Zümer Suresinin Tefsiri

VİDEOLAR

Dr. Adem Ergül Bey, Zümer suresinin tefsirini yapıyor.

Zümer sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 75 âyettir. İsmini 71 ve 73. âyetlerde geçen “zümreler, gruplar, bölükler” mânasına gelen اَلزُّمَرُ (zümer) kelimesinden alır. 22. âyette geçen ve “köşkler, odalar” mânasına gelen اَلْغُرَفُ (ğuref) kelimesi de sûreye isim olmuştur. Resmî tertîbe göre 39, iniş sırasına göre 59. sûredir.

10 bölümde, 75 âyetten oluşan Zümer sûresinin tefsiri:

ZÜMER SURESİ TEFSİRİ

Zümer Sûresi 1. Kısım Tefsiri  (1-6. Ayetler):

Zümer Sûresi 2. Kısım Tefsiri  (7-10. Ayetler):

Zümer Sûresi 3. Kısım Tefsiri  (11-21. Ayetler):

Zümer Sûresi 4. Kısım Tefsiri  (22-23. Ayetler):

Zümer Sûresi 5. Kısım Tefsiri  (24-31. Ayetler):

Zümer Sûresi 6. Kısım Tefsiri  (32-41. Ayetler):

Zümer Sûresi 7. Kısım Tefsiri  (42-48. Ayetler):

Zümer Sûresi 8. Kısım Tefsiri  (49-61. Ayetler):

Zümer Sûresi 9. Kısım Tefsiri  (62-70. Ayetler):

Zümer Sûresi 10. Kısım Tefsiri (71-75. Ayetler):

ZÜMER SÛRESİ HAKKINDA

Zümer sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 75 âyettir. İsmini 71 ve 73. âyetlerde geçen “zümreler, gruplar, bölükler” mânasına gelen اَلزُّمَرُ (zümer) kelimesinden alır. 22. âyette geçen ve “köşkler, odalar” mânasına gelen اَلْغُرَفُ (ğuref) kelimesi de sûreye isim olmuştur. Resmî tertîbe göre 39, iniş sırasına göre 59. sûredir.

ZÜMER SÛRESİ KONUSU

Sûrede ağırlıklı olarak tevhid inancının ve Allah’a ihlasla kulluk yapmanın ehemmiyeti ele alınır. Bir taraftan da şirkin bâtıllığı, saçmalığı ve kötü neticeleri geniş izahlarla beyân edilir. Mekke’de müşriklerin mü’minlere şiddetli baskı uyguladıkları bir dönemde indiği anlaşılan sûre, müslümanların gerektiğinde hicret etmelerine kapı aralar.

Peygambere ve mü’minlere, ne tür zor şartlar altında olurlarsa olsunlar, dinlerinden asla taviz vermemeleri hatırlatılır. Çünkü tevhid inancının zedelenmesi, sonuç itibariyle bütün amellerin boşa çıkması gibi ağır kayıplara yol açabilecektir. Bu hususta peygamberin durumu bile diğerlerinden farksızdır. Sûre kıyâmetten bahsederek; tevhid ehlinin erişeceği hayırlı netice ile, şirke düşenlerin düçar kalacakları kötü sonu tesirli bir şekilde sahneleyip, dinleyenlerine hem iki farklı neticeyi mukayese etme, hem de ikisi arasında tercihte bulunma fırsatı sağlayarak son bulur.

ZÜMER SÛRESİ NUZÜL SEBEBİ

Mushaftaki sıralamada otuz dokuzuncu, iniş sırasına göre elli dokuzuncu sûredir. Sebe’ sûresinden sonra, Mü’min (Gåfir) sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemesi gerektiğini belirten 53. âyetten itibaren üç veya yedi âyetin Medine döneminde indiği yolunda rivayetler varsa da bu rivayetler zayıf bulunmaktadır. (bk. İbn Âşûr, XXIII, 311)

Hz. Aişe (r.anha), Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in her gece yatmadan evvel Zümer ve İsrâ sûrelerini okuduğunu rivayet eder. (Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’an 21)

ZÜMER SÛRESİNİN TEFSİRİ

  1. Bu kitap, kudreti dâimâ ütün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah tarafından parça parça indirilmiştir.
  2. Biz sana bu kitabı gerçeğin tâ kendisi olarak indirdik. Öyleyse sen de, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup ibâdet ve taati yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk et.

Kur’ân-ı Kerîm Allah tarafından indirilmiştir. Dolayısıyla o, yaratılmış bir varlığın sözü değildir. Bu bakımdan onu çok dikkatli dinlemek ve buyruklarını büyük bir ciddiyet ve titizlikle yerine getirmek gerekir. Kur’an’ın, Allah Teâlâ’nın “Azîz” ve “Hakîm” isimleriyle yakın bir irtibatı vardır. اَلْعَز۪يزُ  (Azîz), mutlak güç ve kudret sahibi, kudreti dâima üstün gelen ve asla mağlup edilemeyen demektir. Bu ismin tecellisi ile Kur’an’ın mesajı insanlığa ulaşacak, onun hükümlerinin geçerli olmasını hiçbir kimse engelleyemeyecek, emir ve yasakları sürekli yürürlükte olacaktır. اَلْحَك۪يمُ (Hakîm) ise verdiği hükümler, yaptığı işler her dâim hikmetli ve sağlam olan, tedbir ve yönetmesi bilgiye dayanan demektir. Bu ismin tecellisi ile de Kur’ân-ı Kerîm dil, belagat, fesahat, üslup, nazım ve ihata ettiği bilgiler itibariyle son derece sağlamdır. İhtivâ ettiği tüm hakîkatler nihâyetsiz hikmetlere dayalıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, gerçeğin ta kendisi olarak nâzil olmuştur. Yani ondaki bilgiler tümüyle doğrudur. İçinde herhangi bir yanlışlık veya şüphe yoktur. Rabbimizin kim olduğunu, O’nun muradını ve bizden nasıl bir kulluk istediğini açıkça beyân etmektedir. Doğru ile eğriyi, hakla bâtılı tüm netliği ile ortaya koymaktadır. O halde kula düşen vazife, Kur’an’ın tarif ettiği şekilde tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde Allah’a yönelerek ve yalnızca O’nun rızâsını isteyerek Rabbine kulluk yapmaktır.

