Zuhruf Suresinin Tefsiri
Dr. Adem Ergül, Zuhruf suresinin tefsirini yapıyor. Zuhruf suresinin tefsirini yazımızda dinleyebilir ve okuyabilirsiniz.
Zuhruf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 89 âyettir. İsmini 35. âyette geçen ve "altın, mücevher" mânasına gelen اَلزُّخْرُفُ (zuhruf) kelimesinden alır. Resmî tertibe göre 43, nüzûl sırasına göre 63. sûredir.
8. bölümde, 89 âyetten oluşan Zuhruf sûresinin tefsiri:
ZUHRUF SURESİNİN TEFSİRİ DİNLE
Zuhruf Sûresi 1. Kısım Tefsiri (1-14. Ayetler)
Zuhruf Sûresi 2. Kısım Tefsiri (15-25. Ayetler)
Zuhruf Sûresi 3. Kısım Tefsiri (26-35. Ayetler)
Zuhruf Sûresi 4. Kısım Tefsiri (36-44. Ayetler)
Zuhruf Sûresi 5. Kısım Tefsiri (45-56. Ayetler)
Zuhruf Sûresi 6. Kısım Tefsiri (57-66. Ayetler)
Zuhruf Sûresi 7. Kısım Tefsiri (67-78. Ayetler)
Zuhruf Sûresi 8. Kısım Tefsiri (79-89. Ayetler)
ZUHRUF SURESİ TEFSİRİ
- Hâ. Mîm.
- Gerçekleri açıklayan bu apaçık kitaba yemin olsun!
- Şüphesiz biz onu, düşünüp anlayabilesiniz ve gerekli dersleri alabilesiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.
- Doğrusu o, katımızdaki Ana Kitap’ta bulunan çok yüce, her türlü şüphe ve değişiklikten uzak, hüküm ve hikmetlerle dolu bir kitaptır.
Kur’ân-ı Kerîm “mübîn”dir; Allah’ın emir ve yasaklarını açıklamaktadır. Muhtevası açık ve anlaşılır bir kitaptır. İfadeleri fasîh ve belîğdir. O, hak ile bâtılın, doğru ile eğrinin arasını net çizgilerle ayırmaktadır. Arapça bir Kur’an olarak indirilmesinin hikmeti, ilk hitap ettiği kişilere âyetlerini düşünüp anlama ve ondan gereken dersleri çıkarabilme imkânı sağlamasıdır. Arapça bilmeyenler ise ya Arapça öğrenerek veya Kur’ân-ı Kerîm’in kendi dillerine yapılan tercüme ve tefsirlerinden faydalanarak Kur’an’ın mânalarını öğreneceklerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in içinde kayıtlı bulunduğu bildirilen اُمّ الْكِتَابِ (Ümmü’l-kitâb), Levh-i Mahfûz’dur. Bunun bir diğer ismi de كِتَابٌ مَكْنُونٌ (Kitâbun Meknûn)dür. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Şüphesiz o, çok değerli, pek şerefli bir Kur’an’dır. Onun aslı çok iyi korunmuş bir kitaptadır.” (Vâkıa 56/77-78)
“Doğrusu bu pek şerefli bir Kur’an’dır. Onun aslı Levh-i Mahfûz’da her türlü müdahaleden koruma altındadır.” (Burûc 85/21-22)
Kur’an عَلِيٌّ (aliyy)dir; çok şereflidir, kendisine ulaşılıp değiştirilemeyecek kadar yücedir. حَك۪يمٌ (hakîm)dir; nazmı, üslubu, verdiği bilgiler çok sağlamdır. Baştan sona ilâhî hüküm ve hikmetlerle doludur.
Bu sebepledir ki devam eden âyetlerde şöyle buyruluyor:
- Siz aşırı giden, Allah’ın verdiği kabiliyet ve imkânları boşa harcayan bir gürûh olup çıktınız diye, şimdi sizi bu şerefli, öğüt ve talimat dolu Kur’an’la uyarmaktan vazgeçip, başıboş kendi hâlinize mi bırakalım? Bu mümkün değil!
Cenâb-ı Hak, kullarına karşı öylesine bir şefkat ve merhamet sahibi ki, indirdiği âyetleri yalanlayan, peygamberine karşı gelen, hatta onu öldürmeye kalkışacak kadar aşırı giden azgınlara bile merhametini devam ettiriyor ve onların kurtulmalarını istiyor. Âdeta onlara: “Sizi bu halde bırakmak, benim rahmet ve keremimle bağdaşmaz. Ne kadar serkeşlik etseniz de, aşırı gitseniz de ben sizi boğulmaya, helak olmaya terk etmem. O halde benim bu merhamet ve keremime karşı nankörlüğün, yüz çevirmenin ve bâtıla sarılmanın sonuçlarını hiç düşünmez misiniz?” buyuruyor ve onları önceki toplumların hallerinden ders almaya çalışıyor:
- Daha önce gelip geçen toplumlara da nice peygamberler gönderdik.
- Fakat onlara ne zaman bir peygamber geldiyse, mutlaka onunla alay ettiler.
- Bu yüzden biz, seninle alay eden bugünkü inkârcılardan daha kuvvetli ve daha zorba olanları helâk ettik. Nitekim helâk edilen bu önceki toplumların ibret dolu sahneleri, daha önce inen sûrelerde anlatılmıştı.
Burada bir taraftan münkirler uyanışa davet edilirken bir taraftan da müşriklerin son derece şiddetli muhalefeti, alay ve işkenceleri ile karşılaşan Resûl-i Ekrem (s.a.s.), önceki peygamberlerin halleri hatırlatılarak teselli edilir. “Bunlardan daha güçlü, kuvvetli, zorbalıkta daha ileri gitmiş olanları helak eden Allah, bunları da istediği her an helak edebilir. Sen, bu gibi şeylere aldırmadan tebliğine devam et!” mesajı verilir.
Aslında, peygamberlerin davetine karşı çıkan bu inkârcılar, Allah hakkında tamamen bilgisiz değildirler. Ancak bu bilgilerinin, onları Allah’a gerektiği şekilde kulluğa götürecek bir seviyeye ulaşması gerekmektedir:
- Onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olsan, hiç şüphesiz: “Onları kudreti dâimâ üstün gelen, her şeyi hakkiyle bilen Allah yarattı” derler.
- O Allah ki, yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı; gideceğiniz yere şaşmadan varasınız diye orada sizin için yollar, geçitler ve türlü türlü ulaşım imkânları var etti.
- Gökten suyu belli bir ölçüye göre indiren de O’dur. Biz onunla ölü bir beldeye yeniden hayat veririz. İşte siz de, bitkilerin her bahar yeniden dirilmesi gibi diriltilip kabirlerden çıkarılacaksınız.
Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah olduğuna göre, bir beşiğin bebek için döşenip hazırlanması gibi yeryüzünü içinde yaşamamıza elverişli hâle getiren, istediğimiz yere kolaylıkla varmamızı sağlayan yollar yaratan, gökten belli bir ölçü dâhilinde su indirip ölü toprağı dirilterek yiyip içeceğimiz nice ürünler bitirenin de Allah olduğunu bilecek ve yalnızca O’na kulluk yapacağız. Bunları yaratmaya kudreti yeten Allah’ın bizi öldükten sonra diriltmeye de kadir olduğuna inanacak; esas hayatın âhiret hayatı olduğunu hiç aklımızdan çıkarmaksızın, o Yüceler Yücesi’nin rahmetini umup azabından korkarak ihlâsla kulluğa devam edeceğiz.
Rabbimizin bize olan büyük lutuflarından biri de, gemileri ve bir kısım hayvanları binek olarak emrimize vermiş olmasıdır:
- Bütün varlık türlerini çift çift yaratan, sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyler var eden de O’dur.
- Bu sayede onların sırtlarına kurulursunuz. Onlara binip üzerlerine yerleştiğinizde Rabbinizin nimetini hatırlayıp şöyle dersiniz: “Bunu bizim hizmetimize veren Allah her türlü kusur ve noksanlıktan uzaktır. Yoksa bizim buna gücümüz yetmezdi.”
- “Şüphesiz biz, bu nimetlerden sorulmak üzere Rabbimize döneceğiz!”
Gerek gemiler gerek hayvanlar gerekse diğer nakil vasıtaları bizim hayatımızı oldukça kolaylaştırmaktadır. Bunlara binerek uzak mesafelere yorulmadan gidebilmekte, ağır yüklerimizi bunlar sayesinde kolayca taşıyabilmekteyiz. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur.
