevdikleri, en kıymetli mallarını Allah yolunda infâk etti. Fakir olanlar dahî, yevmiyeli işler yapıp, ücretini infâk etti.
Kalpte mal sevgisi dururken, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaya imkân yoktur.
Gerçek zühd; serveti olsa da, onu kalbine sokmamak, kalbi kasa yapmamaktır. Hazret-i Süleyman gibi, maddiyâtı Allâh’a yaklaşma vesilesi olarak kullanmaktır.
Cenâb-ı Hak, ağniyâ-i şâkirîn / şükreden zenginler nümûnesi olan Hazret-i Süleyman hakkında da;
Fukarâ-yı sâbirîn / sabreden fakirler nümûnesi olan Hazret-i Eyyûb hakkında da;
نِعْمَ الْعَبْدُ
“…Ne güzel kul!..” buyurmuştur. (Sâd, 30, 44)
VAKIF MEDENİYETİ
Tarihimizde muazzam bir vakıf medeniyeti vardır. O büyük külliyeleri inşâ eden ecdat; zekâtlarını verdikten sonra, ayrıca servetleriyle bu vakıfları meydana getirmişlerdir.
Devâsâ külliyelerin merkezine; Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvere ve Kudüs-i Şerif’te olduğu gibi bir cami inşâ edilmiştir.
Onun etrafına; medrese, dergâh, hamam, imâret / aşevi, şifâhâne, kütüphâne gibi topluma hizmet edecek çil çil kubbeler serpilirdi. Zarif çeşmelerden; her zaman içme suları, kandillerde şerbet akıtılırdı. Bütün bu külliyenin masraflarını, kirasıyla karşılamak ve halkın ihtiyacını görmek üzere bir çarşı / arasta inşâ edilirdi. Bu külliyenin etrafında mü’min bir şehir halkalanırdı.
Büyük camilerin yanında; karanlık gecelerde yatsı ve sabah namazlarına kolayca gidilebilmesi için, küçük mescidler de ihmâl edilmezdi.
Yol üzerlerine hanlar, kervansaraylar; hastalar için, her türlü ihtiyaçlarının giderildiği hastahâneler inşâ edilirdi.
Ecdâdın vakıf medeniyeti o seviyeye gelmişti ki; hayırsever mü’minler, şu ince ve latif düşüncelerle husûsî hizmetler aramışlardı:
- Yetim kızlara çeyiz hazırlayıp onları evlendirmek…
- Hizmetçilerin kırdığı tabakları tazmin ederek, çalıştıkları evde rencide olmamalarını sağlamak…
- Atına bineceklerin üstüne basması için binek taşı infâk etmek…
- Göçmen kuşların yaralı ve hasta olanlarına bakmak…
- Kış mevsiminde tabiattaki hayvanlara gıdâ ulaştırmak…
ZEKÂTIN VERİLECEĞİ YERLER
Zekât husûsunda bilinmeyen yahut yanlış bilinen mevzulardan biri de onun verileceği yerler noktasıdır. Zekâtın verileceği 8 sınıf, âyet-i kerîmede bildirilmiştir.
“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak;
- Yoksullara,
- Düşkünlere,
- (Zekât toplayan) memurlara,
- Gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara,
- (Hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere,
- Borçlulara,
- Allah yolunda olana,
- Yolda kalana mahsustur.
Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (et-Tevbe, 60)
TEMLİK
Zekâtın, bu âyette sayılan vasıflardan birini taşıyan bir kişiye temlik edilmesi yani o kişinin şahsî malı olacak şekilde kendisine verilmesi gerekir.
Dolayısıyla; camiye yardım toplanıyorsa, oraya zekât verilemez. Çünkü camiye harcanacak meblâğ bir şahsa temlik edilmeyecektir.
Bir müslümanın, zekât dışında; hayrat, hasenat ve vakıf gibi infakları da olmalıdır. Bir müslüman gücü nisbetinde elbette camiye yardım etmelidir. Cami yaptırana Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir mükâfâtı vardır. Fakat bunu zekât bütçesinden değil, hayrat bütçesinden vermelidir.
Kur’ân kursu, yurt vb. müesseselerin umûmî olarak kabul ettiği yardımlar da hayrat grubundandır. Verilen yardım zekât ise, husûsen bildirmek lâzımdır.