Bu sûrede, “dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek” tabiri birkaç kez tekrarlanır ve âdeta sûrenin mesajının iliğini teşkil eder. Dolayısıyla bu tabirin ne demek olduğunu izahta fayda vardır: Bu tabirde iki mühim nokta dikkat çeker:

Kulluk etmek,

Dini yalnızca Allah’a hâlis kılmak.

“Kulluk yapmak”; aciz olmanın idraki içinde severek itaatte bulunmak demektir. Buna göre Allah’ın kulundan istediği, sadece kendisine severek kulluk ve itaat etmesi, ayrıca koyduğu kanunlara harfiyen uymasıdır. “Din” ise bir varlığın, başkaları üzerinde kendisine ait bir otorite, güç ve yetki vehmederek, onların hayatlarını tanzim etmeye kalkışmak istemesidir. Buna göre “dini Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek” için Allah’a kulluk etmekle birlikte, başkalarına kulluk etmemeyi, sadece Allah’ın koyduğu kanun ve ilkelerle yaşamayı, yalnız O’nun hükümlerine uyup, yasaklarından kaçmayı tazammun eder. Bu sebepledir ki “dini yalnızca Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek”, İslâm’ın kesin ve değişmez bir kâidesidir. Çünkü bu şekilde kulluk, yalnız Allah’ın hakkıdır. Kulluk edilmeye layık olan sadece O’dur ve sadece O’na itaat edilmesi gerekir. Bu sebepledir ki, Allah’a kulluğu reddedip de başkalarına itaat eden kimse açık bir sapıklık içindedir. Allah ile birlikte başkalarına da kulluk ediyorsa, bu da şirktir.

Nitekim Resûlullah (s.a.s.), bu ayeti kerîmenin izahını şöyle yapar:

 Bir şahıs Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e gelerek:

“- Şayet mallarımızı şan, şöhret olsun diye muhtaçlara harcasak, Allah bize bir mükafat verir mi?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.s.), “Hayır!” diye cevap verince, bu sefer o şahıs:

“- Hem Allah rızâsı, hem de şan, şöhret için harcasak?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):

“- Allah, ihlâslı bir şekilde sadece kendi rızâsı için yapılmamış hiçbir ameli kabul etmez” buyurup bu âyet-i kerîmeyi okudu. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 233)

Hz. Mevlânâ (k.s.), ibâdetlerin hazzını duyabilmek için bunların ihlasla yapılması gerektiğini; ihlasa aykırı durumlar sözkonusu olunca da kalpte biriken manevî feyiz bereketlerin yok olup gideceğini “Anbar ve fare” misaliyle pek güzel izah eder:

“Biz, şu dünya anbarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğ­dayları kaybediyoruz. Bir gün aklımızı başımıza alıp da, buğdayın böyle azalmasının, kay­bolmasının, anbara giren fâreden ve onun hilesinden ileri geldiğini anla­yamıyoruz. Fâre, anbarımızı delmiş, anbarımız onun hilesinden harab olmuştur. Ey Hakk tâlibi can, önce anbara giren fâreden kurtulma çaresini ara,  ondan sonra buğday toplamaya çalış. Büyüklerin büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen Sevgili Peygambe­rimiz (s.a.s.)’in: «Namaz ancak kalb huzuruyla tamam olur» hadisini hatırla da nefsten, yani şeytandan kurtulmak için kalb huzuruyla namaza başla. Eğer anbarımızda, hırsız bir fâre bulunmasaydı, kırk yıllık ibâdet buğ­dayı nereye giderdi?

Her gün azar azar da olsa, candan ve sevgiyle yapılan ibâdetlerden, iyiliklerden hâsıl olan iç rahatlığı ve huzur neden gönlümüzde hissedil­miyor? Çakmak demirinden bir çok kıvılcım sıçradı. İlâhî aşkla yanan gönül onları çekti aldı. Fakat karanlıkta gizli bir hırsız var. Kıvılcımları söndürmek için üstle­rine parmak basıyor. Dünyada mânevî bir çerağ uyanmasın diye, o karanlıktaki hırsız, kıvıl­cımları söndürüyor. Allahım, senin inâyetlerin, merhametlerin bizimle beraber oldukça, şeytandan, o alçak hırsızdan ne korkumuz olur? Sen, bizimle beraber olup, bizi korudukça, ayak altında yüz binlerce tuzak olsa da önemi yoktur.” (Mevlânâ, Mesnevî, 377-389. beyitler)

Bu temsilde yaptığımız ibâdetlerden, iyiliklerden ve insânî vazifelerden elde edilen sevab, iç ra­hatlığı, kalb huzuru, buğdaylara benzetilmiştir. Ambar vücud şehrimizin mânevî am­barıdır. Fâre; nefsimizin, nefsânî arzuların sembolüdür. Yaptığımız ibâdetlerden mâ­nevî zevk duymazsak, bilmeliyiz ki, gönül ambarına fâre düşmüştür. Şeytan; yaptı­ğımız ibâdetleri çalmakta, dolayısıyla bizde mânevî zevk ve feyz bırakmamaktadır. Bu sebeple ibâdet var, fakat huzursuz olduğumuz için mânevî zevk ve feyz yoktur.

İbâdetimizin, iyiliklerimizin meydana getirdiği mâna kıvılcımını aşkla yanan gönül benimsiyor, alıyor, ondan feyz buluyor. Karanlıktaki hırsız, şeytan ve nefs-i emmâredir. Bu düşmanlar, kıvılvımları söndürüyor, bize düşmanlık ediyor. Mânevî bir çerağın uyanmasına engel olu­yor. (Şefik Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, I-II, 51)

Öyleyse:

  1. İyi bilin ki gönülden tam bir samimiyet ve teslimiyetle yapılan kulluğa lâyık olan yalnızca Allah’tır. O’ndan başka kendilerine bir takım mabudlar ve koruyucular edinenler ise: “Biz bunlara, yalnız bizi Allah’a daha fazla yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz” derler. Allah, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda aralarında hükmünü verecektir. Doğrusu Allah, yalancılığı ve inkârcılığı âdet edinenleri doğru yola erdirmez.

