Zihnimizi Kimler Kontrol Ediyor?

EZCÜMLE

Zihnimizi kim inşa ediyor? Görünürde Müslüman, ama zihin yapısı olarak seküler (dünyevî) Batı kültürünün tesiri altında mıyız?

Günlerdir erkeklerin “kavvam”lığı konusuna kilitlendik kaldık. Hanımların kafasında olmaz sorular…

“-Ya eşimiz beceriksizse…”, “Ya biz ondan fazla para kazanıyorsak…”, “Ya biz ondan daha akıllı isek…”, “Ya o anne-babasının sözünden çıkmayan bir süt kuzusu ise…”

Şu soru daha şaşırtıcı idi:

“-Kavvamlık devredilebilir mi? Bazı durumlarda kadınlar kavvam olabilir mi?”

Âyet sadece: “…Erkekler, kadınların üzerine kavvâmdır…” (en-Nisâ, 34) buyurmuştu. Dînî hassasiyeti olduğunu düşündüğüm hanımlarda fark ettiğim bu kabullenememe, pek çok konuda eşitlik istenmesi, oldukça şaşırtıcı idi. Edgar Morın’ın:

“Hayvanlar arasında yenen ve yenilen vardır. Güçlüler, güçsüzleri yerler. İnsanlar arasında ise tanımlayan ve tanımlananlar vardır.” cümlesi beynimde şimşek gibi çaktı.

ZİHNİMİZİ KİM İNŞA EDİYOR?

Doğru ya da yanlış davranışın ne olduğunu bize öğreten kimse, bizi ve aklımızı yöneten kişidir. Bu hanımların aklını yönetenin kim olduğunu bulmak lâzım, Kur’ân ve Sünnet’in yönetmediği ortada…

Müslümanız, inanç esaslarını, ibadetlerimizi biliyoruz, hattâ ibadetlerimizde çok hassas da olabiliyoruz, ama bu durumumuz Cenâb-ı Hakk’a çok yakın olduğumuz mânâsına gelmiyor. Yaptığımız ibadetler bizi dinden kopuştan uzak tutmaya yetmiyor. Görünürde Müslüman, ama zihin yapısı olarak seküler (dünyevî) Batı kültürünün tesiri altında mıyız? Bu parçalanmış zihin yapımız ile durduğumuz yeri, zihin dünyamızda kabul ettiğimiz doğru ya da yanlış olan şeyleri kimin belirlediğini belki hiç düşünmedik, gündelik telâşlarımız buna engel oldu, belki de bilgi edindiğimiz yerler yanlış yerlerdi.

Hangisi olursa olsun, bugün artık oturup başımızı iki elimizin arasına alıp yaşantımızı, bize dayatılan kültürü neden düşünmeden, sorgulamadan, eleştirmeden kabul ettiğimizi, kabul ettiğimiz argümanların hiç de İslâmî olmadığını anlamak ve zihin dünyamızı değiştirmek zorundayız. “Modern Müslüman” diye bir tabir olamaz. O modern kavramının içine nelerin girdiğini bilmek, anlamak zorundayız.

Kâinâtı ve dünyayı tanımlama hakkını elinde tutan güç, dünyayı ve kâinâtı yönetme hakkına da sahiptir. Hayata, hayatın mânâsına, değerler sistemine dair temel tanımları ortaya koyan ve bu tanımları kabule zorlayan irâde, insanın özgürlüğünün sınırlarını da tayin eder, insanın nasıl yaşayıp, yaşayamayacağını da belirler.

Peygamberler, “seküler” yani “Allâh’ı kabul etmeyen bir dünyada” düşünce sisteminde değişiklikler yaparak işe başlıyorlar; Allah inancı olmayan düşünce sistemleri de aynı işi yapıyorlar. Allah Teâlâ, peygamberlerini, insanın zihin dünyasını oluşturan, Allâh’a dair, insana, kâinata, hakikate, âhirete, ahlâka, faziletlere, iyilik ve hürriyete dair tanımları, vahiy merkezinde tekrar oluşturmaları için göndermiştir.

Peygamberler, insanlık tarihinde çok büyük zihnî devrimler yapmışlardır. Birçok tanımı yıkmış, yeniden inşa etmişlerdir. Bütün gelişimler, değişimler zihinde başlayıp oradan davranışa dönüştüğü için en doğru düşünce sisteminin oluşturulması elzemdir. Bu, insana bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Peygamber Efendimiz’in bize vahyin ışığında sunduğu ve oluşturduğu tanımlar, daha insânî, daha âdil ve daha merhametli, vahyin oluşturduğu bambaşka bir kültürün kapısını araladı. İslâm, önce zihinlerde başladı.

