Zulmün Vebaline Kimler Ortaktır?
Zalimin zulmüne sessiz kalmanın, tepki göstermemenin ve vurdumduymaz bir tavır takınmanın vebali nedir? Bunun ilahî bir yaptırım, cezası ve sorumluluğu var mıdır?
Haksızlıklar karşısında mü’minin tavrı ve tepkisi nasıl olmalı? İnsan haklarının ihlalinde kimin safında yer almalı? Toplumsal sorumluluk açısından ve suçun şahsiliği bağlamında zulme arka çıkma, ya da sessiz kalma veya hak tecavüzlerine göz yumma gibi eylemlerde günaha bulaşma, yapılan zulme ortak olma durumu olabilir mi? Bu yazımızda söz konusu sorulara cevap vermeye çalışacağız. Öncelikle “zulüm” kavramına kısaca açıklık getirmek istiyoruz.
Zalim sözcüğü genellikle, “haksızlık yapan”, ya da “kötülük eden”, zulüm ise, “haksızlık”, “kötülük”, “adaletsizlik”, ve “tehakküm” gibi değişik şekillerde tercüme edilmiştir. “ZLM” nin ilk plandaki manası, “bir şeyi yanlış yere koymak” tır. Ahlak ilmi sahasında ilk ve en mühim anlamı, “muayyen haddi aşmak ve bir başkasının hakkını ihlal etmek” gibi gözükmektedir. Kısaca ve genel olarak zulüm, kişinin kendi sınırlarını aşması ve yapmaya hiç hakkı olmayanı işlemesi anlamında adaletsizlikte bulunmasıdır.[1] Birkaç örnekle konumuzu açıklayalım.
ZULME SESSİZ KALMANIN VEBALİ NEDİR?
Zalimin zulmüne, işlediği tecavüze ve yaptığı çirkin eylemlere, bizzat katılmanın, ortak olmanın veya destek çıkmanın aslında günah ve haksızlık olduğunu açıklamaya bile gerek yoktur. Ancak burada üzerinde durulması gereken husus, zalimin zulmüne sessiz kalmanın, tepki göstermemenin ve vurdumduymaz bir tavır takınmanın vebali nedir? Bunun ilahî bir yaptırım, cezası ve sorumluluğu var mıdır? gibi sorulara cevap aramaktır.
Kur’an, İsrailoğullarına zillet/alçaklık ve yoksulluk damgasının vurulmasının sebebini, onların, hakkı inkâr etmeleri ve hakkı anlatan peygamberleri öldürmeleri olarak açıklamıştır.[2] Yine İsrailoğullarının, peygamberlerin canlarına kıymaları, Allah hakkında yakışıksız söz söylemeleri sebebiyle yakıcı bir azaba çarptırıldıkları beyan edilmiş, [3], sözlerinden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri, Hz. Meryem’e iftira atmaları sebebiyle, onların kalplerinin mühürlendiği açıklanmıştır.[4] Kur’an’da İsrailoğullarının peygamberleri öldürme eylemi, çoğul kipiyle zikredilmiş, “öldürüyorlar, öldürüyorsunuz, öldürdünüz” şeklinde, onların hepsinin bu katl olayından sorumlu tutulduğuna dikkat çekilmiştir.[5]
İsrailoğullarından peygamberleri öldürenlerin belirli kişiler ya da birkaç kişiden ibaret olmasına rağmen Kur’an, onların hepsini suçlu pozisyonunda zikretmiştir. Bunun en önemli sebebini, peygamberler öldürülürken karşı çıkmamaları ya da sessiz kalmaları veya görmezden gelmeleri şeklinde açıklanabilir. İsrail halkı, sergiledikleri vurdumduymazlık yüzünden Allah nezdinde zulme, insan hayatına ve özellikle Allah elçisi peygamberlerin öldürülme suçuna dolaylı da olsa ortak olmuşlardır. Canı pahasına da olsa insanın, zulme, haksız olarak işlenen öldürme filine/fillerine rıza göstermemesi ve hiç olmazsa kalben tepkisini göstermesi gerekir. Aksi takdirde, o işlenen suçun, cinayetin, günahın ve saldırının vebaline ortak olur.
Kur’an’ın canlı şahidi olan Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunu ne güzel formulize etmiştir. “Sizden herhangi biriniz bir münker/kötülük gördüğünde onu hemen eliyle düzeltsin. Eğer buna gücü yetmiyor ise, diliyle bunu değiştirsin. Diliyle de buna gücü yetmiyorsa, kalbiyle değiştirsin (buğzetsin) ki bu sonuncusu imanın en zayıf yönünü teşkil eder.”[6] Burada Merhum Mehmet Akif Ersoy’un dizelerini zikretmek de yerinde olacaktır.