Çünkü bu müesseseler; zekâta ehil olan talebelerinden, muhataplarından vekâlet alarak, zekâtları kabul eder ve muhtaçlara ulaştırırlar, onların ihtiyaçlarına sarf ederler.
Meselâ bir aşevi; düzenli yemek ulaştırdığı mahrumlardan vekâlet alarak, onlar adına aldığı zekât mallarla yemek pişirip onlara ikrâm edebilir.
YEMEK YEDİRMEK
İftar vermek, yemek yedirmek ile de zekât temliki gerçekleşmez. Çünkü sofraya oturan kişiye, ikramlar temlik değil ibâha edilmiş olur (Faydalanmasına izin verilmiş olur. Sofradaki kişi, o yiyeceği alıp başkasına satamaz.)
İt‘âm-ı mesâkîn / yoksulları doyurmak birçok âyet-i kerîmede ve hadîs-i şerifte zikredilen; çok makbul, bol ecirli bir ibâdettir. Fakat zekâttan ayrı bir ibâdet olarak îfâ edilmelidir.
Abdullah İbn-i Amr İbn-i Âs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre bir kimse Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;
“–Müslümanın hangi ameli daha hayırlıdır?” diye sordu.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
“–Tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmen ve selâm vermendir.” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 6, 20; İsti’zân, 9, 19; Müslim, Îmân, 63)
Mâun ve Fecr Sûrelerinde; yoksulları doyurmaya teşvik etmeyenler, Cenâb-ı Hak tarafından kınanmaktadır.
Demek ki;
Cenâb-ı Hak; yoksulların doyurulmasını ve bunun teşvik edilen, herkese tavsiye edilen, unutturulmayıp dâimâ hatırda tutulan bir sâlih amel olmasını istemektedir.
Câlib-i dikkattir ki;
Ateş ehline, kendilerini «Sekar cehennemi»ne sürükleyen hâdiseler sorulduğunda verdikleri cevaplardan biri de;
“–Biz yoksulu doyurmazdık!” ifadesi olacaktır. (el-Müddessir, 44)
Zekât dışındaki mâlî ibâdetlerden biri de, kurban kesmektir.
KURBAN KESMEK
- Hacda Harem bölgesinde kesilen kurban ve
- Zilhicce ayının 10, 11, 12’nci günlerinde kesilen vâcib kurbanın yanında;
- Adak,
- Akîka (evlât dünyaya gelince şükür için kesilen kurban) ve
- Şükür kurbanları da, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran ibâdetlerdendir.
Kurbanlar; bilhassa sıkıntılı ahval karşısında, belâları def eden bir mâhiyete sahiptir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“…Onlardan hem siz yiyin, hem kanaat edip istemeyen fakirlere, hem de açıkça isteyen fakirlere yedirin!..” (el-Hac, 36)
En pahalı gıdâ maddelerinden biri olan et, insan sağlığı için zarûrî olan protein ve bazı mühim vitaminlerin de en kıymetli kaynağıdır. Birçok fukarâ evine, ancak kurban ibâdeti sayesinde et girmektedir.
Bilhassa kıtlık yaşanan Afrika ülkeleri, savaş mağdurları gibi yerlere gönderilen vekâlet kurbanları da büyük bir hayır ve hasenattır.
BİD‘AT KARIŞTIRILMAMALI
Kurban ibâdetinde kaçınılması gereken husus; ibâdetin aslında olmayan, bid‘at olarak uydurulan, kurbanın kanını alına sürmek, arabaya sürmek gibi uygulamalardır.
Yeni alınan arabanın önünde kurban kesmek, arabayı kanın üzerinden geçirmek, bunu yapmazsa arabanın başına bir şey geleceğine inanmak bid‘attir.
İnsan, ev veya araba aldığı için şükür kurbanı kesip insanlara ikrâm edebilir.
Ancak bunun illâ evin veya arabanın önünde kesilmesi gibi inançlar yanlıştır. Burada maksat; sadece Allah rızâsı için infak ve tasaddukta bulunmak, Allâh’a şükretmektir.
BİZİM OLAN KISIM
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ailesi bir koyun kesmişti. Birçok kimseye infakta bulunulduktan sonra, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, koyundan geriye ne kaldığını sordu.
Hazret-i Âişe Vâlidemiz;
“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevabını verince, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33)
Her türlü infakta, hayır sahibi dâimâ bu düşüncede olmalıdır.