“Hem bin bir güçlük çekmeden ve yarı canınız çıkmadan varamayacağınız uzak yerlere yükünüzü o hayvanlar taşır. Gerçekten Rabbiniz, pek şefkatli ve çok merhametlidir.” (Nahl 16/7)
Bu nimetlere karşı Rabbimiz bizden sadece şükür istemektedir. Üstelik şükrümüzü de nasıl ifâ edeceğimizi bizlere öğretmektedir. O da şudur:
İster gemi olsun, ister binek hayvanları olsun, üzerlerine bindiğimiz zaman şöyle diyerek Rabbimizi tesbih edecek ve O’nu her türlü noksan sıfatlardan, ortağı olmaktan v herhangi bir şeye ihtiyacı bulunmaktan pak ve uzak tutacağız:
“Bunu bizim hizmetimize veren Allah her türlü kusur ve noksanlıktan uzaktır. Yoksa bizim buna gücümüz yetmezdi. Şüphesiz biz, bu nimetlerden sorulmak üzere Rabbimize döneceğiz!” (Zuhruf 43/13-14)
Nitekim Resûlullah (s.a.s.) yolculuğa çıkarken hayvanı üzerine binip iyice yerleşince üç defa tekbir getirir, bu âyetleri okur, sonra da şöyle dua ederdi:
“Allahım! Biz, bu yolculuğumuzda senden iyilik ve takvâ, bir de hoşnut olacağın amellere muvaffak kılmanı dileriz. Allahım! Bu yolculuğumuzu kolay kıl ve uzağı yakın et! Ey Allahım! Seferde yardımcım, geride kalan çoluk çocuğumun koruyucusu sensin. Allahım! Yolculuğun zorluklarından, üzücü şeylerle karşılaşmaktan ve dönüşte malımızda, çoluk çocuğumuzda kötü haller görmekten sana sığınırım.”
Efendimiz yolculuktan döndüğünde de aynı sözleri söyler ve şu cümleleri ilâve ederdi:
“Biz yolculuktan dönen, tevbe eden, kulluk yapan ve Rabbimize hamd eden kişileriz.” (Müslim, Hac 425; Ebû Dâvûd, Cihad 72)
Tüm varlığın yegane tek ilâhı ve tek rabbı olan Yüce Allah’ın sayıya gelemz böyle nimetlerine ve O’nun birliğini gösteren bu muhteşem delillere rağmen:
- Müşrikler, tuttular kullarından bir kısmını Allah’ın bir parçası saydılar. Doğrusu insan apaçık bir nankördür.
“Kullarından bir kısmını Allah’a bir parça yapmak”, kız veya erkek ona herhangi çocuk isnat etmektir. Müşriklerin melekleri Allah’ın kızları olarak; yahudilerin Hz. Üzeyr’i ve hıristiyanların Hz. İsa’yı Allah’ın oğulları olarak kabul etmeleri buna örnektir. Çünkü evlat, nihayetinde babasının bedeninden bir cüzdür. Bununla birlikte, bir şahsı Allah’ın zat, sıfat ve fiillerinde O’na ortak eder, Allah’a yalvarır gibi o şahsa yalvarırsa, böylece o şahsa ilâhlık ve rablik izafe etmiş sayılacağından onu Allah’ın bir cüzü yapmış olur. Dolayısıyla şirkin her çeşidi bu âyetin muhtevasına dâhildir.
Müşriklerin aşmakta zorlandıkları handikaplardan biri de kız çocuğu meselesidir:
- Demek Allah, yarattığı varlıklar arasından kendisine kız çocuklar edindi de, erkek çocukları size ayırdı, öyle mi?
- Oysa onlardan birine, Rahmân’a yakıştırdığı kız çocuğunun dünyaya geldiği haberi verilince, utancından yüzü simsiyah kesilir, öfke ve kederinden yutkunur durur.
- “Ömrünü süslenmekle geçirecek ve düşmanla mücâdelede başarısız olacak biri bana lâyık görüldü, öyle mi?” diye hayıflanır.
Müşriklerin, aşırı iffet duygusu, ömrünü bir başkasına süslenip püslenerek geçirecek olması, savaşta ve mücâdelede zayıf kalması gibi bir takım bahanelerle hoşlanmadıkları ve doğumu haberini alınca fevkalade öfkelenip mosmor kesildikleri kız çocuklarını, büyük bir sû-i edep içinde Allah’a nispet etmeleri kınanır. Onları son derece üzen ve öfkelendiren bu hastalığın iç dünyalarında ne tür bir yangının ve huzursuzluğun sebebi olduğu Nahl sûresinde şöyle açıklanır:
“Müşriklerden birine bir kız çocuğunun dünyaya geldiği müjdelense üzüntüden yüzü simsiyah kesilir, içi öfkeyle dolar. Kendisine verilen müjdenin güya kötülüğü yüzünden halktan gizlenir, köşe bucak kaçar. Şimdi ne yapsın: Böyle alçaltıcı bir duruma rağmen o bîçareyi yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün? Şuna bakın, ne kötü hüküm veriyorlar!” (Nahl 16/58-59)
Bu münâsebetle yine müşriklerin, meleklerin dişi olduğu yönündeki kanaatlerinin yanlış olduğu belirtilir:
- Müşrikler, Rahmân’ın kulları olup herhangi bir cinsiyet taşımayan meleklerin dişi olduğunu iddia ediyorlar. Ne o, yoksa onlar meleklerin yaratılışına şâhit mi oldular? Elbette, hayır! Onların bu küstahça iddiaları yazılacak ve bunun hesâbını kesinlikle vereceklerdir.
- Bir de dediler ki: “Rahmân dileseydi biz bunlara tapmazdık!” Oysa onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.
- Yoksa biz onlara Kur’an’dan önce, iddialarını destekleyen bir kitap gönderdik de, ona mı tutunuyorlar?
- Hayır! Ne bilgileri var, ne de kitapları! Sadece şunu diyorlar: “Biz atalarımızı böyle bir inanç ve uygulama üzerinde toplanmış bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz.”
İslâmî anlayışa göre meleklerin erkeklik ya da dişilikleri yoktur. Onlar, isyan etmeksizin Allah’ın emirlerini yerine getiren nurdan yaratılmış ruhânî varlıklardır. Allah’ın kızları değil, O’nun seçkin kullarıdır. Hem müşrikler, meleklerin cinsiyetini bilebilecek bir bilgiye de sahip değillerdir. Eğer Allah melekleri yaratırken, imkân bulunsaydı da müşrikler olaya şâhit olabilselerdi, belki bunu bilebilme ihtimali doğabilirdi. Fakat böyle bir imkânları olmadı. Diğer bir ihtimal de şudur: Allah onlara Kur’an’dan başka bir kitap göndermiş, o kitapta da “meleklerin Allah’ın kızları olduğu ve onlara ibâdet edilmesi gerektiği” yazılmış olabilir. Fakat böyle bir şey de söz konusu değildir. O halde onlar, bilmedikleri bir hususta kafadan atmaktadırlar ki, bunun da düpedüz yalan olmaktan başka şansı yoktur. Esasen kendi ifadelerine göre onların gerçeği araştırma, öğrenme ve ona uyma gibi bir dertleri olmayıp, körü körüne atalarını taklit etmektedirler. Bu sebeple Kur’an, öncekileri körü körüne taklidi yasaklar. Aklı çalıştırıp doğruyu tespit ettikten sonra ona uyulmasını ister. Taklidi değil tahkiki esas alır.
Bilinmelidir ki, bahsedilen körü körüne taklit hastalığı, sadece müşrik Araplarda ortaya çıkmış bir olay değil, daha önceki toplumlarda da sık sık karşılaşılan bir durumdur.
- Bunun gibi, biz senden önce de hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek, oranın hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan dünyevî zevkler peşinde koşan şımarıkları: “Doğrusu biz atalarımızı böyle bir inanç ve uygulama üzerinde toplanmış bulduk; elbet biz de onların izini tâkip ediyoruz” dediler.
- Peygamberleri, “Ya ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirmişsem yine onların izine uyacak mısınız?” deyince onlar: “Biz sizin getirdiğiniz şeyleri peşinen ret ve inkâr ediyoruz” diye karşılık verdiler.
- Bunun üzerine biz de onlardan intikamımızı aldık. Bir bak, peygamberlerini yalanlayanların sonu nasıl oldu!
Önceki toplumlar da, peygamberin Allah’tan doğru bilgiler getirdiği ihtimalini hiç hesaba katmadan, dünyevi çıkar ve rahatları da böyle gerektirdiği için, taklidi yeğlemişlerdir. Özellikle de toplumun varlıklı ve şımarık kesimleri bu hususta başı çekmişlerdir. Günümüzde de durum aynıdır. Çünkü onlar yürürlükte olan sistemden nemalanmaktadırlar. Bu bakımdan peygamberlerin tebliğ ettiği esasların kabul görüp yayılması sonucunda mevcut sistemin değişeceğini ve bu sayede üzerine kondukları makam, mevki ve çıkarların ellerinden alınacağını ve meşrû olmayan servetlerine el konulacağını bilirler. Bu sebeple o şımarık güruhlar, peygamberlerin kurmak istedikleri düzenin en büyük muhalifleri olmuşlar ve mağlup edilip burunları yere sürtülünceye kadar savaşlarını sürdürmüşlerdir. Sonunda Allah, gerçeğe olan düşmanlıkları ve onu yalanlamaları sebebiyle, mü’minler adına onlardan intikamını almış ve onları hak ettikleri nispette cezalandırmıştır. Bu sonuç, Peygamberimiz (s.a.s.) ve onun izinde olanlara bir müjde, İslâm’ın düşmanlarına ise büyük bir tehdittir.
Şimdi bu gerçeğin tarihî bir misali verilmek üzere buyruluyor ki:
- Bir zamanlar İbrâhim babasına ve kavmine şöyle demişti: “Şüphesiz ben sizin taptıklarınızdan uzağım.”
