Zihinlere Atılan Nefret Tohumları
İslami kavramların suni tartışmalarla gündeme gelerek dinin itibarsızlaştırılmaya çalışılması, İslam’a ve Müslümanlara ait birçok olgunun olumsuz temsillerle sunulması zihinlerde peşin hükümler oluşturuyor. Bu da toplumsal ayrışmaya sebep oluyor.
Türkiye’de laiklik prensibi hayata geçirilirken modernleşmek ve batılılaşmak için bir lokomotif olarak görülmüştü. Fransız laikliğine benzer tahakkümcü bir surette gerçekleşen bu değişim beraberinde dini kurum ve yapıları zapt u rabt altında tutmayı esas almıştı.
Osmanlı Devleti hem şer’i hem de örfi hukukla idare edildiği için dini atıflar ön plandaydı. Laikleşme süreciyle birlikte dinle ilgili olanın geriye yani Osmanlılara ait olduğu fikri dayatıldı. İdareye karşı getirilen eleştiriler laiklik karşıtı olarak görüldü, bu görüşler dincilik-gericilik-irtica şeklinde adlandırıldı. Oluşturulan bu algıyla din ile ilgili olan her şey ötekileştirildi, kontrol edilemeyen ise rejim aleyhtarı olarak görüldü.
DİNİ OLANI İSTEMEME
Bazı dönemlerde yükselişe geçen “dinî olanı istememe” durumunun bir noktadan sonra en katı uygulamalara yol açarak İslam karşıtlığına dönüştüğünü de gördük. Bu da toplumsal barış ve huzurun bozulmasına, ferdlerin ciddi mağduriyetler yaşamasına sebep oldu. Günümüzde bu tutumun taraftarları tesirlerini kaybetmiş gözükse de kimi basın yayın organlarında kitleleri manipüle ederek etki alanlarını genişletmeye çalışıyorlar.
Son dönemde bazı medya organlarınca yapılan haberlerde İslami değerlere karşı nefret söyleminin yoğunlaştığı bariz bir şekilde müşahede ediliyor. İslami kavramların suni tartışmalarla gündeme gelerek dinin itibarsızlaştırılmaya çalışılması, İslam’a ve Müslümanlara ait birçok olgunun olumsuz temsillerle sunulması zihinlerde peşin hükümler oluşturuyor. Bu da toplumsal ayrışmaya sebep oluyor. Bir kişi ya da olaydan yola çıkarak bütün bir topluluğa şamil menfi genellemeler, çarpıtma haberlerle kişi ya da kurumlar yıpratılmaya çalışılıyor.
Bu tür çarpıtma haberlerin güncel örneklerden birisi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Fetvalar bölümünde ayrı ayrı maddeler halinde işlenen “buluğ” ve “nikâh” kavramlarına ilişkin açıklamaları arasında zorlama bir ilişki kurarak “Diyanet kız çocuklarının dokuz yaşında evlenilebileceğini açıkladı” başlığıyla yapılan sözde haberdir. Diyanet kesin bir dille bu çarpıtmayı tekzip etmiş olsa da zihinlere atılan olumsuz algıyı ne kadar tesirsiz hale getirdiği meçhul. Bu tür çarpıtma haberler hiç şüphesiz kastî olduğu kadar Türkiye’de “aydın kesimin” dinî konulardaki bilgisizliği ya da gafilliğinden kaynaklanıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz konusundaki nass vurgu yapmasıyla “Erdoğan’ın Nas suresi hatırlatması” şeklinde yapılan haberler, akabinde “Nas suresi diye bir sure yok” yorumları bilgisizliğin ne kadar derin olduğunu gösterdi. Bu bilmediğini de bilmeme seviyesindeki cehl-i mürekkep hali kendini “Atatürkçü İlahiyatçı Yazar” olarak tanımlayan bir ismi bile çileden çıkarmış olacak ki bu kişi: “Seküler kesim dinsel terminolojiden ne kadar da habersiz. Faiz konusunda nass var denildi, onlar nass deyince Nas suresi sanıyorlar. Nas suresinde faizden bahsedilmez. Nas başka nass başka. Nass, ayet demek, dogma demek, ilahi kural demek. Ücretsiz danışmanlık verebilirim” şeklinde bir paylaşımda bulundu.