- İnfâk edilip, esas hayat olan âhirete sermâye olarak gönderilen bizim oldu.
- Dünyada harcadıklarımız ve harcamadan, infâk edemeden geride bıraktıklarımız ise bu fânî dünyada kaldı. Bizim olmadı!..
ZAMANIMIZDA EN MÜHİM SAHA
Kur’ân müesseseleri, zekât vermek husûsunda en lâyık yerlerdir. Çünkü buradaki yardıma ehil kişiler, aynı zamanda Allah yolunda hizmet edenlerdir. Onlar, İslâm’ın istikbâli için gayret edecek nesillerdir. Suffe ehlinin zamanımıza akseden bir nümûnesidir.
Kur’ân kurslarının iâşesiyle meşgul olanlar; fakir talebeden ve velilerinden vekâlet alarak, onlar adına zekât alıp, talebenin masraf ve giderlerine harcarlar.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Zekât ve sadakalarınızı); kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere verin!
Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. SEN İSE ONLARI SÎMÂLARINDAN TANIRSIN. Çünkü yüzsüzlük ederek ısrarla insanlardan bir şey istemezler. Hiç şüphesiz ki Allah, yaptığınız her hayrı bilir.” (el-Bakara, 273)
TAHARRÎ
Mükellefler, zekâtı verdikleri kişilerin ehil olup olmadıklarını araştırmak vazifesinden mes’uldürler. Yani zekât ibâdetinin bir parçası da taharrî / araştırmaktır.
Âyet-i kerîmede felâha kavuşan mü’minlerin bir vasfı şöyle bildirilir:
“Onlar zekâtın îfâsında faaldirler.” (el-Mü’minûn, 4)
Taharrî / araştırma yapmadan; “Herhâlde fakirdir, yoksuldur.” düşüncesiyle, zekâta ehil olmayan bir kişiye zekât veren bir mükellef, daha sonra bu duruma muttalî olursa, zekâtını yeniden vermek mecburiyetindedir. Lâkin taharrî yapmışsa yani araştırıp da vermişse, zekât yerine geçmiştir.
Bugün birtakım vakıf, dernek gibi müesseseler, zekâtları muhtaçlara ulaştırma vazifesini vekâleten yerine getirmeyi taahhüt etmektedir. Müslümanlar; iyice araştırarak, böyle müesseselere zekâtlarını tevdî edebilirler.
DÎNEN FAKİR KİMDİR?
Dînî bakımdan fakir, yani zekât verilebilecek muhtaç, nisab miktarı mala sahip olmayan kişidir. Toplumda bu noktada da bilgisizlik sebebiyle hataya düşenler vardır.
Düzenli bir geliri olmayıp, yardımlarla geçindiği hâlde; «Kefen param, hac param…» diyerek kenara nisab miktarı kadar veya üstünde bir para koyan kişi, fıkhen fakir olmaktan çıkmaktadır.
Yani zekât verecek yahut zekât alamayacak durumda olan kişiler; kendi hâllerini doğru tespit etmeli, gerçek fakirlerin hakkına girmemelidir.
ZEKÂT VERİLEMEYECEK FAKİR
Bir mü’min; furûuna, yani fakir oğluna, kızına, torununa zekât veremez. Aynı şekilde; usûlüne, yani fakir babasına, annesine, dedesine ve nenesine zekât veremez. Karı-koca zekâtlarını birbirlerine veremez.
Çünkü zengin bir kişi, fakir düşen en yakın usûl ve furûuna zaten bakmakla mükelleftir. Zekât ayrıca vazifesidir.
Bu hususta temel esas; kişinin zekât verdiği kişiden, istifâde etmemesidir. Meselâ; işveren, işçisinin maaş, ikramiye, prim ve sigorta gibi hak ettiği alacaklarını zekâtına mahsuben veremez.
Birinci derecenin ötesindeki; fakir gelin, damat, kardeş, amca ve sâir akrabaya zekât verilebilir. Hattâ bütün infak ve hayırlarda akrabanın önde tutulması tavsiye edilmiştir.
Âyet-i kerîmede akraba en başta zikredilerek buyurulur:
“Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver!..” (el-İsrâ, 26; er-Rûm, 38)
SEYYİDLERİN İZZETİ
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hediye kabul eder, fakat zekât almazdı. O’nun ehl-i beytine ve mübârek soyundan gelen akrabalarına da zekât verilmez.