Allah Teâlâ, hem Araplar hem de yahudi ve hıristiyanlar nezdinde büyük bir itibara sahip olan Hz. İbrâhim’i misal vererek, muhataplara tesir etmesi açısından onun dilinden tevhid hakîkatini beyân eder. “Eğer Hz. İbrâhim’i seviyor ve ona saygı duyuyorsanız, siz de onun sevdiğini sevmeli, onun saygı duyduğuna saygı duymalı, onun terk ettiklerini siz de terk etmelisiniz” mesajını verir. İbrâhim (a.s.)’ın burada dikkatlere sunulan en mühim icraatı, babasına ve kavmine meydan okuyup putları terk ederek yalnızca Allah’a kulluğa yönelmiş olmasıdır. Cenâb-ı Hak, onun tam mânasıyla kavrayıp bir hayat nizamı olarak tatbik ettiği tevhid inancını, ondan sonraki nesiller içinde de devam edecek kalıcı bir düstûr kılmıştır. Gerçekten de Hz. İbrâhim’den günümüze kadar tevhid ehli insanlar hep var olagelmiştir, her daim de var olacaktır. Tevhid gerçeğini duyan nice insan, içinde bulunduğu gafletten uyanıp o gerçeği yakalama imkânı bulacaktır.
Şimdi sıra, aralarından son olarak dünyanın gidişatına damgasını vuracak peygamberin çıktığı Mekkelilerdedir:
- “Ben, ancak beni yoktan yaratan Allah’a kulluk ederim. O mutlaka beni doğru yola erdirecektir.”
- İşte bu sözleri Allah, İbrâhim’den sonra gelenler arasında ebedî kalacak bir düstûr hâline getirdi ki, insanlar onun bu vasiyetini hatırlayıp yeniden tevhid inancına dönsünler.
Allah Teâlâ, hem Araplar hem de yahudi ve hıristiyanlar nezdinde büyük bir itibara sahip olan Hz. İbrâhim’i misal vererek, muhataplara tesir etmesi açısından onun dilinden tevhid hakîkatini beyân eder. “Eğer Hz. İbrâhim’i seviyor ve ona saygı duyuyorsanız, siz de onun sevdiğini sevmeli, onun saygı duyduğuna saygı duymalı, onun terk ettiklerini siz de terk etmelisiniz” mesajını verir. İbrâhim (a.s.)’ın burada dikkatlere sunulan en mühim icraatı, babasına ve kavmine meydan okuyup putları terk ederek yalnızca Allah’a kulluğa yönelmiş olmasıdır. Cenâb-ı Hak, onun tam mânasıyla kavrayıp bir hayat nizamı olarak tatbik ettiği tevhid inancını, ondan sonraki nesiller içinde de devam edecek kalıcı bir düstûr kılmıştır. Gerçekten de Hz. İbrâhim’den günümüze kadar tevhid ehli insanlar hep var olagelmiştir, her daim de var olacaktır. Tevhid gerçeğini duyan nice insan, içinde bulunduğu gafletten uyanıp o gerçeği yakalama imkânı bulacaktır.
Şimdi sıra, aralarından son olarak dünyanın gidişatına damgasını vuracak peygamberin çıktığı Mekkelilerdedir:
- Doğrusu ben hem bunları hem de atalarını yıllarca nimetler içinde yaşattım; sonunda onlara Kur’an ve apaçık bir Peygamber geldi.
- Fakat gerçeği tüm açıklığıyla ortaya koyan âyetlerimiz kendilerine ulaşınca: “Bu bir büyü! Biz onu kesinlikle inkâr ediyoruz” dediler.
Cenâb-ı Hak, Kur’an’ın ilk muhatap kitlesi olan Mekkelilere olan ihsanını hatırlatıyor. İstese onları da babalarını da hiç yaratmaz, nimet vermez ve yaşatmazdı. Halbuki böyle yapmayıp onlara bol bol ihsanlarda bulunmuş, ta Kur’an ve Peygamber gelinceye kadar yaşatmıştır. Maddi nimetler yanında onlara bir de böyle büyük bir mânevî nimet göndermiştir. Bu büyük nimete ve ebedi devlete dört elle sarılmaları gerekirken, gerçek hiç de öyle olmadı. Kur’an’a sihir dediler; onu şiddetle red ve inkâr ettiler. Kendilerine dünya ve âhiret şerefini bahşedecek o nimetin kadrini bilemediler. Bahaneleri ise örümcek ağı kadar basit, pamuk ipliği kadar zayıftı: Niçin Kur’an Mekke’de yetim olarak fakir bir ailede büyümüş, maddi imkânları mahdut olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’e verilmişti:
- Bir de dediler ki: “Bu Kur’an şu iki şehirden önde gelen büyük bir adama indirilmeli değil miydi?”
- Ne o, Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar (da, dilediklerine peygamberlik veriyor, istediklerini ondan mahrum ediyorlar? Üstelik zenginliklerine ve dünyalık mevkilerine bakarak insanlara üstünlük taslıyorlar.) Oysa dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırıyor ve bir kısmının diğerine iş gördürmesi için akıl, kabiliyet, zenginlik gibi yönlerden kimini kimine derecelerle üstün kılıyoruz! Fakat Rabbinin iman, hidâyet ve peygamberlik rahmeti, onların biriktirmekte oldukları dünyalık şeylerden çok daha hayırlıdır.
Esasen Kur’an, müşriklere göre de şerefli bir kitaptı. Allah’ın gönülleri büyüleyen mûcizevî bir kelamıydı. Açıkça söylemeseler de içlerinde bu kanaat vardı. Zaman zaman da bu kanaatleri su üzerine vuruyordu. İşte burada haber verilen bir hakikat de budur. Çünkü onlar Kur’an’ın indirilmesine değil, Mekke’nin ve Taif’in zengin kodamanları varken, Muhammed (s.a.s.) gibi bir fakire indirilmesine, böyle büyük bir şerefin ona layık görülmesine itiraz ediyorlardı. Nitekim Velîd bin Muğîre şöyle demişti:
“−Kureyş’in büyüğü ve efendisi olan ben, yahut Sakîf’in ulusu Amr b. Umeyr dururken, Kur’ân Muhammed’e mi inecek?!..” (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 385)
Halbuki kulların Hak katındaki kıymeti, ne zenginlikle ne de soylulukladır; ancak Allah’a derin bir saygı, korku ve emirlerine tam bir teslimiyetledir. Kaldı ki, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) soy yönüyle de onların en şereflisi idi. Sadece ana ve babadan yetim kalmıştı ve zengin de değildi.
Müşriklerin yanılgısı şu noktada düğümlenmektedir. Onlar âhirete inanmayıp bütün hayatı dünyadan, dünya zevk ve eğlencesinden ibaret görüyorlardı. Onlar için en mühim değer ölçüsü para, mal, mülk ve diğer maddi imkânlardı. İnsan bunları ne kadar elde eder, biriktirir, yer, içer, eğlenirse; nefsin o doymaz hazlarını ne kadar teskin ve tatmin edebilirse o kadar avantajlı, o kadar akıllı ve üstündür. İşte bu anlayış, İslâm’ın getirdiği hayat anlayışıyla taban tabana zıttır. Üstelik dünyada rızıkları ve maişetleri; akıl, zeka ve istidatları; maddi ve mânevî tüm nimet ve imkânları taksim eden insanlar değil kesinlikle Allah Teâlâ’dır. Kime ne vereceğini ve ne kadar vereceğini takdir eden sadece O’dur. Bunu yaparken de hiç kimseye danışma ve sorma mecburiyeti de, âdeti de yoktur. Bu hususta Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah nasıl rızıklarınızı aranızda bölüştürdüyse, ahlâkınızı da öylece bölüştürdü; dünyayı sevdiğine ve sevmediğine, dini ise sadece sevdiklerine verdi. Kime Allah din nasip etmişse, onu sevmiş demektir.” (Hâkim, el-Müstedrek, II, 85)
Buna göre Allah Teâlâ’nın, yetim büyümesine ve fakir olmasına rağmen en büyük rahmet eseri olan Kur’an’ı, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e vermesi, bu en yüce şerefi ona bahşetmesi normal karşılanmalıdır. Şüphesiz o büyük rahmete inanmak, bağlanmak, gereğince kulluk yapmak ve ömrü Kur’an hizmetine adamak, insanların yığıp biriktirdikleri dünya malından, mülkünden ve servetinden elbette hayırlıdır. Zira mâna maddeden daima üstündür; âhiret dünyadan daha hayırlıdır. Bu sebeple madde mânaya fedâ edilmelidir. Âhireti kazanmak için dünya imkânları çok iyi değerlendirilmelidir. Çünkü insan dünya için değil esas âhiret için yaratılmıştır.
İslâm’ın, Allah’tan alıkoyan bir nesne olarak dünya karşısında âhirete, madde karşısında mânaya verdiği kıymeti daha iyi kavrayabilmemiz için Rabbimiz, çok çarpıcı bir misal vermektedir:
- Eğer insanlar, kâfirlere verdiğimiz nimetlere bakıp da onlara özenerek inkârda birleşen bir tek toplum hâline gelecek olmasalardı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerini gümüşten tavanlarla ve üzerinde yükselecekleri gümüş merdivenlerle donatırdık.
- Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltuklarını da hep gümüşten yapardık.
- Onları altın zînetlere, mücevherlere boğardık. Fakat bunların hepsi, dünya hayatının basit ve fânî zevklerinden ibarettir. Âhiret nimetleri ise Rabbinin katında, kalpleri Allah saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınan bahtiyarlara mahsustur.
