Zübde Ne Demek? Zübde Ne Anlama Gelir?

Zübde ne demek? Zübde kelimesinin anlamı nedir? Zübde kelimesine örnek cümleler...

Züb­de: Öz, hü­lâ­sa, bir şe­yin seç­kin kıs­mı anlamına gelmektedir.

ZÜBDE KELİMESİNE ÖRNEK CÜMLELER

Kâinat, ilâhî sıfatların fiilî tecellîsi; Kur’ân da kelâmî tecellîsidir. İnsan ise zübde (öz) sûretinde bütün tecellîlerin mecmuasıdır. İnsansız bir dünyâ ne kadar sönük olursa, Kur’ân’sız bir insan da tıpkı öyledir.

Kâinat, sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da sesli bir kâinattır. İnsan ise, ilâhî esrârın bir tecellî âbidesi olarak, bunların özü ve zübdesi gibidir. Kur’ân, bir beyân mûcizesi ve Hak nutkudur. Kur’ânî hakîkatlerden uzak bir gönül ise, içine katran yağmışçasına karanlık, nursuz ve iki cihan bedbahtıdır.

*****

Kâinat kitabının hulâsası, fâtihası ve bütün esmânın tecelliyâtı olan insanın bu nizamdaki yeri, rûhânî ve mânevî gıdalarla beslenip yaratılışın nüsha-i kübrâsı ve kâmil bir zübdesi olmak değil midir? Hayat çarşısının en asil giysisi olan kefen, bütün fânî alış-verişlerin iptal noktası değil midir?

*****

Hâlbuki bu ifâdeler, “zübde-i âlem” (âlemin özü) olarak yaratılan ve “eşref-i mahlûkât” (yaratılanların en şereflisi) olan insan için haksız îzahlardır. Bunun doğrusunu Kur’ân-ı Kerîm şöyle beyân buyurur:

“Şüphesiz Biz insanı en güzel bir biçimde (ahsen-i takvîm üzere) yarattık.” (et-Tîn, 4)

*****

Şeyh Gâlib, bu hakîkati ne güzel ifâde eder:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!..

*****

Kur’ân-ı Kerîm, insanları “nûr ve zulmet” ihtilaçları karşısında irşâd etmekte ve zulmetten sakındırarak nûra sevk etmektedir. Allâh’ın sıfatlarının tekvînî tecellîsi ile fiilî kâinat vücûda geldiği gibi, kelâmî bir tecellî zemîninde de Kur’ân-ı Kerîm ortaya çıkmıştır. Buna göre kâinat, mûcizevî Kur’ân-ı Kerîm’in bir nevî mufassal tefsîri demektir. Yâni Kur’ân-ı Kerîm, kelimeli bir cihân; kâinat ise kelimesiz bir Kur’ân’dır. Kâinat, türlü tekvînî âyetlerle donatılmış kudret ve esrar yazılı bir kitap gibi ibret nazarlarına sunulmuştur. İnsan ise bu iki tecellînin özü, zübdesi ve tohumu mesâbesindedir. Nitekim Cenâb-ı Hakk kulun kendi katındaki mevkîini şu hadîs-i kudsîde ne güzel ifâde eder:

“Ey kulum! Seni kendim için yarattım. Bütün eşyâyı da senin için halkettim. Benim, senin üzerinde olan hakkım, senin için yaratılanların seni -gaflete düşürerek- benden alıkoymamasıdır. Çünkü sen benim için yaratıldın.”

Bu sebepledir ki, mutasavvıflar insandan “zübde-i âlem”, “âlem-i sağîr” diye bahsetmişlerdir. Bu durum insanın hayra da şerre de, nûra da zulmete de meyli ve iktidârı olduğunu ifâde eder. Şu keyfiyet Âdemoğlunun ruhlar âleminden “ete kemiğe büründürülerek” bu dünyaya gönderilmesinin hikmetini ortaya koyar.

*****

mevcudâtın varlık sâiki, hilkatta ilk olan Nûr-i Muhammedî’ye O’nu yaratanın muhabbetidir. Bu sebeple bütün kâinat, yaratılışta ilk olan Nûr-i Muhammedî’nin şerefine ve O’na bir mazrûf olmak üzere halkedilmiştir. Nûr-i Muhammedî’ye mazrûf olan bu kâinâtın ilâhî lutuflara nâil ve muhâtap olmak yönünden zirvesi insandır. İnsanlık manzûmesinin zirvesi de vucûd-ı Muhammedî’dir. O insan ki, bu koskoca kâinâtın bir yelpaze misâli, içinde dürülüp meknûz bulunduğu minyatür bir âlemdir. Bu sebeple kendisinden aynı zamanda “âlem-i sağîr” (küçük âlem) diye de bahsedilir. O, tohum içinde gizli koca bir çınar, zerrede gizli büyük bir kürre ve ferd içinde bir cemiyet mevcûd olması kabîlinden, bünyesinde -müspet ve menfî- büyük ve küllî oluşların hülâsasını taşıyan zübde (öz) bir varlıktır. Bu vasıfları itibariyle “eşref-i mahlûkât” olan insan zerreciklerinin ummânında, hayâl ötesi bir zirve vardır ki o da vücûd-i Peygamberî’dir. O’na muhâtap olanlar Fahr-i Kâinât’ı, istîdâd ve iktidarları nisbetinde ve bir de muhabbet veya husûmetleri îcâbına göre telakkî etmişlerdir. O’na muhabbetle nûr, husûmetle nâr (ateş) görünür. Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali ile Ebû Cehil’in vücûd-ı Muhammedî’yi telakkîleri arasındaki fark, bu keyfiyette tezâhür etmiştir. Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ali, Âlemlerin Efendisi’ne, büyük bir aşk ve muhabbetle bakabildikleri için, öze inerek tasavvufun altın silsilelerinde ilk halkayı teşkîl edebilme şerefine nâil olmuşlardır.

*****

Sûfîlere âit menâkıb kitaplarında gönlün Kâbe’ye teşbîhine sıkça rastlanır. Bu keyfiyet, zübde-i kâinât (kâinâtın özü) olan insandaki kalbin, kâinât içinde Kâbe’nin mevkîine benzemesinden dolayıdır. Gerçekten her ikisi de tecelligâh-ı ilâhî olmak yönünden merkezî bir durumdadır. İlâhî tecellîyâtın birer temerküz (merkezîleşme) noktalarıdır. Bu menkıbelerde bâzan gönlün Kâbe’ye tercîh olunan bir üslûb ile takdîmi, kısmen âşıkâne bir coşkunluk ve kısmen de gönlü bu hâle getirmenin ehemmiyetini anlatmak ve bu husustaki gayretlere rağbet ettirmek içindir.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.