Cenâb-ı Hak, sadece kendisine kulluk yapmamızı istediği halde, bir kısım insanlar, Allah’tan başka mabudlar ve putlar edinip onlara taparlar. Bunlara da, sırf kendilerini Allah’a daha fazla yakınlaştırsınlar diye taparlar. Nitekim müşrikler putlara tapıyor ve bunların kendileri için Allah katında şefaatçi olacağını ve kendilerini Allah’a yaklaştıracaklarını söylüyorlardı. (bk. Yûnus 10/18) İşin dikkat çeken tarafı, onlar Allah’ı inkâr etmiyorlar, O’nun varlığını kabul edip üstelik O’na daha fazla yakınlaşmak istiyorlar. Fakat meşrû hedefe ulaşmak üzere meşrû olmayan bir yol tuttukları için Allah’ın affetmediği şirke düşüyorlar. Demek ki, kullukta hem hedef doğru tespit edilmeli, hem de o hedefe ulaştıracak vasıtaların doğru olmasına dikkat gösterilmelidir. Bu kâide, Resûlullah (s.a.s.)’in hayatında örneklendiği gibi aslında tüm İslâmî faaliyetlerin temelini teşkil eder.

İslâm, putperestliği yasaklar. Hangi bahane ile olursa olsun putlara tapmaya kesinlikle müsaade etmez. Kendilerine göre bir kısım gerekçelerle puta tapanlar ve bu hususta farklı yollara sapanlar hakkında Allah Teâlâ hükmünü verecek ve onlar hak ettikleri cezayı bulacaklardır. Öncelikle düpedüz bir yalanın ve kâfirliğin taraftarı oldukları için, böyle devam ettikleri takdirde, gerçek bir imandan mahrum kalacaklardır. İmandan mahrum olarak öldüklerinde ise ebedî azaba uğrayacaklardır.

Aslında şirk taraftarlarının yanlışa sürüklenmeleri, Allah Teâlâ’yla O’nun yaratıkları arasındaki ilişkiyi yerli yerine oturtamamaktan kaynaklanmaktadır:

  1. Allah evlat edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. Fakat O, evlat edinmekten de, her türlü noksanlıktan da yücedir. O, her şeyi kudretine boyun eğdiren tek bir Allah’tır.

Allah Teâlâ’nın yaratıklarla ilişkisi -hâşâ- “baba-evlat” ilişkisi değil, “Hâlık-mahluk, Rab-kul, ulûhiyet-ubûdiyet” ilişkisidir. Dolayısıyla bütün varlıkları kudretine boyun eğdiren ve tek olan Allah, çocuk edinmekten pak ve yücedir. Çocuk olması için eş olması gerekir. Oysa Allah eşi olmaktan sonsuz derecede uzaktır. Evlat ihtiyacı noksanlığın ve acizliğin alametidir. Cenâb-ı Hak bütün noksan sıfatlardan beridir. Faraza çocuk edinmek isteseydi bile yerdeki insanlar ve diğer yaratıklara gelinceye kadar göklerdeki meleklerden veya başka ulvî varlıklardan edinirdi. Fakat O’nun için böyle bir şey söz konusu değildir.

Allah ki:

  1. O, gökleri ve yeri belli bir gâye, büyük bir hikmet ve şaşmaz bir nizam üzere yaratmıştır. Sürekli olarak geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirmiştir. Her biri belli bir süreye kadar kendi yörüngesinde akıp gidiyor. Bilin ki O, karşı konulmaz bir kudret sahibidir, çok bağışlayıcıdır.

Bu âyet-i kerîme ile başlayarak Allah Teâlâ’nın birliğinin, sonsuz kudret, ilim ve hikmetinin delilleri sayılıyor ve O’nun gerçekten ibâdete lâyık tek ilâh olduğu ispatlanıyor:

Gökleri ve yeri “hak” ile; yani gerçek bir gaye, büyük bir hikmet, belli bir kanun ve şaşmaz bir nizam içinde, hak ve hakikatin anlaşılması ve yaşanması için yaratmıştır. Rabbimizin yarattığı bu muazzam varlıklar gözümüzün önünde durmakta, ibretle bakabilenleri hayret ve şaşkınlık içinde bırakmaktadır.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yedi kat göğü birbiriyle uyum içinde tabaka tabaka yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi, çevir gözünü de bak, bir kusur, bir çatlaklık görebilecek misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak. Göz, aradığı kusuru bulamamanın ezikliği ve bitkinliği içinde sana geri dönecektir.” (Mülk 67/3-4)

Geceyle gündüzü dâimî olarak birbiri üzerine dolamaktadır. Hiç durmaksızın gündüz gecenin, gece de gündüzün yerini almaktadır.

Bu âyette geçen اَلتَّكْو۪يرُ (tekvîr) kelimesi, baş gibi kürevî bir cismin etrafında bir şeyi, meselâ sarığı döndürerek sarmak, daha açık bir tâbirle “dolamak” demektir. Bu tâbirin, tabiatta cereyan eden bir gerçeği tasvir ettiği anlaşılmaktadır: Kendi mihveri etrafında dönen yerkürenin güneşe bakan kısmı aydınlık, yani gündüz olur. Ancak, yerküre döndüğünden dolayı bu aydınlık kısım aynen devam etmez. Hareket ettikçe aydınlık olan kısımlar karanlığa, karanlık olan kısımlar da aydınlığa bürünür. Yâni devamlı bir şekilde gece gündüzün, gündüz de gecenin üzerine dolanır. Bu da, yeryüzü sathının yuvarlak olduğunu gösterir.  İşte âyette kullanılan “tekvîr” tabiri, bu şekilde yeryüzünün kürevî yuvarlaklıkta olduğuna ve döndüğüne işaret etmekte; yerin küre oluşu ve dönüşü de tekvîr tabirini son derece dakîk bir tarzda tefsir etmektedir.

Güneş ve ay da Allah’ın emrine boyun eğmiş, belli bir vakte kadar yörüngelerinde akıp gitmektedirler. Allah’tan başka kimin kudreti bunları elinde tutup emrine boyun eğdirebilir? O’ndan başka kim istediği gibi onları kontrol altına alıp hareket ettirebilir?

İnsanın yaratılmasındaki harikulade kudret tezahürleri de böyle:

  1. O, sizi bir tek nefisten yarattı, ondan da eşini var etti. Sizin faydalanmanız için hayvanlardan sekiz çift meydana getirdi. O sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde, bir yaratıştan diğerine geçirerek yaratıyor. Rabbiniz olan Allah işte budur. Bütün kâinatın mutlak mülkiyet ve hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilâh yoktur. Böyle iken, nasıl oluyor da O’na kulluktan yüz çeviriyor, yanlış yollara sürükleniyorsunuz?