Âyetlerin muhtevasından şu mânayı anlamamız mümkündür: “Siz çok değer veriyor ve putlaştırıyorsunuz ama benim katımda dünya malının, altın ve gümüşünün fazla bir değeri yoktur. O kadar ki hiç sevmediğim ve razı olmadığım kâfirlerin bile evlerinin çatılarını, merdivenlerini, odalarının kapılarını, oturdukları koltuk ve tahtları hep parlak gümüşten yapabilirdim. Onları altınlara ve pek çok çeşit zînetlere, mücevherlere boğabilirdim. Çünkü bunların o kadar gönül verilip bel bağlanacak bir kıymetleri yoktur. Kısa bir süre içinde bu saltanat, bu ihtişam ve debdebe son bulacaktır. Sadece bir tehlikeli durum, bizim böyle yapmamıza mani olmuştur: O da mü’minlerin kâfirlere özenip: “Niçin biz de bu imkânlara sahip olmayalım” diyerek imanı terk etmeleri ve kuvvetle muhtemel hepsinin inkâr üzere toplanan bir tek toplum olmalarıdır. Sırf mü’minlere olan merhametimiz ve onları nefis ve şeytan düşmanlarının da saldırmasıyla dünyanın esiri haline gelmekten koruma irÂdemizden dolayı böyle yapmadık.”
Dolayısıyla şunu kesinlikle bilmek lazımdır ki, bir kimseye imtihan için verilen dünya malı, onun Allah katındaki derecesini ve kıymetini göstermez. Nitekim Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahip olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyadan bir yudum su bile içirmezdi.” (Tirmizî, Zühd 13)
Yine Resûl-i Ekrem (s.a.s.), dünyanın gönül bağlamaya değmeyecek kadar değersiz olduğunu belirtmek üzere şu öğütte bulunuyor:
“Uyanık olun! Şüphesiz dünya değersizdir. Dünyanın malı da mülkü de kıymetsizdir. Ancak Allah Teâlâ’nın zikri ve O’na yaklaştıran şeylerle, güzel şeyleri öğreten ve öğrenen olmak başkadır.” (Tirmizî, Zühd 14; İbn Mâce, Zühd 3)
Bu sebeple buyruluyor ki:
- Kim Rahmân’ı hatırından çıkarıp öğüt ve uyarılarla dolu Kur’an’ı görmezlikten gelirse, biz ona bir şeytan sardırırız da, artık o şeytan onun ayrılmaz yoldaşı olur.
- Bu şeytanlar onları Allah’a giden yoldan çıkarırlar; onlar ise hâlâ kendilerini doğru yolun üzerinde sanırlar.
- Sonunda hesap vermek üzere huzurumuza geldiklerinde ise o yoldaşına: “Keşke seninle aramız doğu ile batı arası kadar uzak olsaydı. Sen meğer ne kötü arkadaşmışsın!” diyecek.
- Bu temennî ve pişmanlığınız bugün size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü dünyada iken birlikte zulmettiniz. Şimdi de azabı birlikte çekeceksiniz!
“Rahman’ın zikri”nden maksat, hem Allah Teâlâ’yı hatırlamak, hem de Allah Teâlâ’nın en büyük zikri olan; O’nu, O’nun emir ve yasaklarını hatırlatan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Zaten bunlar birbirine yakın ve aynı neticeyi hâsıl edecek mânalardır. Allah’ı unutan, O’nun zikrinden gâfil kalan kimseye Cenâb-ı Hak hemen bir şeytan Musallat eder. O şeytan onun en yakın arkadaşı oluverir. Onu Allah’ın razı olduğu niyet, söz, fiil ve amellerden uzaklaştırır. Aksine Allah’ın râzı olmadığı niyet, söz, fiil ve amellere yönlendirir. Kur’ân-ı Kerîm de en büyük zikirdir. Her âyeti, her kelimesi Allah’ı hatırlatır. O ilâhî öğüt ve ikazlarla doludur. O, hayat kitabımızdır. Hayatımızın her alanını tanzim eden itikat, ibâdet, ahlâk ve âdâb hükümleriyle doludur. Kur’an’ı ve onun uygulamalı bir tefsiri olan sünnet-i seniyyeyi hayatının her sahasına aksettiren müslüman şeytanın ortak olacağı açık bir alan bırakmamış olur. Fakat Kur’an’ın beyân buyurduğu hayat tarzını göz ardı eden ve onun dışında bir hayat tarzı benimseyen kişilere Allah’ın psikolojik ve sosyolojik bir kanunu olarak hemen bir şeytan Musallat edilir. Onun dostu şeytan olur. Demek ki insan için iki ihtimal söz konusudur. Ya Allah’ın dostu olacaktır veya şeytanın. Şurası kesin bir durum arz etmektedir ki, Allah’ın dostluğuna layık işler yapan Allah’ın dostu olacak, şeytanın dostluğuna layık işler yapan da şeytanın dostu olacaktır. Şüphesiz iki dostluğun neticeleri farklıdır: Allah’ın dostluğu insanı karanlıklardan kurtarıp aydınlığa çıkardığı ve ebedi nimetlere eriştirdiği halde, şeytanın dostluğu bu âyetlerde de haber verildiği üzere insanı çaresi olmayan bir hasret, nedamet, pişmanlık ve azaba uğratacaktır. Nitekim konuyla ilgili diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise şeytânî güçler olup onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. Onlar cehennemin yoldaşlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara 2/257)
“Kim benim kitabıma sırt döner ve beni anmaktan uzak durursa, şüphesiz dünyada onun için sıkıntılı, dar bir geçim vardır; kıyâmet günü de onu kör olarak diriltip huzurumuza getireceğiz. O, «Rabbim! Beni niçin kör olarak dirilttin? Oysa ben dünyada gözleri gören biriydim» diye itiraz edecek. Allah şöyle buyuracak: «Evet, böyle! Âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları nasıl unutup bir kenara attıysan, bugün de sen işte öylece unutulur, bir kenara atılırsın!»” (Tâhâ 20/124-126)
Meselenin âhiret boyutunu haber veren bu gerçekler ışığında Yüce Rabbimiz Resûlullah (s.a.s.)’i teselli maksadıyla şöyle buyurmaktadır:
- Rasûlüm! Sağırlara gerçeği sen mi duyuracaksın? Yahut körleri ve apaçık bir sapıklık içinde olanları sen mi doğru yola eriştireceksin?
- Biz seni vefat ettirip yanımıza alsak bile, hiç şüphesiz onlara hak ettikleri cezayı yine veririz.
- Yahut onlara va‘dettiğimiz azabı sen hayatta iken kendilerine tattırırız da, onu sana da gösteririz. Çünkü biz, onlara dilediğimizi yapacak güçteyiz.
- O halde sana vahyolunan Kur’an’a sımsıkı sarıl! Çünkü sen gerçekten dosdoğru bir yoldasın.
- Şüphesiz bu Kur’an hem senin için hem de kavmin için bir hatırlatmadır ve bir şereftir. Yakında ona uyup uymadığınızdan sorguya çekileceksiniz.
Tebliğ, davete kulak veren ve gerçeği anlamak isteyen kimselere fayda verecektir. O halde gerçeği görmek istemeyen körlere ve onu işitmek istemeyen sağırlara üzülmeye gerek yoktur. Çünkü onlar Allah’ın azabına uğramak için inadına ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Onlara verilecek dünyevi cezaları Peygamber (s.a.s.)’in görüp görmemesi önemli değildir; Allah onları mutlaka cezalandıracak ve mü’minlerin intikamını onlardan alacaktır. Nitekim Medine döneminde bunlardan bir kısmı gerçekleşmiştir. Dolayısıyla din düşmanlarının bir an önce cezalandırılması gibi tamamen Cenâb-ı Hakk’ın takdirine bağlı hususlara takılmaktan ziyade, kul olarak bize gereken vazifelere yönelmemiz, bunun başında da Allah’ın kelamına sımsıkı sarılmamız istenmektedir. Çünkü Kur’an’da ne yapıp ne yapmayacağımız açık bir şekilde haber verilmektedir. Problemlerimizi çözecek, dünya ve âhiret huzurumuzu temin edecek tüm hükümler ve kâideler onda mevcuttur. Allah bizi âhirette Kur’an’da beyân ettiği bu ölçülere göre hesaba çekecektir. O halde en büyük gayemiz, Kur’an’ın gösterdiği dosdoğru yolda istikâmet üzere yürümek olmalıdır. En büyük mesaimizi bu hususta vermemiz gereklidir. Böyle yaptığımız zaman Kur’an bizim için aynı zamanda en büyük şeref ve izzet kaynağı olacaktır. Nitekim Hz. Ömer ile Nâfi b. Abdi’l-Hâris arasında geçen şu konuşma bu açıdan ne kadar ibretlidir:
Nâfi b. Abdi’l-Hâris, Usfan’da Hz. Ömer’e rastlamıştı. Ömer (r.a.) onu Mekke’ye vâli tâyin etmiş olduğu için:
“−Mekkelilerin başına kimi bıraktın?” diye sordu. O:
“−İbn Ebzâ’yı!” dedi. Hz. Ömer:
“−İbn Ebzâ kimdir?” diye sorunca Nâfî:
“−Âzâd ettiğimiz kölelerden birisidir” dedi. Ömer (r.a.)’ın:
“−Yerine bir âzatlıyı mı bıraktın?” sorusu karşısında ise şu ibretli cevâbı verdi:
“−O, Allah’ın kitabını okur ve farzlarını da iyi bilir.” Bunun üzerine Hz. Ömer hayrânlık içerisinde:
“–Resûlullah (s.a.s.): «Allah şu Kur’ân ile birtakım kimselerin kıymetini yükseltir; bazılarını da alçaltır» buyurmuştu!” dedi. (Müslim, Müsâfirîn 269)
Allah Teâlâ’nın birliğine inanıp yalnız O’na kullukta bulunmak, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin esasını oluşturur. Bu sebeple buyruluyor ki:
- Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor bakalım: Acaba Rahmân’ın dışında ibâdet edilecek başka ilâhlar göstermiş miyiz? Hayır, böyle bir şey asla olmamıştır!