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!.. -Boğamazsın ki! -Hiç olmazsa yanımdan kovarım!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim. Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım: Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Semûd kavmine Allah Teâlâ Salih (a.s)’ı peygamber olarak göndermiştir. Onlar, Hz. Salih’e karşı çıktılar ve onun peygamberliğini inkâr ettiler. Kur’an, bu konuda şu bilgiyi verir: “Dediler ki: Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir. Salih: İşte (mucize) bu dişi devedir; onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir, dedi. Ona bir kötülük işlemeyin, yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir.”[7]
Devenin onlara bir mucize olarak gönderilmesi ve bunun onlar için bir imtihan sebebi kılınmasını Kur'ân şöyle ifade eder: “Gerçekten onları imtihan etmek için dişi deveyi gönderen biziz. Sen onları gözetle ve sabret. Onlara, suyun aralarında paylaştırıldığını haber ver. Her biri kendi içim sırasında gelsin.”[8] Deve onların hakkına, onlar da devenin hakkına tecavüz etmeyeceklerdi. Ayrıca onlar, deveye herhangi bir kötülük yapmayacaklardı. Şayet bunlara dikkat etmedikleri takdirde başlarına elim ve şiddetli bir azabın geleceği bildirilmişti.
Semûd kavmi, isyan ve azgınlıklarına devam ettiler. Verdikleri sözde durmadılar. Deveyi öldürmeye teşebbüs ettiler. Şehirlerindeki dokuz çetenin başı olan ve Semûd’un kızılı (Uhaymir-i Semûd) denilen Kudar b. Sâlif’i çağırdılar. O da kalktı, silahını ve cinayeti karşılığında alacağını aldı ve deveyi kesti, öldürdü. [9]
Şems sûresinde bu durum şöyle anlatılır: “Semûd kavmi azgınlığı yüzünden (Allah’ın elçisini) yalanladı. Onların en bedbahtı (deveyi kesmek için) atıldığında Allah’ın Resûlü onlara: “Allah’ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın” dedi. Ama onlar, onu yalanladılar ve deveyi kestiler...”[10]
Deveyi öldürme fiilini bir kişi yapmıştı. Kamer Sûresi, 29. âyette deveyi bir kişinin kestiği belirtilmekte ve “akr” kökünden gelen fiil tekil olarak bulunmaktadır. Şuarâ, 157, Hûd, 65, A’raf, 77, Şems, 14. âyetlerde ise çoğul olarak “akarû” (kestiler) şeklinde geçmektedir. Bunda bir çelişki yoktur. Zira onlar/halk, kendilerine mucize olarak verilen devenin öldürülmesine mani olmadılar. Dolayısıyla işlenen suça ortak oldular. Kamer Sûresi, 29. âyette “Arkadaşlarını çağırdılar...” tabirinden, hepsinin bu zulme ortak ve bu planı beraberce uyguladıkları anlaşılmaktadır. Bu yüzden neticede ilâhî ceza hepsinin tepesine inivermiştir. Zulme rıza zulümdür ve bu zulme ortak olmak gibi bir vebali celbeder.
ZULMÜN VEBALİNE ORTAK OLANLAR
Her insan, her topluluk, her millet gerek bireysel, gerek toplumsal olarak tarihin her döneminde imtihana tabi tutulmuştur. Hak ve batıl mücadelesi devam etmiş, kimi hakkın, haklının, kimi zalimin ve zulmün tarafında yerini almıştır. Günümüzde de bütün insanlık her alanda ilâhî bir imtihandan geçmektedir.
Dünyada işlenen işgaller, zulümler, cürümler, katliamlar alabildiğine devam etmektedir. Gazze ve diğer yerlerde işlenen suçlarla, bütün insanlık imtihan edilmektedir.
Gazze, ümmet-i Muhammed için belki de asrın en büyük imtihanıdır. Öteden beri zulmü, işgali, barbarlığı ve güce tapmayı meslek edinenler, mazlumu ezmeyi marifet sayanların, yapılanlardan, işlenen cinayetlerden ve soykırımından zerre kadar rahatsızlık duymadığı gün gibi aşikârdır. Bu cenah Allah katında işlenen her çeşit zulmün vebaline, idareci ve tepki göstermeyen halk olarak ortaktır. Ya Müslümanlar! Ya ses çıkarmayan idareciler! Ya görmezden gelerek saraylarında rahat uyuyan krallar ve liderler! Ya Müslüman halk! Ya Müslüman ilim adamları, akademisyenler, sanatçılar! vs. neredeler? Hangi çizgideler? Allah katında zulmün ve zalimin ortakları mıdırlar? “Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?” cümlesi ile yazımızı bitirelim.
Dipnotlar:
[1] Bkz. Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İst.1984, s. 221-222. [2] Bkz. el-Bakara, 2/61. [3] Bkz. Âl-i İmrân, 3/181, 182. [4] en-Nisâ, 4/155-156. [5] el-Bakara, 2/61, 87, 91; Âl-i İmrân, 3/21, 112; el-Mâide, 5/70; el-Ahzâb, 33/26, el-Mü’min, 28. [6] Müslim, “İman”, 78, Tirmizî, “Fiten”, 11; Nesâî, “İman”, 17. [7] eş-Şuarâ, 153-156. [8] el-Kamer, 54/27-28. [9] Bkz. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Kitapevi, İstanbul, 1971, VII, 4647-4648. [10] eş-Şems, 91/11-14.
Kaynak: Kerim Buladı, Altınoluk Dergisi, Sayı: 459
YORUMLAR