İnsanın başlangıçta bir tek nefisten yaratılması, sonra eşinin var edilmesi, daha sonra bunların neslinden ana-baba beraberliğiyle insan neslinin devam edip gitmesi ne müthiş bir kudret akışı ve azamet tecellisidir. İnsanların istifadesine sunulan; etlerinden, sütlerinden ve tüylerinden yararlanılan hayvanlar da Allah Teâlâ’nın varlık delilidir. Bunlar erkeği ve dişisiyle birlikte deve, sığır, koyun ve keçidir. (bk. En‘âm 6/143-144)

Âyet-i kerîme, ayrıca insanın yaratılışı ile alakalı, indiği dönemin ilmî seviyesine göre oldukça derin bir noktaya adeta projektörünü çevirip gizli hakîkatleri ortaya çıkarmaktadır. O da insanın anne karnında “üç karanlık bölge”de çeşitli safhalardan geçirilerek yaratılıyor olmasıdır. Bugünkü ilmî tespitlere göre “üç karanlık bölge”den maksat;

Anne karnı karanlığı

Rahim karanlığı

Döl yatağı karanlığıdır.

Görüldüğü gibi bugün modern biyoloji, bebeğin embriyolojik gelişiminin yukarıdaki ayette bildirildiği şekilde, üç farklı karanlık bölgede gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Ayrıca embriyoloji alanındaki gelişmeler bu bölgelerin de üçer katmandan oluştuğunu gösterir:

Karın duvarı üç tabakadan oluşur: Dış kas plakaları, iç kas plakaları, çapraz kaslar.

Rahim duvarı da üç katmandan oluşur: Epimetrium, miyometrium ve endometrium.

Aynı şekilde embriyoyu saran kese de üç katmandan oluşur: Amniyon: Rahimde fetusu saran en iç zar- amnion. Koryon: Orta amniyon zarı- chorion. Desidüa: Dış amniyon zarı.

“Çeşitli safhalar”dan maksat ise, çocuğun ana rahmine düşmesinden doğumuna kadar geçirdiği nutfe, aleka, mudğa, kemik, kemiklere et giydirilmesi ve ruh üflenmesi gibi dönemlerdir. (bk. Hac 22/5; Mü’minûn 23/14)

Bugün tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan bütün embriyoloji kitaplarında bu konu en temel bilgiler arasında yer alır. Anne rahmindeki gelişim ile ilgili bu bilgiler, ancak modern teknolojik aletlerle yapılan gözlemler sayesinde elde edilebilmiştir. Görüldüğü gibi bu bilgilere de, diğer pek çok ilmî gerçek gibi, mûcizevi bir biçimde Kur’an ayetlerinde dikkat çekilmiştir. İnsanlığın tıbbi konularda hiçbir detaylı bilgiye sahip olmadığı bir dönemde, Kur’an’da bu derece ayrıntılı ve doğru bilgilerin verilmiş olması, elbette Kuran’ın Allah’ın sözü olduğunun açık bir delilidir.

Bunları vahiy yoluyla haber veren Yüce Rabbimiz olduğu gibi, bundan daha mühimi bunları yaratan ve yaratmakta olan da Yüce Rabbimizdir. İşte Kur’an insanlığı tek ilâh olan o Rabbe kulluğa davet etmekte; nasıl olup da O’na kulluktan döndürülebildiğimizi sormaktadır. Burada “Nasıl dönüyorsunuz?” değil de “Nasıl döndürülüyorsunuz?” diye sorulması dikkat çekicidir. Bununla bâtıla çağıranlara değil, onların çağrısına uyanlara hitap edilmektedir. Çünkü bâtıla çağıranlar kesin tercihlerini yapmış, çıkarları ile sapıklıkları birleşmiştir. Gerçeği görseler bile sırf çıkarları yüzünden sapıklığı bırakamazlar. Fakat onların peşine takılanların, bu menfaat şebekesinin elinden kurtulmaları mümkündür. Çünkü onlar kandırılmıştır ve şirkten bir menfaatleri de yoktur. Başkalarının güdümündeki bu insanlar biraz düşünecek olsalar, kendilerini şirk koşmaya teşvik edenlerin, bu davranışlarıyla nasıl bir çıkar ilişkisi içinde olduklarını fark edecekler ve bu yanlış yoldan dönebileceklerdir.

Şunu unutmayın ki:

  1. Eğer inkâr ederseniz, bu sizin aleyhinizedir; çünkü Allah’ın sizin hiçbir şeyinize ihtiyacı yoktur. Fakat O, kullarının inkârına da râzı olmaz. Şâyet inanıp şükrederseniz, bu davranışınızdan hoşnut olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez ve başkasının günahıyla yargılanmaz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizin huzuruna olacak ve o size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir. Şüphesiz O, göğüslerde saklı tutulan bütün gizlilikleri hakkiyle bilmektedir.

Her şeyi isteyip yaratan şüphesiz Allah’tır. Bununla birlikte O her şeyden razı olmaz. O’nun rızâsının taallük ettiği şeyler olduğu gibi, taallük etmediği şeyler de vardır. Nitekim O, sonsuz merhamet sahibi olmakla birlikte, gazabını celbedenlere O’nun merhameti değil gazabı erişmektedir. Yine nihâyetsiz affın sahibi O olmakla birlikte, günah işleyip tevbe etmeyenlere O’nun affı değil azabı kavuşmaktadır. Rızâsı da bunun gibidir. O, bütün kullardan müstağni olmakla, yani kimseye, hiçbir şeye zerre kadar ihtiyacı bulunmamakla birlikte, kullarının küfrüne ve nankörlüğüne razı olmaz. Fakat inanıp şükretmelerine razı olur. Kulların ne küfrü Allah’a bir zarar verebilir, ne de şükrü O’na bir fayda sağlayabilir. Sırf O, merhametinden dolayı, kulun nankörlüğüne değil şükrüne razı olmaktadır. Hadis-i kudsîde şöyle buyrulur:

“Ey kullarım! Sizin başınız, sonunuz, insiniz, cininiz en takvâ sahibi bir adamınızın kalbi gibi olsa, bu benim mülküme hiçbir şey katmaz. Ey kullarım! Sizin başınız, sonunuz, insiniz, cininiz en günahkâr bir adamınızın kalbi gibi olsa, bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, Birr 55)

Hiçbir günahkârın başkasının günahını çekmeyeceği ve bununla sorgulanmayacağı beyânı, “sizin vebâliniz bizim boynumuza” diyerek zayıf kimseleri inkâr yoluna sevk eden küfür liderlerini reddettiği gibi, tüm insanlığı Âdem’in işlediği suçtan sorumlu tutan hıristiyan düşüncesini de reddeder.