Bundan maksat peygamberlerin ortak fikir beyanıyla tevhide delil getirmektir. Bu yolla hem bütün peygamberlerin tevhid gerçeğini getirdiği haber verilmiş, hem de bu gerçeğin daha iyi tebellür etmesi için araştırılması emredilmiştir. Böylece peygamberlerin hepsinin Allah’tan başka ilâh olmadığı hususunda sözbirliği içinde oldukları belirtilmiştir. Hiçbiri müşrikliği, putperestliği kabul etmemiştir. İstenirse o ümmetlerin mümin âlimlerinden ve eserlerinden bu husus araştırılabilir. Nitekim benzer bir duruma işaret eden şu âyet-i kerîme de câlib-i dikkattir:
“Sana indirdiğimiz bu bilgilerin doğruluğu hususunda farz-ı muhâl en küçük bir şüphe duyacak olursan, senden önce gelip kendilerine verilen o kitabı okuyanlara sor! Elbette sana Rabbinden gerçeğin ta kendisi gelmiştir; sakın şüphe edenlerden olma!” (Yûnus 10/94)
İşte tevhid mevzuunda da Hz. Mûsâ’nın hâli en güzel misaldir:
- Nitekim biz Mûsâ’yı mûcizelerimizle birlikte Firavun’a ve onun ileri gelen yetkililerine gönderdik. Mûsâ onlara: “Gerçekten ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim!” dedi.
- Fakat Mûsâ apaçık delillerimizle karşılarına çıkınca onlar, bu mûcizelerle alay edip gülmeye başladılar.
- Oysa kendilerine gösterdiğimiz her bir mûcize, bir öncekinden daha büyük ve daha tesirli idi. Her defasında onları, belki azgınlıktan vazgeçip doğru yola dönerler diye azaba çarptırdık.
- Onlar da tepelerine çöken her belânın ardından Mûsâ’ya gelip: “Ey sihirbaz! Sana verdiği sözünün gereği olarak bizim için Rabbine dua et de, bizi bağışlasın. Söz veriyoruz biz artık kesinlikle doğru yola geleceğiz” diyorlardı.
- Fakat biz o belâyı başlarından kaldırır kaldırmaz, hemen sözlerinden dönüveriyorlardı.
Hz. Mûsâ’nın Firavun ve kavmine gösterdiği mûcizelerin başında asâ ve yed-i beyzâ gelir. (bk. A‘râf 7/107-108; Tâhâ 20/19-23) Onlara biri diğerinden küçük olmamak üzere gösterilen bu ikisi dışındaki diğer mûcizeler ise şunlardır:
› Sihirbazlarla Hz. Mûsâ karşı karşıya geldiklerinde, sihirbazlar yenilir ve müslüman olurlar.
› Hz. Mûsâ’nın önceden haber verdiği üzere Mısır’a kıtlık gelince, Firavun, Hz. Mûsâ’dan dua etmesi için ricada bulunur. O da dua edince kıtlık sona erer.
› Hz. Mûsâ’nın önceden haber verdiği üzere sel, dolu ve şimşek dolayısıyla birçok yerleşim bölgesi ve tarla zarar görünce, Hz. Mûsâ, Firavun’un ricası üzerine dua eder ve belâ def olur.
› Mısır üzerine bir bulut gibi yayılan çekirgeler, Hz. Mûsâ’nın dua etmesi üzerine dağılırlar. Bu olayı da Hz. Mûsâ daha önceden haber verir.
› Tüm Mısır’ı bit ve pireler kaplayınca, insanlar ve hayvanlar büyük bir eziyet içerisinde çaresiz kalır ve buğday ambarları mahvolur. Ancak bu afet de, Hz. Mûsâ’nın dua etmesi ile birlikte sona erer.
› Hz. Mûsâ’nın daha önceden bildirdiği üzere, tüm kurbağalar karaya hücum ederler, ancak yine Hz. Mûsâ’nın duasıyla yerlerine dönerler.
› Hz. Mûsâ’nın daha önceden bildirdiği üzere kan afeti, etrafı sararak Mısır’daki bütün sular kana dönüşür ve nehirler, kuyular, havuz ve çeşmeler kanla dolar, balıklar ölür. Sonuçta tüm Mısır halkı kan kokusu içinde, susuz kalırlar. Ancak, Firavun Hz. Mûsâ’dan dua etmesi için ricada bulunur, o da dua edince azab sona erer. (bk. A‘râf 7/133-136)
Daha önce Bakara, A‘râf, Yûnus, Tâhâ, Şuarâ, Neml, Kasas gibi sûrelerde uzun veya kısa anlatılan Hz. Mûsâ kıssasının burada tekrar dile getirilmesinin üç sebebi olabilir:
Birincisi; Allah bir topluma peygamber gönderdiğinde, o topluma bir fırsat vermiş olur. Şayet o toplum bu fırsatı değerlendiremezse, âkıbeti Firavun’un âkıbetine benzer. Başka bir ifadeyle Firavun’un sonu insanlık için bir ibrettir.
İkincisi; Firavun da, tıpkı Kureyşlilerin Hz. Muhammed (s.a.s.)’i hakir gördüğü gibi Hz. Mûsâ’yı hakir görmüştü. Ancak, Allah’ın takdiri farklı olduğundan, Firavun’u helak ederek, onlara kimin hakir olduğunu göstermişti.
Üçüncüsü; Allah’ın ayetlerine karşı büyüklenerek alay edenlerin, daha önce nasıl bir sonla karşılaştıklarını görerek ders almaz ve tavrınızı değiştirmezseniz, sizin de sonunuz aynı olacaktır.
Firavun, Hz. Mûsâ’nın tebliği karşısında hükümranlığının sarsılmakta olduğunu fark etti, paniğe kapıldı:
- Derken Firavun kavmine şöyle seslendi: “Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve hâkimiyeti, sonra ayaklarımın altından akan şu ırmaklar bana ait değil mi? Fakat birileri sizi bana karşı kışkırtıp hâkimiyeti ele geçirmek istiyor. Bunu hâlâ göremiyor musunuz?”
- “Yoksa ben, şu aşağılık, neredeyse merâmını bile doğru dürüst anlatamayan adamdan daha üstün değil miyim?”
- “Madem ki o peygamber olduğunu iddia ediyor; o halde üzerine altın bilezikler atılmalı veya beraberinde kendisini doğrulayıcı, destekleyici dizi dizi melekler gelmeli değil miydi?”
Firavun, hem tahtını korumak hem de insanları Hz. Mûsâ’ya inanmaktan vazgeçirmek için bu şekilde canhıraş bir konuşma yapma mecburiyetinde kalır. O devirde mesaj ilan etme yöntemi, burada bildirildiği üzere tellâl çağırtmaktı. Bu tellallar şehir, köy ve kasabalarda konuyu halka duyururlardı. Zira zavallı Firavun’un elinde bugünkü bir kısım şer odaklarının elinde olan dalkavuk bir medya, haber ajansları, radyo ve TV’leri yoktu.
Hz. Mûsâ’da risaletten sonra kekemelik yoktu. Zira Tâhâ sûresinin 27-36. âyetlerinde nakledilen “Dilimdeki tutukluğu çöz” duası, elbette kabul edilmişti. Firavun’un onu meramını bile anlatmaktan âciz olarak değerlendirmesi, bizzat kendisinin ilâhî mesajı anlamama konusundaki inadından ileri geliyordu. Onu kasten önemsemiyor veya önemsemez görünüyordu:
- Böylece Firavun hilesiyle kavminin aklını çeldi; onlar da kendisine körü körüne boyun eğdiler. Doğrusu onlar, iyice yoldan çıkmış bir topluluktu.
- Nihâyet gazabımızı üzerlerine çektiler. Biz de hak ettikleri cezayı onlara verdik de hepsini suda boğduk.
- Bu şekilde onları azaba uğramada diğer kâfirlerin önüne geçecek öncü bir gürûh, sonra gelecek nesiller için de ibret verici bir misâl kıldık!