İnsan, çevresinde meydana gelen herhangi bir hâdise, durum veya sözün tesiri altında kaldığı zaman ilk yaptığı şey, o konu hakkında düşünmektir. Düşüncesine göre bir duygu geliştirir ve o duygu, onda davranışa sebep olur. Bazen ânî tepki verir, bazen de tepkisini belirler, seçer tepki verir. Seçtiği tepkiler, zihin dünyasını belirleyen tanımlardan uzak değildir. Bu zihnî süreç hep aynıdır, değişmez. Meselâ kişi, birisinin, kendisi hakkında gıybet ettiğini işitir. Bu durum üzerine:

“-Benim gibi insana bunlar yapılamaz, bunlar nankör, hain, küstah insanlar… Bu dünyada kimseye iyilik yapmayacaksın, hadlerini bildirmeliyim…” gibi, zihin yapısını oluşturan nefsine dair kalıplarla düşünür. Nefret, kin, intikam gibi duyguları açığa çıkar. Ya gider, kavga eder, ağır sözler söyler ya da aynı onların yaptığı gibi, bu kez de o, onların gıybetini yapmaya başlar.

Bu sürecin en önemli kısmı, kişinin o anda, vahyin ışığında düşünebilmesidir. Zihin dünyamızın ne kadar Peygamber tanımları ile uyuştuğu, ne kadar İslâmî olduğu çok önemlidir. Zihnine, kalbine tesir edip, zihnî tanımlarını Peygamber tanımları ile değiştirebildiğimiz insan, hayatını İslâm’ın ışığında değiştirecektir.

Sorgulamamız gereken tam da bu konu: Biz bugün, İslâm kültürünün tanımları ile mi düşünüyoruz, Batı kültürünün tanımları ile mi? Biz, hangi duygu ve aklın güdümünde kurgulanmış bir medeniyetin içindeyiz, bunu öğrenmek zorundayız. Kimdir bugün mâruz bırakıldığımız seküler Batı kültürü?

17. yüzyılda Batının aydınlanma süreci neticesinde oluşan, bugün bütün dünyada hâkim olan modern seküler (dünyevî) kültür; Allâh’ı dışlayarak, dîne karşı tepki olarak doğan, Allâh’ın yerine insanı ilâhlaştıran, insanın aklı ile her şeyi tanımlayabileceğine inanan ve kendince de tanımlayan bir kültürdür. Bugün bizim farkında olmadan benimsediğimiz bu kültürün kodlarında Allah Teâlâ yoktur. Dolayısıyla bu kültürün kabul ettiği doğru ve yanlışı da Allah Teâlâ belirlemez, insanın aklı belirler.

En ifsad eden (bozan) tanımlarından biri, insana dair tanımlarıdır. Batı kültürü; insanı bencil, menfaatçi, rasyonel, yani “çıkarları için aklını kullanan hırslı bir varlık” olarak tarif eder. Küresel dayatmacı Batı kültürü, insanın nefsini, hevâ ve hevesini temel alır. Hazlar gerçekleştirilmezse kişide nevrozlar (psikolojik rahatsızlıklar) oluşacağını söyleyerek, insanı hazlarının peşinde koşmaya (hedonizm), dünyayı doya doya yaşamaya odaklar.

“-Hayatımı doya doya yaşayamadım.”,

“-Eşimle doya doya birbirimizi sevemedik!”,

“-Doya doya bir gezemedim, eğlenemedim, ömrüm çile içinde geçti!” cümleleri sizlere de tanıdık geliyor mu?

Bu sözleri söylerken kimin sazını çaldığımızı fark edebiliyor muyuz? Batının insan anlayışında rûhî yön aslâ olmadı. Batı, yıllarca psikoloji kitaplarında, “Ruh diye bir şey yoktur, biz insanları davranışlarından anlarız.” diye bas bas bağırdı.