Rabbinizi tanıtan bu çok değerli açıklamalardan sonra, eğer insanın iç dünyasının haritasını seyretmek ve kendinizin de bu haritanın neresinde olduğunuzu yakından görmek istiyorsanız şu ilâhî beyanlara kulak verin:

  1. İnsanın başı derde düştüğünde, gönülden Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah, kendi katından ona bir nimet verdiğinde, önceki yalvarış ve yakarışını unutur da, insanları O’nun yolundan saptırmak için Allah’a ortaklar koşar. De ki: “Küfür ve nankörlüğün içinde hayattan biraz daha kâm al bakalım. Nasıl olsa sonunda cehennemi boylayanlardan olacaksın!”
  2. Şimdi düşünün, bu cehennemlik kimse mi daha iyidir; yoksa gece saatlerinde secde ederek ve ayakta durarak ibâdet eden, âhiret azabından sakınan ve Rabbinin rahmetini uman tertemiz bir mü’min mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak gerçek akıl ve idrâk sahipleri düşünüp ders çıkarırlar.”

Bu iki âyet-i kerîmede bilenle bilmeyen, gerçeği idrak edenle edemeyen iki insanın şahsiyet yapıları izah edilir. Birbirine tam tekabül edecek iki farklı tablo çizilir:

Birinci tablonun ilk kısmında bir insandan bahsedilmektedir. Onun başına hastalık, kıtlık, ölüm gibi bir takım sıkıntılar geliyor. Her taraftan zorluklarla kuşatıldığını görüyor. Kalbinin sıkıştığını ve ruhunun daraldığını hissediyor. Bu durumda o insanın hemen Rabbine yöneldiği, el açıp dua ettiği görülür. Yalnız Allah’a yönelmiş, artık O’ndan başkasının kendisini bu sıkıntıdan kurtaramayacağını kavramıştır. Aynı tablonun ikinci kısmında yine aynı şahıs yer almaktadır. Fakat bu kez sıkıntılar kaybolmuş, yerine bolluk ve rahat gelmiştir. Korku yerini emniyete, açlık yerini tokluğa, sıkıntı yerini ferahlığa bırakmıştır. Değişen şartlara göre sahnedeki adamın halinin de değiştiğini görmekteyiz. Bu tabloda sıkıntının dokunmasıyla fıtratı yalın halde ortaya çıkan bu insanın tekrar geriye döndüğü, fıtratının üzerini tortuların kapladığı; Rabbine dönüşünü, O’na yalvarışını ve sınanma sırasında yalnız O’na kulluk ettiğini, O’ndan başka kimsenin bu belayı başından savmaya gücünün yetmediğini unuttuğu görülmektedir. O insan bunların hepsini unutmakta ve Yüce Allah’a ortak koşmaya başlamaktadır.

  1. ayette ise birinci tablonun mukabilinde gerçek bir mü’min şahsiyetinin tablosu çizilir. Bu, sürekli Allah korkusu ve ürpertisi ile dolu olan, Allah’ı dâimâ zikreden, sıkıntıda ve bollukta O’nu hiç unutmayan, gecelerini secde ve kıyamla geçiren, yeryüzündeki hayatını âhiret endişesiyle yaşayan, Rabbinin rahmetine ve ihsanına ulaşmak isteyen mü’min insan tipidir. Bu insan, varlığın gerçeklerini anlamayı sağlayacak ve sağlıklı bir bilgiyi meydana getirecek olan Allah Teâlâ’yla sürekli bağı bulunan bir gönül sahibidir. Bu tablo, insandaki şeffaf ve derin hisleri harekete geçirecek bir tablodur. Bu tablo, önceki ayetin çizmiş olduğu çirkin ve silik tablonun tam zıddıdır.

Allah Teâlâ, “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39/9) beyanıyla bu iki tabloyu mukayese etmekte ve karşı karşıya koymaktadır. Zira hakiki ilim, mârifettir, tanımaktır; gerçeği kavramaktır. Bu ilim, insanın kalp gözünü açarak onun kâinatta var olan değişmez kanunlarla sıkı bir bağ kurmasını sağlar. Başka bir ifadeyle eserden eserin sahibine götürür. Bir ilim sahası kişiyi Hâkim-i Mutlak olan Allah’a götürüyorsa hakiki ilim sayılır. Yoksa ilim, sadece zihni dolduran, fakat eşyanın hakikatine ulaştırmayan dağınık bilgiler değildir. Kur’an’ın buradaki beyânına göre gerçek ilme ve mârifete ulaşmanın yolu, yüce Allah’a boyun eğip O’na ibâdet etme, kalbin hassasiyeti, âhiret korkusunun şuuruna varma, Allah’ın rahmetine ve ihsanına umut bağlama, bu korku ve ürperti içinde Allah’ın kendisini her an görüp işittiğini hatırda tutmadır. Ancak bu yolla hakikat kavranabilir. (bk. Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 3042) Bu gerçekleri de ancak “akl-ı selim sahipleri” düşünüp idrak edebilir. Sadece akıllı, şuurlu, basîreti açık, eşyanın hakikatini kavrayan, gördüğü ve bildiği şeylerden yararlanan, gördüğü ve dokunduğu her şeyde Allah’ı hatırlayan; Allah’ı da, O’nun huzuruna çıkarılacağı günü de unutmayan bahtiyar kimseler bilebilirler.