Firavun’un bu propagandası halk üzerinde tesirli oldu. Onları bilgisizlikleri ve güçsüzlükleri sebebiyle hafife aldı. Akıllarını çelip, istediği gibi yönlendirdi. Bunun sebebi de zaten onların fâsık bir toplum olmaları idi. Şu bir gerçektir ki, bir dikta yönetimi hukuku çiğner, çevresindeki menfaatçi dalkavuklarla bir oligarşi kurar, dürüst ve erdemli insanları susturursa, açıkça söylemese bile halkını hiçe saymış demektir. Halk da fâsık ise; hak, bâtıl, erdem onlar için önemsiz olduğundan sürü gibi ona uyarlar. Zulme, şahsiyetsizliğe boyun eğip ses çıkarmazken, hakkı tutan bir ses yükseldiğinde onu susturmak için sesleri yüksek çıkar. İşte bunlar zilleti kabul ettiklerinden, “hiç” sayılmaya müstahak hale gelmişlerdir. Nihâyet kahr-ı ilâhîyi celp ederek helak edilmişler ve sonrakilere bir ibret olmuşlardır.
Hz. İsa’nın tevhid çağrısı ve kavminin tepkisine gelince:
- Rasûlüm! Meryem oğlu İsa’nın yaratılışı, birliğimiz ve kudretimizin bir delili olarak zikredilince senin kavmin bundan keyiflenip haykıra haykıra gülmeye başladılar:
- “Bizim tanrılarımız mı daha üstün, yoksa o mu?” dediler. Onlar, gerçeği öğrenmek değil, sırf seninle tartışmak için böyle bir karşılaştırmaya ve itiraza yöneldiler. Zâten onlar son derece kavgacı bir topluluktur.
- Oysa İsa, kendisine peygamberlik nimeti verdiğimiz ve babasız yaratmakla da hem İsrâiloğulları’na hem bütün insanlara kudretimizin ibretli delili kıldığımız bir kuldur.
Rivayete göre, “Ey zâlimler! Şüphesiz siz de, Allah’ı bırakıp taptığınız putlar da birer cehennem odunusunuz. Hepiniz birlikte oraya varacaksınız” (Enbiyâ’ 21/98) ayeti nâzil olunca, Abdullah b. Ziba’râ: “Bu, bize ve ilâhlarımıza mı, yoksa bütün ümmetlere şamil bir hüküm mü?” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.): “Hayır, bütün ümmetlere şamil bir hüküm” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah: “Ben seni yendim; Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki sen, Meryem oğlu İsa’nın peygamber olduğunu iddia etmedin mi? İsa ve annesini hayırla yâd etmiyor muydun? Sen hıristiyanların İsa ve annesine; yahudilerîn Uzeyr’e taptıklarını ve meleklere de tapıldığını biliyorsun. Eğer bunlar cehennemde olacaklarsa biz, hem bizim hem de ilâhlarımızın onlarla beraber olmasına çoktan razıyız” dedi. Resûlullah (s.a.s.) sustu, kâfirler güruhu sevindiler, güldüler ve çığlıklar attılar. O sırada, “Buna karşılık kendilerine tarafımızdan ebedî mutluluk takdir edilmiş olanlara gelince, onlar cehennemden uzak tutulacaklardır” (Enbiyâ’ 21/101) ayeti nâzil oldu. İşte bu, Zuhruf sûresi 57. ayet de o zaman nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 189)
Yine rivayete göre az önce bahsedilen Enbiyâ 98. âyet nâzil olunca Kureyş müşrikleri: “O halde hıristiyanların taptıkları Meryem oğlu İsa’nın durumu ne olacak?” dediler. Peygamberimiz (s.a.s.): “O, Allah’ın kulu ve resûlüdür” buyurdu. Bunun üzerine onlar: “Görmüyor musunuz bu adam, hıristiyanların Meryem’in oğlunu rab edindikleri gibi bizim, kendisini rab edinmemizi istiyor” dediler. Bunun üzerine: “Onlar, gerçeği öğrenmek değil, sırf seninle tartışmak için böyle bir karşılaştırmaya ve itiraza yöneldiler. Zaten onlar son derece kavgacı bir topluluktur” (Zuhruf 43/58) âyeti indi. (Taberî, XXV, 110-111)
Halbuki Hz. İsa, hakkında tartışılacak ve dedikodu yapılacak biri değildir. Aksine, Allah’ın peygamberlik nimetine eriştirdiği, babasız dünyaya getirmek suretiyle kudretini gösteren ibretli bir delil yaptığı ve peygamber olarak gönderildiği insanların yollarını düzeltmeleri için güzel bir numûne kıldığı müstesnâ bir şahsiyettir.
Yoksa:
- Dileseydik sizin yerinize melekler yaratırdık da yeryüzünde sizin yerinizi onlar alır, sizin gibi nesil be nesil yaşamaya devam ederlerdi.
- İyi bilin ki Kur’an, kıyâmet hakkında kesin bilgiler veren bir kitap ve onun yakın olduğunu gösteren bir alâmettir. Öyleyse sakın kıyâmetin kopacağından şüphe etmeyin ve bana uyun. Dosdoğru yol işte budur.
- Şeytan sizi doğru yoldan çevirmesin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.
Allah Teâlâ dünyada insanların yaşamasını ve imtihana tabi tutulmalarını murad etmiştir. İstese burada bizim yerimize melekleri geçirebilir, burada onlar yaşayıp yeryüzünü imar edebilirlerdi. Böyle işimiz olmayan şeylerle uğraşmaktan ziyade kulluğumuzun derdinde olmak şüphesiz daha faydalıdır. Çünkü Allah, kıyamet arefesinde son peygamberi ve son kitabı göndermiş, bize o yolla kıyametin ve âhiretin kesin bilgilerini haber vermiştir. Bu bakımdan 61. âyetteki “o” zamirini Kur’an’a göndermek daha isabetli görülmektedir. Kurtuluş için bu kesin bilgilere inanıp emsalsiz örneğimiz Peygamberimiz (s.a.s.)’e tabi olmamız; apaçık düşman olan şeytana karşı da dikkatli bulunmamız icap etmektedir. Yürünecek doğru yol bu, yapılacak en en mühim iş budur.
Nitekim Hz. İsa da insanları bu doğru yola davet etmiştir:
- İsâ onlara apaçık mûcizelerle gelince şöyle demişti: “Ben size hikmeti getirdim ve anlaşmazlığa düştüğünüz bazı hususları size açıklayayım diye geldim. Öyleyse Allah’a gönülden saygı duyup O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin!”
- “Şüphesiz benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz yalnız Allah’tır. O halde yalnızca O’na kulluk edin. Dosdoğru yol işte budur.”
- Sonra bir takım gruplar İsa hakkında birbirleriyle anlaşmazlığa düştüler. Pek acı bir günün azabından dolayı vay o zâlimlerin hâline!
- Onlar, hiç ummadıkları bir sırada kıyâmetin ansızın başlarına kopmasından başka bir şey mi bekliyorlar?
Bu yolun gereği Allah’tan korkup günahlardan sakınarak O’nun gönderdiği peygambere itaat etmektir. Bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Fakat, maalesef, yahudi ve hıristiyan gruplar Hz. İsa hakkında farklı görüşlere sahip olmuşlar, aralarında anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Kimi onu gayr-i meşrû bir çocuk ilan edip çarmıha götürürken, kimi ona Allah’ın oğlu, kimi de Allah’ın kendisi demiştir. Halbuki böyle yapacak yerde Kur’an’ın davet ettiği gerçeklere kulak verseler, şüphesiz onlar için çok faydalı olacaktır. Değilse ansızın gelecek ölüm veya aniden kopacak kıyamet, onların fenâ bir âkıbet ve ebedî bir hüsrana uğramalarının yolunu açacaktır.
Ancak, Allah’a inanan, gönlü Rabbinin saygısı, haşyeti ve korkusuyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten titizlikle sakınan talihli kulların istikballeri fevkalade göz kamaştırıcıdır:
- O gün bütün dostlar birbirine düşman kesilecektir. Ancak gönülden Allah’a saygı duyan, O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınan müttakîler müstesnâ.
Allah’tan korkup günahlardan sakınarak güzel bir kulluk yaşayanların, dünyadaki dostlukları âhirette de devam edecektir. Fakat sırf dünya menfaati için dost olanlar, ana, baba, kardeş bile olsalar orada birbirine düşman olacak, birbirinden kaçacaklardır. (bk. Abese 80/34-36)
Sadece dünya ve dünyalık için dostluğu mâhiyetini ve acı sonucunu şu misal ne güzel anlatır:
Bir gün Mevlânâ Hazretleri ve bazı dostları gezmeye çıkmışlardı. Biraz ilerleyince bir viraneye geldiler. Orada birkaç köpek birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş uyuyorlardı. Siraceddin Tatarî:
“–Bu biçareler arasında ne güzel bir birlik vardır, ne güzel uyuyorlar ve birbirleriyle ne kadar da güzel sarmaş dolaş olmuşlar!” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ:
“–Ey Siraceddin! Eğer bunların arasındaki dostluğu ve birliği anlamak istiyorsan, onların aralarına bir leş veya bir parça ciğer atıver. O zaman bu dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu görürsün.