Zira rûhu kabul ettiği zaman işin ucu Allâh’a dayanacağı için reddetmek kolay olanı idi. Batı kültüründe çıkarı peşinde koşmak meşrû; aksi, enâyilik telâkkî edildi. Mirastan pay alamayan evlât, anne ve baba ile bütün bağını koparırken hangi zihnî yapı ile bu işi yapıyor dersiniz? Eşi işten çıkarılınca ihtiyaçları karşılanmadığı için huzursuzluk çıkarıp evini terk eden hanım, hangi zihnî yapı ile bunu yapıyor dersiniz? Evlâdı down sendromlu doğunca eşinden boşanan bir erkek, hangi zihnî yapı ile bunu yapıyor dersiniz? Mesâî saati dolar dolmaz, öğrencileri daha kursu boşaltmadan kursundan ayrılan bir öğretici, hangi zihnî yapı ile bunu yapıyor dersiniz? Maaşının karşılığı kadar çalışıyor. Devlet kurumunda çalışan, saat 15’te, alelacele, hastası biter bitmez mesâî saatine dahî bakmadan, özel muayenehanesine koşan doktor, hangi düşünce yapısı ile çalışıyor dersiniz? Gelen müşterisinin kürküne, tipine, zenginliğine, tanınmışlığına göre davranan tüccar, hangi düşünce yapısına göre bunu yapıyor dersiniz? “Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın!” diyen biri, hangi kültürün tesiri ile bunu söylüyor.

Batıda modern siyaset bilimi kurucularından Thomas Hobbes, “Leviathan” (Tevrat’ta geçen bir canavarın adı) isimli eserinde, “İnsan, insanın kurdudur.” der. Bütün eseri boyunca insanın nasıl birbirini yediğini, paylaşmayı aslâ kabul etmediğini anlatır. Kurtları bir arada tutmanın metotlarını anlatır, koskoca kitabında... Oğlunu, gelini ile paylaşamayan anne, kocasını, kayınvalidesi ile paylaşamayan gelin; sizce hangi düşünce yapısı ile bunu yapıyordur? Yanından ayırdığı elemanı, kendisi gibi kumaş dükkânı açınca, hangi düşünce yapısı ile toptan kumaş aldıkları fabrikalara:

“-Benim sizinle çalışmamı istiyorsanız, ona kumaş vermeyin!” diyebilir.

Bir özel okulun iflâsını göze alıp, yüksek meblağlar vererek en başarılı öğretmenlerini ve bedava okutma vaadi ile en başarılı öğrencilerini, onun elinden alan özel okul yöneticisi, hangi zihin yapısındadır?

“-Senin zaten oğlun yok, bu fabrikayı ne yapacaksın? Hisseni bana sat!” diye kardeşine baskı yapan abi, hangi düşünce yapısındadır.

Vahyin ışığında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanı eşref-i mahlukât olarak tarif eder. İnsanın içinde fücûr tarafı, nefsi vardır, ama takvâsı da vardır. İnsan halife olarak yaratılıp yeryüzüne gönderilmiştir. Bütün varlıkların huzur ve mutluluğundan sorumludur. Nefs-i emmâresini terbiye edip, fazilet ve Kur’ân ahlâkı ile ahlâklanmakla yükümlüdür. Kâmil mü’min olmak için gayret eder, mü’min kardeşi için dertlenir. Kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de ister, onun yarasını sarar, kardeşi onun aynasıdır.

“-Önce sen!” der. İçindeki öfke ve şehvetini Allâh’ın rızâsı doğrultusunda yönetir.

Gayesi insanların takdiri ya da beğenisi değil, Allâh’ın rızâsı ve rahmetidir. Şimdi burada iyi düşünelim, biz hangi zihin yapısını yaşıyoruz?

Kayınvalidesine bakan gelin, nefsî ve dünyevî mazeretler göstererek bu işi yapmayan eltileri tarafından enâyi olarak görülüyorsa, bu eltiler, hangi zihin yapısının ürünleridir?

“Allah katında en üstün olan, takvâlı olandır!” buyruluyor. (Bkz. el-Hucurât, 13) Burada kastedilen takvâ; “Allâh’a hesap vereceğim, O’nun râzı olduğu şeyi yapıp, hoşlanmadığı şeylerden kaçınmalıyım!” düşüncesi ile oluşan sorumluluk duygusudur. Fakat bugünün âilelerinde şiddeti önleyen mekanizma, polise ve kanunlara ihtiyaç duyar hâle gelmiştir. Vahiyden kopup, insandaki iç denetimi çalıştırmadan, dışarıdan baskı ve tedbirler yoluyla âile içi şiddet ile baş etmek mümkün olacak mıdır?

Seküler (Allah’tan uzak, dinsiz) Batı kültüründe, akıl bağımsızdır. “Rasyonel/akılcı ol, realist/gerçekçi ol!” derken duygudan ve değerden arınmış, güyâ “saf aklı” kabul ederler, bu da onlara göre pozitivist anlayıştır. Bu anlayışta, bilgiye, ahlâkî değerler eşlik etmez. Öyle olsaydı, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atabilirler miydi? Kimyevî, biyolojik silahlar icat edebilirler miydi?