Kâinattaki fizikî kanunlarla ve çeşitli ilimlerle meşguliyet de böyledir. Bunlar insanı mârifetullaha ulaştırmak için birer vasıta olmalıdır. Aksi takdirde bunlar da perde Allah ile kul arasında olmaktan öteye geçemezler. Zâhiren kişinin bilgisi artıyor fakat manevî hallerinde bir terakki görülmüyorsa; burada tehlikeli bir durum var demektir. Halbuki insanın ilmi arttıkça, Allah Teâlâ’ya karşı olan takvâsı, saygısı ve haşyeti de artmalıdır. Hakiki âlimler, Cenâb-ı Hakk’ı nasıl bilip tanımak gerekirse öylece bilirler. Gönüllerinde Allah’a sonsuz tâzim ve muhabbet hisleri taşırlar. Âyet-i kerîmede:

“Gerçek şu ki kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan gerektiği gibi korkarlar” (Fâtır 35/28) buyrulur.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de:

“Sizin Allah’ı en çok tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınız benim” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Sıyâm 74) buyurarak bu gerçeğe işaret eder.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), ölmek üzere olan bir genci ziyaret etti ve ona:

“- Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu. Genç:

“- Rabbimin rahmetini umuyor, günahlarımdan korkuyorum” diye cevap verince Efendimiz (s.a.s.):

“- Böyle durumlarda bir kulun kalbinde ümit ile korku birleşince, Allah Teâlâ ona umduğunu verir, onu korktuğundan da emin kılar” buyurdu. (Tirmizî, Cenâiz 11; İbn Mâce, Zühd 31)

Zünnûn-ı Mısrî (k.s.) bir gün: “İrfan sahibi için ne devamlı hüzün vardır; ne de devamlı sürûr” der ve şöyle devam eder:

“İrfan sahibinin hâli ona benzer ki; başında kerâmet tâcı vurulu olarak tahtına çıkar oturur. Ama o bu hâlinde iki korkunç manzara karşısında titrer. Şöyle ki; başında bir kılıç asılı durur. O kılıç bir kılla tutturulmuştur. Kapı önündeyse iki yırtıcı hayvan bekler… O, bir yandan başına vurulan kerâmet tâcını ve kurulduğu tahtı görüp mesrûr olurken, beri yandan da kapıda bekleyen yırtıcı hayvanları ve baş ucunda asılı kılıcı hatırlar, ürperir… Bu durumda o irfan sahibi nasıl sevinir ve nasıl korkar bir düşünün?”

Sonra da şöyle devam etti:

“Onun baş ucunda asılı duran kılıç, dinî hükümlerin bütünüdür. Kapıda bekleyen iki yırtıcı hayvan ise ilâhî emir ve yasaklardır.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 233-234)

O hâlde insanlara gerçek ilim, irfan ve idrakin ve bunların neticesi olarak tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde Allah’a kulluğun yolunu göstermek üzere:

  1. Rasûlüm! Benden naklen onlara şunu söyle: “Ey iman eden kullarım! Gönlünüz Allah korkusu ve saygısıyla dopdolu olarak Rabbinize karşı gelmekten sakının! Bu dünyada samimi davranıp iyi işler yapanlara dünyada da âhirette de güzel bir karşılık vardır. Allah’ın arzı geniştir. Ancak hakkiyle sabredenlere mükâfatları hesapsız bir tarzda ödenecektir.”

Mü’minin dünyadaki en mühim vazifesi, Rabbine karşı gelmekten sakınarak O’nun gönderdiği hükümler istikâmetinde bir kulluk yapmasıdır. Kötülüğün her çeşidinden uzaklaşıp dürüst olması ve faziletli davranışlar sergilemesidir. Böyle davrandığı takdirde Allah Teâlâ ona hem dünyada başarı, huzur ve mutluluk gibi güzellikler verecek, hem de âhirette cenneti ihsan edecektir. Ancak mü’min, içinde doğup büyüdüğü vatanında her zaman Allah’ın dinini hakkiyle yaşama imkânı bulamayabilir. Eğer içinde bulunduğu şartlar onu müslümanca yaşamaktan alıkoyup üstelik kötülük ve günahlara sürüklüyorsa, gerektiğinde, içinde yaşadığı ülkeyi, toplumu, arkadaş çevresini ve alışkanlıklarını terk ederek İslâm’ı yaşayabileceği yepyeni bir hayata geçiş yapmalı, yani Allah yolunda hicret etmelidir. Çünkü Allah’ın arzı geniştir. Günahlardan uzaklaşarak Allah’a sığınma ve O’na kulluk yapma imkânı her zaman ve her yerde bulmak mümkündür. Yalnız böyle bir fedakârlıkta bulunmak, bir kısım sıkıntılara karşı sabrı gerektirir. Ancak bu sabrı gösterebilenler, hesabı ve sınırı olmayan bir mükâfata nâil olabilirler.

Hikmet ehli zatlar şöyle demişlerdir:

“Sabr ile dostun olur düşmanlar.

Sabr ile beraber rehber olur rehzenler.

Sabr esmâ-yı ilâhîdir.

Hikmet-i nâ-mütenâhîdir.

İlm ü hikmette şekerler yediler.

Sabra «Miftâh-ı ferectir» dediler.”[1]

Bu hususta en güzel örnek şüphesiz ki Allah Resûlü (s.a.s.)’dir. Onun vazifesi sadece dini tebliğ etmek değil, aynı zamanda tebliğ ettiği esaslara uygun olarak yaşayıp insanlara örnek olmaktır:

[1] Rehzen: Yol kesen, haydut. Nâ-mütenâhî: Sonsuz. Miftâh-ı ferec: Kurtuluş anahtarı.

  1. De ki: “Bana, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup taat ve ibâdeti yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmem emredildi.”
  2. “Yine bana, size tebliğ ettiğim Allah’ın dinine her bakımdan teslim olup, onu hakkiyle yaşayan ilk müslüman olmam emredildi”.
  3. De ki: “Korkarım ben, eğer Rabbime karşı gelecek olursam, büyük bir günün azabından korkarım.”
  4. De ki: “Ben, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup taat ve ibâdetimi yalnız Allah’a has kılarak sadece O’na kulluk ederim.”