İşte şu gördüğün dünya ehli ve dünya malına tapanların aralarındaki dostluk da böyledir. Aralarında bir menfaat ve karşılık olmadıkça birbirlerinin dostudurlar; fakat değersiz bir dünyalık araya girince nice senelik nâmus ve şereflerini havaya atarlar ve aralarındaki tuz ekmek hakkını bir tarafa bırakırlar. Dolayıısyla nifak ehlinin zahiren şa’şaalı gözüken dostluklarının gerçekte bir kıymeti yoktur. Az önce verilen köpek misalinde olduğu gibi!” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 235)
Verilen örnekten de anlaşılacağı üzere kâfirlerin dostlukları bir fayda sağlamazken Cenâb-ı Hak, dünyadayken âyetlerine iman eden, onlara teslim olan ve Allah için birbirine dost olan o müttakî kulları, eşleriyle, aileleriyle birlikte cennetlere yerleştirecek, onları muhteşem bir şekilde ağırlayacak ve şânına yaraşır şekilde emsalsiz ikram ve ihsanlarda bulunacaktır. Cennetlikler canlarının çektiği her şeyi orada hazır bulacaklardır.
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Şüphesiz cennetlikler orada yemek yerler ve içerler. Fakat ne tükürürler, ne küçük abdest bozarlar, ne büyük abdest bozarlar, ne de sümkürürler.” Orada bulunanlar: “Peki yedikleri ne olacak, nereye gidecek” diye sorunca da şöyle buyurur: “Geğirecekler ve yedikleri miski andırır şekilde derilerinden sızacaktır. Onlara nefes almaları ilham edildiği gibi tesbih, tahmid ve tekbir[1] getirmeleri ilham olunacaktır.” (Müslim, Cennet 18)
İstenilen her şeyin orada olmasıyla alakalı şu rivayet ne güzeldir:
Bir adam Peygamber (s.a.s.)’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Cennette at var mı?” diye sordu Efendimiz (s.a.s.): “Allah seni cennete girdirirse, orada kırmızı yakuttan yapılmış ve cennette istediğin yere uçarak seni götüren bir atın üzerinde taşınmak ister misin?” buyurdu. Bureyde dedi ki: Yine bir adam: “Ey Allah’ın Rasûlü! Acaba cennette deve var mıdır?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.) ona diğerine söylediğinin benzerini söylemedi, şöyle buyurdu: “Allah seni cennete girdirecek olursa, senin orada canının çektiği ve gözünün lezzet aldığı her şey olacaktır.” (Tirmizî, Cennet 11)
“Gözlerin zevk aldığı şey” cennetin göze hitap eden nimetleri olabilir. Bunların en zirvesi ise şüphesiz Allah Teâlâ’nın cemâlini seyretmektir.
İnkâra saplanıp günah bataklıklarında dolaşanların hazin âkibetine gelince:
[1] Tesbîh: سُبْحَانَ اللّٰهِ (sübhânellâh), سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ بِحَمْدِه۪ (sübhânellâh ve bi hamdih) gibi zikirlerle Allah Teâlâ’yı tüm ortaklardan ve noksan sıfatlardan pak ve uzak tutmaktır. Tahmîd:اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ (elhamdulillâh) gibi sözlerle Allah’a hamdetmek, O’nu övüp yüceltmektir. Tekbîr. اَللّٰهُ اَكْبَرُ (Allahu ekber) diyerek Allah’ın en büyük olduğunu ilan etmektir.
- “Ey mü’min kullarım! Bugün artık size ne bir korku vardır, ne de bir keder.”
- O kullarım ki, dünyada iken bizim âyetlerimize inanmış ve bütün varlıklarıyla bize teslim olmuşlardı.
- “Haydi siz ve eşleriniz muhteşem bir şekilde karşılanıp ağırlanmak üzere, sevinç ve saâdet içinde girin cennete!”
- Etraflarında altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey vardır: “Artık siz orada ebediyen kalacaksınız!”
- “Yaptığınız güzel ameller sâyesinde vâris kılındığınız cennet işte burasıdır.”
- “Burada sizin için bol bol meyveler, yiyecekler vardır; onlardan âfiyetle yersiniz.”
Allah’tan korkup günahlardan sakınarak güzel bir kulluk yaşayanların, dünyadaki dostlukları âhirette de devam edecektir. Fakat sırf dünya menfaati için dost olanlar, ana, baba, kardeş bile olsalar orada birbirine düşman olacak, birbirinden kaçacaklardır. (bk. Abese 80/34-36)
Sadece dünya ve dünyalık için dostluğu mâhiyetini ve acı sonucunu şu misal ne güzel anlatır:
Bir gün Mevlânâ Hazretleri ve bazı dostları gezmeye çıkmışlardı. Biraz ilerleyince bir viraneye geldiler. Orada birkaç köpek birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş uyuyorlardı. Siraceddin Tatarî:
“–Bu biçareler arasında ne güzel bir birlik vardır, ne güzel uyuyorlar ve birbirleriyle ne kadar da güzel sarmaş dolaş olmuşlar!” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ:
“–Ey Siraceddin! Eğer bunların arasındaki dostluğu ve birliği anlamak istiyorsan, onların aralarına bir leş veya bir parça ciğer atıver. O zaman bu dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu görürsün.
İşte şu gördüğün dünya ehli ve dünya malına tapanların aralarındaki dostluk da böyledir. Aralarında bir menfaat ve karşılık olmadıkça birbirlerinin dostudurlar; fakat değersiz bir dünyalık araya girince nice senelik nâmus ve şereflerini havaya atarlar ve aralarındaki tuz ekmek hakkını bir tarafa bırakırlar. Dolayıısyla nifak ehlinin zahiren şa’şaalı gözüken dostluklarının gerçekte bir kıymeti yoktur. Az önce verilen köpek misalinde olduğu gibi!” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 235)
Verilen örnekten de anlaşılacağı üzere kâfirlerin dostlukları bir fayda sağlamazken Cenâb-ı Hak, dünyadayken âyetlerine iman eden, onlara teslim olan ve Allah için birbirine dost olan o müttakî kulları, eşleriyle, aileleriyle birlikte cennetlere yerleştirecek, onları muhteşem bir şekilde ağırlayacak ve şânına yaraşır şekilde emsalsiz ikram ve ihsanlarda bulunacaktır. Cennetlikler canlarının çektiği her şeyi orada hazır bulacaklardır.
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Şüphesiz cennetlikler orada yemek yerler ve içerler. Fakat ne tükürürler, ne küçük abdest bozarlar, ne büyük abdest bozarlar, ne de sümkürürler.” Orada bulunanlar: “Peki yedikleri ne olacak, nereye gidecek” diye sorunca da şöyle buyurur: “Geğirecekler ve yedikleri miski andırır şekilde derilerinden sızacaktır. Onlara nefes almaları ilham edildiği gibi tesbih, tahmid ve tekbir[1] getirmeleri ilham olunacaktır.” (Müslim, Cennet 18)
İstenilen her şeyin orada olmasıyla alakalı şu rivayet ne güzeldir:
Bir adam Peygamber (s.a.s.)’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Cennette at var mı?” diye sordu Efendimiz (s.a.s.): “Allah seni cennete girdirirse, orada kırmızı yakuttan yapılmış ve cennette istediğin yere uçarak seni götüren bir atın üzerinde taşınmak ister misin?” buyurdu. Bureyde dedi ki: Yine bir adam: “Ey Allah’ın Rasûlü! Acaba cennette deve var mıdır?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.) ona diğerine söylediğinin benzerini söylemedi, şöyle buyurdu: “Allah seni cennete girdirecek olursa, senin orada canının çektiği ve gözünün lezzet aldığı her şey olacaktır.” (Tirmizî, Cennet 11)
“Gözlerin zevk aldığı şey” cennetin göze hitap eden nimetleri olabilir. Bunların en zirvesi ise şüphesiz Allah Teâlâ’nın cemâlini seyretmektir.
İnkâra saplanıp günah bataklıklarında dolaşanların hazin âkibetine gelince:
[1] Tesbîh: سُبْحَانَ اللّٰهِ (sübhânellâh), سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ بِحَمْدِه۪ (sübhânellâh ve bi hamdih) gibi zikirlerle Allah Teâlâ’yı tüm ortaklardan ve noksan sıfatlardan pak ve uzak tutmaktır. Tahmîd:اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ (elhamdulillâh) gibi sözlerle Allah’a hamdetmek, O’nu övüp yüceltmektir. Tekbîr. اَللّٰهُ اَكْبَرُ (Allahu ekber) diyerek Allah’ın en büyük olduğunu ilan etmektir.
- Ömürlerini günah bataklığında tüketmiş inkârcı suçlular, ebediyen cehennem azabında kalacaklardır.
- Çektikleri azap hiç hafifletilmeyecek ve orada bütün ümitlerini yitirmiş olarak duracaklardır.
- Biz onlara asla haksızlık yapmadık; fakat onlar, kendi kendilerine zulmettiler.
- Onlar cehennem bekçisine: “Ey Mâlik! Ne olur, Rabbine yalvar da canımızı alsın, işimizi bitirsin!” diye feryat edecekler. O da: “Hayır, siz burada devamlı kalacaksınız!” diye karşılık verecek.
- Doğrusu biz size gerçeği bildiriyoruz; fakat çoğunuz o gerçeği kabulden hiç hoşlanmıyor.