Medyanın toplumsal rollerinden biri duyarlılığı ve farkındalığı arttırmaktır. Tersinin yaşandığı ülkemizde kanuni bir takım düzenlemeler şart. Geçtiğimiz ay Adalet Bakanı’nın Nefret Söylemi ve Nefret Suçları Sempozyumunun açılışında yaptığı konuşma buna ilişkin bir gelişme olacağı beklentisini doğurdu:
“Bir insanın kılık kıyafetinden, düşüncesinden yaşam tarzından, inancından dolayı eğitim ve çalışma hayatına yönelik nasıl ayrımcılığa tabi tutulduğunu kötü örnekleriyle hafızamızda tazedir. Bu kimliklerine kültürlerine yönelik ret, inkâr ve asimilasyon politikalarının da insanımızın onurunu nasıl rencide ettiğini yine hepimiz yaşadık. Ayrımcılık ve nefret suçuna ilişkin Türk Ceza Kanunu’nda yeni bir düzenleme yapacağız. Meclisimizin İnsan Hakları Komisyonu başta olmak üzere, buralarda olgunlaşarak yasal düzenlemenin bu yasama döneminde gelmesini hedefliyoruz.”
Hiç şüphesiz nefret söylemiyle mücadele, tek başına mevzuatla sağlanacak bir husus değildir. Karşılıklı saygı anlayışı içerisinde hareket etmek gerekiyor ki bu saygının oluşması da öncelikle toplumun değerleri hakkında bilgisiz kalmamaya bağlı.
GÜÇLÜ TÜRKİYE YOLUNDA ENERJİK HAMLELER
Türkiye’nin enerji talebi ekonomik büyümesi ve nüfusa paralel olarak artıyor. Elektrik enerjisi tüketimi bu yıl yüzde 8 seviyesinde artış gösterdi. İlgili kurumların yaptığı çalışmalara göre yılda ortalama yüzde 3,5 oranında bir artış bekleniyor. Hükümet de buna istinaden ülkemizin artan enerji ihtiyacını karşılamak için hamleler yapıyor.
2017 yılında açıklanan milli enerji ve maden politikası daha çok yerli, daha çok yenilenebilir düsturunu esas alıyordu. Bunu gerçekleştirmek için pek çok adım atıldı. Rüzgâr ve güneş enerjisinde 2027 yılına kadar 10’ar bin megavatlık ek kurulu güç katkısı hedefleniyor. Enerji havuzuna nükleer enerji de ekleniyor ve üretim portföyü daha da çeşitlendiriliyor.
Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nde her biri 1200 megavat güce sahip dört üniteden oluşan 4 bin 800 megavat kapasiteli olarak planlanan santralle ilgili çalışmalar da devam ediyor. Akkuyu Nükleer Santralinin ilk ünitesi 2023 yılında devreye alınacak. Böylece Türkiye, dünyada nükleer enerjiyi işleyen ve kullanabilen sınırlı sayıdaki ülkeler arasına dâhil olacak. Dünyanın 32 ülkesinde 443 nükleer güç santrali halen faaliyette.
Akarsulardan, rüzgârdan, güneşten, jeotermal kaynaklardan elde edilen enerji payı da yapılan yatırımlarla birlikte yüzde 290 arttı. Son yirmi yılda 605 hidroelektrik santral hizmete alındı.
Bugün yenilenebilir enerji kurulu gücü 52 bin 140 megavat değeriyle toplam kurulu gücümüzün yüzde 53’lük kısmını oluşturuyor. Jeotermal enerjisi kurulu gücü bakımından 2020 yılı verilerine göre Avrupa’da 1’inci, dünyada ise 4’üncü sırada. Yine ülkemiz 2020 yılında toplam yenilenebilir kurulu gücünde dünyada 12’nci, Avrupa’da 5’nci sırada yer alıyor. Geçen yıl üretilen elektrik enerjisinin yüzde 57,4’ü yerli, yüzde 42,5’u yenilenebilir kaynaklardan elde edildi.
Bunun yanında Türkiye etrafı zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarıyla çevrili bir ülke olarak son yıllarda arama ve sondaj çalışmalarında bir paradigma değişikliğine gitti. Uzun yıllar boyunca petrol ve doğal gaz arama çalışmaları genellikle kiralama usulüyle yapılmıştı. Özellikle derin deniz sondajlarında Türkiye tamamen dışa bağımlıydı. Ciddi kaynak ayrılan, büyük meblağlar harcanan bu çalışmalardan yakın tarihe kadar olumlu bir sonuç çıkmamıştı. Bu faaliyetlerin milli imkânlarla sürdürülmeye karar verilmesiyle beraber 3 sondaj ve 2 sismik araştırma gemisi ülkemizin filosuna dâhil edildi. Filoyla 2018 yılından bu yana 14 derin deniz kuyusu açıldı. Gizli-açık sabotajlara rağmen yürütülen bu çalışmalar neticesinde geçen sene Karadeniz’de 540 milyar metreküplük doğalgaz keşfi gerçekleşti. Bütün bu gelişmelerin Türkiye ekonomisinde çarpan etkisi yaparak milli gelirde artış sağlaması hedefleniyor.
Kaynak: Bilal Akyol, Altınoluk Dergisi, Sayı: 430
YORUMLAR