Peygamberimiz (s.a.s.), hangi şartlar altında olursa olsun, ibâdet ve itaatini yalnız Allah’a hâlis kılarak, sadece O’nun rızâsını kastederek, yaratılmışlardan hiçbir takdir, teşekkür ve çıkar beklemeyerek yalnızca Allah’a kulluk yapmakla sorumludur. Getirdiği dini bütün yönleriyle ilk tatbik eden müslüman o olduğu gibi, müslümanlıkta da sürekli olarak rakipsiz zirvede olan yine odur. Hiçbir zaman bulunduğu o zirveden geri kaymayacak, hatta teslimiyette daha da öteye gidecektir. Öyle ki, yeryüzünde kendinden başka bir tek mü’min kalmamış olsa bile, asla yılgınlığa, ümitsizliğe kapılmayacak, gerekirse tek başına mücâdeleye devam edecektir. Tüm kalbiyle, tüm benliği ile Allah’ın buyruklarına boyun eğerek; niyet, söz, fiil ve davranışlarıyla, hayatı ve ölümüyle mü’minlere örneklik edecek, dâima müslümanların ilki ve öncüsü olacaktır. “Korkarım ben, eğer Rabbime karşı gelecek olursam, büyük bir günün azabından korkarım” (Zümer 39/13) beyânı, kötülük yapması halinde Peygamber (s.a.s.)’in de başka insanlar gibi Allah’ın azabına uğrayacağını, prensip olarak kendisine bu hususta bir muhtariyet tanınmadığını haber vermesi bakımından dikkat çekicidir. Hâsılı, Allah’ın azabı peygamberlerin bile titrediği dehşetli bir mâhiyettedir. Onu hafif görmek veya korkmamak imansızlık ve cehâletin bir göstergesidir.

Bu gerçekleri öğrendikten sonra:

  1. “Artık siz O’ndan başka kime ve neye isterseniz, ona kulluk ededurun!” De ki: “Gerçek anlamda zarara uğrayanlar, kıyâmet gününde hem kendilerini hem de yakınlarını ziyana sürükleyecek olanlardır. Apaçık hüsrân işte budur!”
  2. Onları hem üstlerinden kopkoyu ateş örtüleri kaplayacaktır, hem de altlarından kopkoyu ateş örtüleri. İşte Allah, kullarını bu korkunç azap ile korkutup uyarmaktadır: “Ey kullarım! Bana karşı gelmekten sakınarak azabımdan korunun!”

Allah’a inanmayan ve yalnız O’na kul olmayanlar kıyâmet günü zarara uğrayacaklardır. Çünkü onlar dünyada Allah’a ortak koşmuş, kıyametin ve hesap gününün olmadığını sanmış, böylece kendilerine imtihan için lütfedilen ömür, akıl, sıhhat ve diğer nimetler gibi tüm sermayelerini yanlış yollarda harcayıp İsrâf etmişlerdir. Hatta bunlar, yanlış inançlarının tesiriyle başkalarına da zulmetmiş, onların günahlarını da yüklenmişlerdir. Üçüncü olarak bunlar,  sadece kendileri iflas etmekle kalmamış, yanı sıra ailelerini, akrabalarını ve kabilelerini de yanlış inançları yüzünden zarara sokmuşlardır. İşte üst üste katlar halindeki bu üç zararı da Allah Teâlâاَلْخُسْرَانُ الْمُب۪ينُ  (el-hüsrânu’l-mübîn) “apaçık hüsrân” olarak vasfeder. Onların kat kat zararlarına takdir edilen ceza ise, kendilerini üstlerinden ve altlarından kopkoyu örtüler ve tabakalar halinde kuşatacak olan ateştir. Cenâb-ı Hak kullarını işte bu ateşten sakındırmakta ve devam eden âyetlerde de bundan sakınmanın yolarını göstermektedir:

  1. Şeytânî güçlere kulluk etmekten kaçınıp, gönülden Allah’a yönelenlere müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
  2. Onlar ki sözü can kulağıyla dinler ve onun en güzel tarafını, sevabı en çok olanını tatbik ederler. İşte bunlar, Allah’ın kendilerini doğru yola erdirdiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de işte bunlardır.

Âytelerin gösterdiği bu yollar:

Şeytânî güçlere kulluktan kaçınmak:

Bunun ifade işin kullanılan kelime اَلطَّاغُوتُ (tâğût)tur. اَلطَّاغ۪ي (tâğî), âsi demektir. “Tâğût” kelimesi ise, bu vasıfla vasıflanan kişinin aşırı âsî olduğunu bildirir. Biri hakkında “güzel” derken, bir başkasına “güzelliğin ta kendisi” demek arasındaki fark açıktır. Buna göre Allah’tan başkasına kulluk eden “tâğî” ise, kendisini tanrılaştırıp başkalarını kendisine kul etmeye çalışan da “tâğût” olur.

Gönülden, tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde Allah’a yönelmek; Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak.

Vahyi; yani Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in sözlerini can kulağıyla dinlemek.

Dinlediği o sözlerle emredilen işlerin en güzel şeklini, sevabı en çok olanı tatbik etmek ve o sözlerin sakındırdığı şeylerden de en güzel şekilde sakınmak:

Mesela onlar, dini hususlarda vacip ile mendup arasında kaldıklarında vacibi, mübah ile mendup arasında kaldıklarında mendubu seçerler. Ruhsatlarla değil azimetle amel etmeye gayret gösterirler. Hâsılı sevap bakımından Allah katında ağırlığı en fazla olan ve kendilerini Allah’a daha fazla yaklaştıracak olan amelleri tercih ederler. Yine Allah’ın emirleri içinde Allah’ın rızâsına daha yakın olanı tercih ederler. Mesela kısas da, af da Allah’ın emridir. Bunlar, kısas karşısında Allah’ın daha hoşnut olacağı affı seçerler. Eğer âyette bahsedilen sözlerden maksat, müslümanların duyduğu her türlü söz ise, onlar bunlar arasında Kur’an ve sünneti tercih edip onların sözüne kulak verir ve tabi olurlar. Yine dinledikleri sözler içinde iyi ve kötü olanı varsa, onlar iyi tarafı alıp kötü tarafı terk ederler. İşte Rabbimizin beyânıyla doğru yola erenler ve gerçek akıl sahipleri böyle davranan bahtiyarlardır.

Şâir şöyle der:

“Nâdürür erlik, sehâ vü akl ü din

Kimde kim var bu üçü erdir yakîn

Ol ki yoktur anda bu üçten eser

Kahbe avretten olur dahî beter.”

“«Cömertlik, akıl ve din» üç esaslı meziyettir ki, bunlara sahip olanlar erlik pâyesini kazanırlar. Fakat bunlardan mahrum olanların cemiyet içindeki yerleri pek kötüdür. Hatta bu gibi insanlar sosyal hayat içerisinde en ağır muamelelere maruz kalan iffetsiz ve düşük kadınlardan da beterdirler.”