Bunun hikmeti şudur:
Ehl-i beytin vakarı ve izzeti korunmuştur.
Eğer ehl-i beyt zekât kabul etseydi; herkes zekâtını oraya vermek ister, sâir fukarâ muhtaç kalırdı.
Seyyid ve şerif olduğu bilinen bir muhtaca mutlaka sahip çıkmamız, lâkin zekât yerine hayrat kaleminden yardımda bulunmamız lâzımdır.
Osmanlı; seyyid ve şeriflerin bu husûsî ihtiyaçlarıyla alâkadar olması için Nakîbü’l-eşraflık müessesesini kurmuştur.
HAVL-İ HAVELÂN
Dînimiz; bir müslümanı, eline ilk defa nisab miktarı bir mal geçtiği andan itibaren, zekâtla mükellef saymaz. Bir yıl boyunca o paranın nisab miktarının altına düşmeden kalmasını da mükellef olmak için şart koyar. Bu bir merhamettir.
Ancak yıllık maaşı veya geliri; temel ihtiyaçları düşüldükten sonra nisab miktarı kadar bir meblâğa ulaşıyor, fakat kişi bunu harcıyor ve biriktirmiyorsa, eline geçer geçmez zekâtını vermesi gerektiği bildirilmiştir.
Mahir İZ Hocamız; talebelerinden öğretmen olanlara, maaşlarını alır almaz infak kabîlinden kırkta birini vermelerini söylerdi.
Esasen; zekâtın vakti gelmeden ödenmesinde veya nisbetinin artırılmasında mahzur bulunmamaktadır.
NASIL VERİLMELİ?
Zekât ve her türlü infakta, gizlice vermek, alenî vermekten daha hayırlıdır.
Çünkü zekât ve infaklar açıktan verilmesi hâlinde;
- İhlâs zedelenebilir.
- Alan kişiler rencide olabilir.
- Yardımı alan kişiler; teşekkür etmek ve minnettarlık ifadeleriyle, hayır sahiplerinin gönlünü okşayacak davranışlar sergilemek mecburiyetinde kalabilir. Bu da hayırseverin gönül dünyası için faydadan ziyade, zarar getirebilir.
İnfâkın gizliliğinin fazîleti hakkında, hadîs-i şerifte yer alan şu ifade mânidardır:
“Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyenler, başka bir gölgenin bulunmadığı günde, Arş’ın gölgesi altında gölgelenecek kişilerdendir.” (Buhârî, Hudûd, 19; Müslim, Zekât, 91)
Ancak bazı durumlarda zekâtın alenî verilmesinde fayda mülâhaza edilebilir:
- Mal sahibi hakkında;
“–Hiç tesadüf etmedik. Acaba zekât vermiyor mu?” gibi bir sû-i zannın oluşması mevzubahis ise, mü’minleri bu töhmete düşürmeyecek derecede alenî / açıktan infakta bulunulması mâsum ve güzeldir.
- Kendisine uyulan, muktedâ vasıftaki şahsiyetlerin, hayra önayak olmak, âdetâ bir hayır kampanyası başlatmak üzere, güzel örnek olmak niyetiyle açıktan infakta bulunması yine bu niyet muhafaza edildiği müddetçe, mâsum ve güzeldir.
SIRLI İZLER
İnfakta gizliliğin güzel bir misâli, Zeynelâbidîn Hazretleri’dir. O vefât ettiğinde, na‘şını yıkarken sırtında izler gördüler. Sonra anladılar ki, geceleri fukarânın evlerine bizzat erzak çuvalları taşımaktan bu izler meydana gelmişti. Onun infakta bulunduğu aileler; ancak o vefât edince, kendilerine yardım getirenin Zeynelâbidîn Hazretleri olduğunu anlayabildiler.
Fatih Sultan Mehmed Han; İstanbul şühedâsının ailelerine, onların izzet ve haysiyetlerini koruma hassâsiyetiyle, akşamın loş karanlığında ve kapalı kaplar içinde yemek göndermiştir.
KİM TEŞEKKÜR ETMELİ?
Zekât ve sadakada edep çok mühimdir. Bilhassa veren, alana teşekkür hissiyâtı içinde olmalıdır. Çünkü onu farz olan bir borçtan kurtarıp ecre nâil eylemektedir. Verilen sadakalar aynı zamanda, veren kişiye hastalık ve musîbetlere karşı birer siper-i sâikadır. Âyet-i kerîmede bu ibâdetin ehemmiyeti tebârüz ettirilmek için mecâzen;
“Sadakaları Allah alır!” (et-Tevbe, 104) buyurulmaktadır.