Pozitivist anlayışla kurgulanan Batının hakikat anlayışı, akıl ve beş duyu ile kavranan şeydir. Hakikat gözlemlenebilendir. Bunun ötesi gerçek değildir, dolayısı ile âhiret, mânevî kaygı yoktur. Hakikat, insana bağlı olduğu için devamlı değişir Batı’da… Hâlbuki değişmez hakikatler vardır: Allâh’ın varlığı, varlıklar âlemi, niçin yeryüzüne geldiğimiz, nereye gideceğimiz… İnsana derinlik ve mânâ yükleme sürecinde değişmez bir hakikat anlayışı vardır, vahyin ışığında, Peygamber Efendimiz’in hakikat tarifinde... Bugün dinin bazı hükümleri için:

“-O dündü, dünde geçerli idi, bugün geçerliliğini kaybetti!” diye Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetini “tarihsel” olarak gören, sözüm ona ilâhiyatçı; bunu hangi zihne hizmet ederek söyler?

Allâh’ın varlığı, Kur’ân âyetleri değişmez hakikatlerdir. Batı, insanın hakikatini sadece fücûr yanı ile tarif ederek insanı tahrif edip bozarken, hiçbir zaman hakikat anlayışında âhiret kaygısı taşımamıştır. Çünkü Batı, ilk önce Allah tasavvurunu tahrif etmiş:

“-Tanrı öldü, O’nu biz öldürdük!” diyebildikleri gibi, Tanrı inancı olanlardaki Allah tasavvurunu bozmak için şu tanımı yapmaktan geri kalmamıştır:

“-Eğer varsa Allah, kâinâtı yaratıp kenara çekilmiştir; oluşlara, süreçlere karışmaz, her şey insanın denetimindedir!”

Karışmayan Allah, hesap da soramaz onlara göre… Deizmi pompalamalarının sebebi, Allah Teâlâ’yı işlerine karıştırmak istemediklerindendir.

“EY AKIL SAHİPLERİ AKLEDİN! AKLINIZI KULLANIN!”

Vahyin ışığındaki Peygamber tanımlarında, akıl, Allah’tan bağımsız çalışamaz. Çünkü “Yaratan Rabbin adı ile akledilmesi” emredilmiştir. Ancak bu şekilde insanın kötü tarafı olan, fitne-fücur tarafı ile mücadele edilip, iyilik tarafı beslenebilir. İnsan, aklının yanına Allâh’ın verdiği kıymetli duyguları, faziletleri, merhamet ve adâlet gibi değerleri koyarak akıl etmelidir. O zaman “akl-ı selîm”, “kalb-i selîm” sahibi olabilir. Allâh’ın belirlediği, zandan ve vehimden uzak sınırlar içinde aklı kullanmaktır “akl-ı selîm”... Kur’ân-ı Kerîm’de “Akletmez misiniz?” denilen akıl, saf akıl değildir, Allâh’ın tayin ettiği sınırlar içinde düşünen akıldır.

Batının adâlet kavramı, ihtiyacı olana ihtiyacını vermek olup; merhamet, iyilik yapmak adâletin içinde mevcut bile olamaz. Peygamber Efendimiz’in öğrettiği adâlet tanımında; fıtratımızın doymak bilmeyen nefis ve fücûr tarafını tezkiye edip, takvâ tarafını beslemek, ikisi arasındaki dengeyi sağlamak esastır.

Batıda hürriyet, nefse köleliktir. Bizde hürriyet, nefse köle olmadan sorumluluk şuuru ile yaşamaktır. Kötülüğe bakan, haz arayan, hevâ ve hevesimizi; sorumluluk şuurumuz olan takvâ ile dengede tutma hâlidir.

Batı ferdiyetçiliği pompalar. Ferdin modern dünyada karşılığı, insanın davranışlarına yön veren, âilevî, ahlâkî temel değerlerinden bağımsızlaşmasıdır. Tevhîd inancında ise, varlıklar âlemi bir bütündür. Bir bütün içinde bütün varlıklar, birbirinin varlığını ve gelişmesini destekleyecek şekilde iş görürler. İnsan, kâinatta ve toplumda, üst üste örülmüş tuğlalar gibidir, bir tuğlayı çeksek bütün duvar zarar görür; o boşluğu kimse dolduramaz, zira herkes kendine ait boşluğu doldurmaktadır. Biz, ancak bir bütünün içinde huzuru ve mutluluğu bulabiliriz. Ferdîleşmiş insan mutludur, denilemez. Yalnızdır. Batıda insanlar yalnız yaşıyor, hayatına kimseyi müdahale ettirmiyor. Birbirine dost, birbirine şifâ olması gereken insanları; ötekileştiren, yalnızlaştıran, kırılgan ve depresif varlıklar hâline getirmiştir Batı… Toplum çok daha önemli bir kavram olup, ferdin önüne geçmesi gerekir.