Allah’a ortak koşanlar, Allah’ı, âhireti ve iman edilmesi lazım gelen hususları inkâr edip bu hal üzere ölenler, cehennemde ebedi kalacaklardır. Bunlar, Mü’min sûresinde de geçtiği üzere önce cehennem bekçilerinden, azaplarının hafifletilmesi için Allah’a dua etmelerini isteyeceklerdir. Bekçiler, bugün onlar için yapacakları duanın bir faydası olmayacağını, gerekli tedbirlerin dünyadayken alınması gerektiğini söyleyecek ve artık yapılacak bir şeyin kalmadığını belirteceklerdir. (bk. Mü’min 40/49-50) Böylece bekçilerden ümidini kesen cehennemlikler son çare olarak, Mâlik isimli üst yetkiliye varıp, azabın hafifletilmesi mümkün olmadığına göre, kendilerini öldürüp yok etmesi için Allah’a yalvarmasını isteyeceklerdir. Bu son çırpınışları da bir işe yaramayacak, öylece azaplar içinde ebedi kalacaklardır.
Öyleyse Allah ve peygamber düşmanları şunu bilsinler ki:
- Onlar Peygambere düşmanlığa kesin olarak karar verdilerse, biz de onların hilelerini başlarına geçirip kendilerini cezalandırmaya elbette kesin kararlıyız.
- Yoksa onlar, içlerinde gizlediklerini ve aralarında fısıldaştıklarını bizim duymadığımızı mı sanıyorlar? Elbette duyuyoruz! Ayrıca yanlarında bulunan elçilerimiz, onların gizli açık tüm konuştuklarını yazıyor.
Burada müşriklerin, Resûlullah (s.a.s.)’e karşı gizlice planlar yaptıklarına işaret edilir. Çünkü onlar Peygamber (s.a.s.)’i ve getirdiği mesajları sevmemekle kalmıyor, ona karşı koyma, onu ortadan kaldırma ve davasını engelleyebilme yolunda bir takım sinsi kararlar alıyorlardı. Planlarını kendi aralarında gizlice konuşuyor, etraftan duyulmaması için fısıldaşıyorlardı. Halbuki bütün bunları Allah bilmekte, ayrıca gözetleyici meleklerine de bunları en ince noktasına kadar kaydettirmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onun sağında ve solunda oturmuş iki kayıtçı melek, onun her söz ve davranışını yazmaktadır. Ayrıca yanında onu gözetleyip duran ve ağzından çıkan her bir sözü anında kaydeden bir melek vardır.” (Kāf 50/17-18)
İşte bunun sonucudur ki az önce de bahsedildiği gibi o din düşmanları ebedi azaba mahkum edileceklerdir.
Tekrar söz, insanların şirke düşüp ebedî hayatlarını karartmalarına en çok sebebiyet veren Allah’a çocuk isnat etme meselesine getirilerek şöyle buyruluyor:
- De ki: “Faraza Rahmân’ın bir çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki elbette ben olurdum!”
- Göklerin, yerin ve arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları her türlü noksanlıktan pak ve uzaktır.
- Öyleyse bırak onları, tehdit edildikleri güne kavuşuncaya kadar bâtıla dalsınlar, oynayıp eğlenmeye devam etsinler!
Esas vazifesi tevhidi anlatmak olan Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e, o ortamda hem müşrikler hem de Ehl-i kitap arasında yaygın olan “Allah’a çocuk isnat etme” düşüncesinin yanlışlığını ispat için şöyle demesi emir buyruluyor: “Benim hiç kimseyi Allah’ın çocuğu olarak kabul etmemem, bir inadın sonucu değildir. Ben bu düşünceyi, gerçekle alakası olmadığı için kabul etmiyorum. Şayet Allah’ın bir çocuğu olsaydı, onu ilk ben tasdik ederdim. Çünkü ben, Allah’ın sadık kuluyum. Fakat Allah, böyle bir ithamdan sonsuz derecede pak ve yücedir.”
O halde yanlış düşüncelerden sıyrılıp Allah Teâlâ’yı gerçek sıfatlarıyla tanımak için şu ilâhî beyânlara kulak verin:
- Allah, gökte de yegâne ilâh yerde de yegâne ilâhtır. O, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan, her şeyi hakkiyle bilendir.
- Ne yücedir ve ne büyük hayır ve bereket kaynağıdır O Allah ki, göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her şeyin mutlak mülkiyet ve hâkimiyeti O’na aittir. Kıyâmet vaktinin bilgisi yalnız O’nun katındadır. Sonunda siz de O’nun huzuruna döndürüleceksiniz.
Göklerin ve yerin sahibi ayrı ayrı kimseler değil, bilakis tüm kâinatın sahibi Allah’tır. O her şeyden haberdardır. Allah, herhangi bir şeyin kendisine ortak olmasından pak ve uzaktır. Bu kâinatın idaresinde O’ndan başka hiç kimsenin bir payı yoktur. Peygamber, veli, melek, cin, ruh veya yıldızlar olsun, tüm mahlukat Allah’a tabidir ve hiçbiri O’nun ortağı değildir. İstediği zaman kıyameti koparacak, insanları diriltip huzuruna toplayacak ve hesaba çekecek olan da Allah’tır. Kimsenin O’ndan kurtuluşu mümkün değildir.
Şefaat meselesine gelince:
- Onların Allah’tan başka yalvarıp yakardıkları putlar şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek gerçeğe şâhitlik edenlere bu yetki verilecektir.
Âyet-i kerîme şefaat konusunda şu hususlara dikkat çeker:
› Dünyada mabud edinilen varlıkların çoğu şefaat etmeye layık değillerdir. Çünkü onların sapıklık içinde yaşamış olanları, bizzat Allah’ın huzurunda suçlu olarak hazır bulunacaklardır. Fakat içlerinden doğru bilgilere dayanıp şuurlu bir şekilde ilâhî gerçekleri kabullenen ve bunlar doğrultusunda mükemmel bir kulluk sergileyenler, Allah’ın izniyle şefaat edebilmeye hak kazanacaklardır.
› Şefaat izni olanlar, ancak şuurlu olarak Hakka iman edenlere şefaat edebileceklerdir. Yoksa şuursuzca yaşayan ve Allah’tan başkalarına kulluk edenlere, hiç kimse şefaat etmeyecektir.
› Taptığı putun Allah indinde, kendisine şefaat edebilecek kadar güçlü olduğunu ve nasıl bir akideye sahip olursa olsun kendisini cehennem ateşinden koruyabileceğini iddia eden kimse büyük bir sapıklık ve şaşkınlık içindedir. Çünkü, Allah indinde hiçbir kimsenin böyle bir yetkisi yoktur.
› Bu ayetten bir hususta nasıl şâhit olunabileceğinin usulü de çıkmaktadır. Yani bir kimsenin bir hususla ilgili şâhitlik yapabilmesi için şehâdet ettiği olayı görmesi ve bilmesi gerekir.
Yine de:
- Onlara, kendilerini kimin yarattığını sorsan mutlaka: “Allah yarattı” derler. O halde nasıl oluyor da O’na kulluktan yüz çeviriyorlar?
- Peygamber’in: “Rabbim! Bunlar iman etmeyen bir gürûhtur” dediğini de Allah işitiyor ve biliyor.
- Rasûlüm! Madem öyle, sen onların yaptıklarına aldırma ve: «Selâmetle; sizinle işimiz yok!» deyip yoluna devam et! Gün gelecek, elbette gerçeği bilecekler!
Mü’minler, iman etmeyenlere, içinde bulundukları zaman, zemin ve şartlara göre muamele ederler. Bu âyetlerin indiği ortamda, onlardan yüz çevirmenin, onlara “selametle” deyip geçmenin ve tebliğ vazifesini yerine getirdikten sonra işi Allah’a havale etmenin gerektiği anlaşılmaktadır. Ancak, barış ve savaş durumlarıyla ilgili olarak gayri müslimlerle daha farklı münâsebet tarzları vardır ki, Kur’ân-ı Kerîm yeri geldikçe bu münâsebetlerde takip edilecek yolu da beyân etmektedir.
ZUHRUF SURESİ HAKKINDA
Zuhruf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 89 âyettir. İsmini 35. âyette geçen ve altın, mücevher mânasına gelen اَلزُّخْرُفُ (zuhruf) kelimesinden alır. Resmî tertibe göre 43, nüzûl sırasına göre 63. sûredir.
Zuhruf Sûresi Konusu
Sûrede Allah’ın birliği ve sonsuz kudret sahibi olduğu, Kur’an’ın Allah kelâmı ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de Allah’ın peygamberi olduğu ana fikri işlenir. Bu çerçevede müşriklerin, Resûlullah (s.a.s.)’in davetine uymayıp atalarını körü körüne taklit etmeleri, meleklere Allah’ın kızları demeleri, Allah’ın tüm kâinatın yaratıcısı olduğunu bildikleri halde putlara tapmaları reddedilir. Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ ve Hz. İsa’nın kıssalarından misaller verilerek, tevhid çağrısına uyanların güzel âkıbetleri, uymayanların ise feci sonları ibret alacak nazarlara arz edilir.
Zuhruf Sûresi Nuzül Sebebi
Sûre Mekke’de, geliş sırası bakımından Şûrâ’dan sonra, Duhân’dan önce vahyedilmiştir. 45. âyetin Hz. Peygamber’in mi‘racında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da nâzil olduğuna dair bir rivayet varsa da bu, sûrenin Mekkî niteliğini değiştirmez; çünkü tefsirciler hicretten önce nâzil olan bütün sûrelere Mekkî demektedirler.
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri, kuranvemeali.com
YORUMLAR