Sadaka verirken dikkat edilecek edebi Kur’ân-ı Kerim şöyle belirliyor:
“Ey îmân edenler!
Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi;
- Başa kakmak ve
- İncitmek sûretiyle;
Yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın! (Sadakalarınızı imhâ etmeyin!)” (el-Bakara, 264)
Kalp kırarak, fakiri küçümseyerek, eziyet ederek ve başa kakarak yapılan bir hayrın Allah indinde hiçbir değeri yoktur. Doğrusu böyle hayırlar, kulu azâba dûçâr eden ağır cürümlerdendir. Çünkü kalpler, nazargâh-ı ilâhîdir.
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Sen; varlığını, malını, mülkünü güzel bir şekilde infâk et de, bir gönül al! Ki o gönlün duâsı, mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nûr olsun!..”.
KABULÜNE TEŞEKKÜR
Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri şöyle buyurur:
“Veren kişi, alana bir teşekkür edâsı içinde ikrâm etmelidir.
Çünkü;
Alanın nasîbi, dünyevî bir ihtiyacının giderilmesidir.
Verenin nasîbi ise ilâhî rızâ ve âhiretteki sonsuz lütuflardır.
Böyle olunca, veren daha kârlı durumdadır. Onun için muhatabına teşekkür etmelidir.”
Muhterem pederim Musa Efendi, infâk edebine büyük hassâsiyet ve titizlik gösterirdi.
Bir ihtiyaç sahibine nakdî yardımda bulunacağında; onu önce güzel bir zarfa koyar, üzerine de inci tanelerini andıran zarif el yazısıyla özene özene;
“İkrâmımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” yazardı.
Böylece âyet-i kerîmede buyurulan; “…Sadakaları Allah alır…” (et-Tevbe, 104) sırrına riâyetle, zarif bir üslûp sergilerdi.
Aynı zarâfeti, bir hediye verecekleri zaman da gösterir, onu en güzel bir şekilde paket yaptırır, büyük bir nezâketle, incitmeden, iltifat ederek ve gönül alarak takdim ederdi. Böylece merhum pederim;
“…Bir kul, elini sadaka vermek için uzattığında, o sadaka muhtacın eline geçmeden önce muhakkak Allah Teâlâ’nın eline konmuş olur…” (Ali el-Müttekî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 377/16134) hadîs-i şerîfi mûcibince, verdiğini doğrudan doğruya Allâh’a verebilmenin vecd ve heyecanı içinde, ulvî bir edep ve nezâket gözetirdi.
Bu makalede, zekât ve infak hakkında ancak bir hulâsa verebildik. İmkân sahibi bir mü’min; vazifelerini ilmihâlden tahsil etmeli yahut erbâbından, istikametli âlimlerden sorup öğrenmelidir.
Cenâb-ı Hak, bizleri mahşer yerinde pişmanlık içinde; «Âh keşke infâk etseydim! /
يَا لَيْتَن۪ي / يَا لَيْتَنَا» diye dövünenlerden olmaktan muhafaza buyursun!..
Kökü cennette olan cömertlik ağacının dallarına tutunarak, cennet-i âlâya erişenlerden olmayı nasîb eylesin!..
Âmîn!..______________________
* Yakın devir âlimlerinden Muhammed Ebû Zehra ve Yûsuf Kardavî gibi fakihler, son asırlarda gelişen ve artan fabrika motorlu nakil vasıtaları, büyük gelir sağlayan gayrimenkuller gibi sahalarda zekâtın, ticaret malına değil, öşüre kıyaslanmasını teklif etmişlerdir.
Böylece zekât gününde var olandan değil, toplam gelirden ve gayr-i sâfî / brüt % 10 veya sâfî / net % 5 zekât verilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. (Bkz. Hayreddin KARAMAN, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, Zekât Bölümü)
Fabrika ve benzeri gelir vasıtaları, iktisâdî dünyaya yakın zamanda girmiştir. Bunlar hakkında yeni içtihadların yapılması tabiîdir. Bu içtihadlarda fukarâ lehinde davranmak ve zekâtı artırmak, elbette daha fazîletlidir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Ekim, Sayı: 236
YORUMLAR