Toplumlar, Batının zannettiği gibi üretim ilişkilerinin ve teknolojinin değişmesi ile değişmez. Bu tamamen materyalist bir düşüncedir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- üretim biçimini değiştirerek İslâm kültürünü inşâ etmedi. Sadece zihinleri değiştirdi.

Mülkiyet tanımı, vahyin ışığında “emânet” ile açıklanır. Çünkü her şeyin sahibi, mâlikü’l-mülk olan Allah Teâlâ’dır. Batıda ise mülkiyet, sahipliktir. Sahip olduğun şeyi, istediğin gibi kullanabilirsin, istediğin gibi harcayabilirsin.

Her türlü güç yüceltilir Batı düşüncesinde… Bu, ezen ve ezilen ilişkisine sebep olup, güvensiz, endişeli insanlar meydana getirir. “Hayat bir mücadeledir!” diyoruz. Bu Batının ifadesidir. İslâmî ifade şekli, “Hayat bir muâvenettir.” yani kardeşliktir, yardımlaşma ve dayanışmadır.

Batı toplumunun meşrûiyet, yani bir davranışın doğru ya da yanlış olduğunun kaynağı, toplumdur. Bizde meşrûiyet kaynağı, Allah’tır. Helâli ve haramı, Peygamber’ine de yetki vererek belirler. Batı toplumunda herhangi bir davranışı, toplumun yüzde altmışı tasdik ediyorsa, o davranış iyidir. Onlar, bunu tasdik ederken hümanist, yani insanı Allâh’ın yerine koyarak tasdik ederler. İnsan cinselliğini istediği gibi, istediği kimse ile yaşayabilmelidir, o sebepten LGBT dediğimiz cinsin bütün sapkınlıkları Batıda tasdik görür.

Kur’ânî esaslarda ise, norm (prensip, kural, kanun) koyan Allah olduğu için Allâh’ın tasdik etmediği hiçbir şeyi insan tasdik edemez, doğru kabul edemez. Bugün dindar gençliğin cinsel tercihlere saygı duyduğunu sosyal mecrâlarda ve ifadelerinde kullanmasına ne demeli? Hangi zihnî tanım ile bunu yapıyorlar acaba…

Ekonomiye giriş kitabının ilk cümlesi: “Sınırsız insan ihtiyaçlarını, sınırlı yeryüzü kaynakları ile karşılama ilmidir.” diye geçer. İnsanın hevâsı sınırsızdır. İhtiyaç sınırsız olamaz! İhtiyaçlar belirlidir: Yeme, giyinme, barınma gibi… Bugün evlerimize bir bakalım; hangi eşyalarımız ihtiyaç, hangileri istek ve arzularımızla alınmış ve ihtiyaç değil, hevâmızın ürünü... Sınırsız olan ihtiyaçlarımız değil, arzularımızdır.

Milyarlarca aç insan, çok az insanın sınırsız ihtiyaçlarını karşılamak için, temel ihtiyaçlarını dahî karşılayamadıklarından göç etmekte iken, bizim fazladan, arzularımızdan aldığımız her şey, onların ellerinden alınmış ihtiyaçlarıdır. İhtiyacımız dışında yediğimiz her lokma, aç insanların elinden aldığımız lokmadır. Bizden dezavantajlı kitlelerin elinden alınmış, çalınmış fazlalıkları lüks olarak yaşıyoruz.

Ümit ediyorum ki, bu yazının sonuna geldiğimizde, hepimizin kalbinde, “İyi ki tanımları Allah Teâlâ, peygamber göndererek kendisi yapıyor!” düşüncesi yerleşsin ve kendimize çeki düzen verelim; Batının tanımları ile mi hayatımızı yönetiyoruz, İslâm’ın tanımları ile mi? Bunu belirledikten sonra düşünce sistemimize İslâmî filtre koyma mecbûriyeti hissedelim ve hayata geçirelim.

Kaynak: Fatma Hâle Sağım, Şebnem Dergisi, Sayı: 193