Öyleyse:

  1. Rasûlüm! Hakkında azap kararı kesinleşmiş kişi, hiç kendisine cennet müjdelenen gibi olur mu? Şimdi, ateş örtüleri içinde kalmış kimseyi oradan sen mi kurtaracaksın?
  2. Buna karşılık, Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için ise, birbiri üstüne kat kat binâ edilmiş ve altlarından ırmaklar akan muhteşem köşkler vardır. Bu, Allah’ın verdiği sözdür. Allah verdiği sözden asla dönmez.

Düşünüp taşınmadan, körü körüne bâtıl yoldaki liderlerini ve atalarını taklit eden, hurafelerin ağından kurtulamayan ve küfür içinde kalan insan Allah’ın azabını hak eder. Böyle biri hakkında azap kararı kesinleşir ve artık kesinlikle cehenneme girer. Bu gibileri Allah’ın azabından, Allah dilemediği müddetçe, Peygamber dâhil hiç kimse kurtaramaz. Âhiret mes’eleleri bu kadar ciddîdir ve ciddiye alınmalıdır. Öte taraftan Allah’tan korkup günahlardan sakınan müslümanların âhiretteki hallerine bakıldığında bunun son derece iç acıcı ve gönül okşayıcı olduğu görülür. Onlar altlarından ırmaklar akan, üst üste binâ edilmiş cennet köşklerinde ikamet edeceklerdir.

Bu âyetlerde cehennem halkının durumuyla cennet halkının durumu birbirinin tam mukâbili olarak sunulur: Cehennem halkı üstten ve alttan, yani her yandan kendilerini saran üst üste yığılmış kat kat ateş tabakaları içinde bulunurken, buna mukâbil cennet halkı kat kat yapılmış saraylarda bulunurlar. Cehennemliklerin altında ateş yanarken, cennetliklerin altından ırmaklar akmaktadır. Bu iki zıt manzara tüm ayrıntılarıyla mukâyese edildiği zaman kimin gerçek akıl sahibi, kimin ahmak olduğu daha net anlaşılacaktır.

Ey insan! Dünyanın fâniliğini göremiyor ve âhiretin varlığından şüphe ediyorsan:

  1. Görmez misin ki, Allah gökten bir su indiriyor da onu yerdeki bir takım kaynaklara akıtıp depoluyor. Sonra onunla rengârenk, çeşit çeşit ekinler çıkarıyor. Ardınlar o ekinler kuruyor da, sen onu solmuş sararmış vaziyette görüyorsun. Sonra da onu kuruyup ufalanan bir çöpe çeviriyor. Elbette bütün bunlarda, gerçek akıl ve idrâk sahipleri için dersler, ibretler vardır.

Bu âyette bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın kudret tezâhürleri dile getirilirken, bir taraftan da insan ömrünün ve dünya hayatının gerçek yüzü gözler önüne serilir. Nitekim insan önce küçük bir çocuk, sonra genç, sonra orta yaşlı, sonra da ihtiyar biri haline gelir. Sonra ömrün en rezil çağına varır, nihâyet ömrünün sonunda ölüp gider. Dünya hayatı da böyledir. Onun da aynen insan ömrü gibi çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri vardır. Nihâyet kıyâmetle birlikte ömrünü tamamlayacaktır. Kur’ân-ı Kerîm, dünya hayatının bu gerçek yüzünü şöyle bir temsille izah eder:

“Onlara dünya hayatını şu örnekle anlat: Gökten su indiririz de onunla yeryüzünde bitkiler yeşerip gürleşir, sarmaş dolaş olur; sonunda kuruyarak rüzgârın savuracağı çerçöp hâline gelir. Allah’ın her şeyi yapmaya gücü yeter.” (Kehf 18/45)

Önceki âyetlerde âhirete rağbeti artıran hususlara yer verilmişken, burada insanın dünyaya karşı olan aşırı hırs ve tutkusunu frenlemek için dünya hayatının fâniliği dikkatlere sunulur. Çünkü bütün kötülüklerin başı aşırı dünya muhabbetidir. Kendini dünyaya kaptıran insanın yapmayacağı hata, işlemeyeceği kötülük kalmaz. Allah’ı da âhireti de unutur. Bu duruma düşmemek için dünya muhabbet ve tutkusunu belli bir noktada frenlemek ve kontrol altına almak lazımdır.

Âyet-i kerîmede aynı zamanda yer altında su kaynaklarının oluşumuna, yağmur ve kar sularının oralarda depolanışına ve oralardan kaynayarak dere, çeşme ve gözelerden akışına açık bir işaret vardır. İlmî verilere göre, denizlerden buharlaşarak yağmur hâlinde karalara inen suyun üçte ikisi çeşitli yollardan tekrar denizlere döner. Kalan kısmın büyük çoğunluğu, göl ve akarsular gibi kaynaklara yönelir; bir kısmı da yer altı kaynaklarına sızar. Yer altı kaynaklarının, göllerde ve akarsularda bulunan su miktarından binlerce daha fazlasını barındırdığı hesaplanmaktadır.

Allah’ın gökten indirdiği su nasıl ölü toprağı canlandırır, çeşit çeşit ekinler bitirirse, gökten indirdiği vahiy de gönülleri öyle diriltir:

  1. (Aralarındaki farkı göremeyecek kadar anlayış kabiliyetinizi kaybeyttiniz de, bütün insanları bir mi sanıyorsunuz? Hayır, gerçek öyle değildir:) Allah kimin göğsünü İslâm’a açmışsa, o Rabbinden bir nûr üzeredir. Yazıklar olsun kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşmış talihsizlere! Onlar apaçık bir sapıklık içindedir.

Buna göre ruhların hayat kaynağı olan vahye inanan, onu kabul edip buyruklarına uyan gönüller açılır, huzur bulur, incelir, rakîkleşir, hassaslaşır, son derece duyarlı hâle gelir. Allah’ın izniyle göğüsleri İslâm’a açılan yani İslâm’ın her türlü emrini yerine getirmek ve her türlü yasağından kaçınmak, acıkmış bir insanın yemek yemesi, susamış bir insanın su içmesi gibi kendilerine kolay hale gelen o mü’minler, şüphesiz Rablerinden bir nur üzere bulunurlar.

Rablerinden gelen o ışık ile istikâmet üzere yürürler. Kalplerine öyle bir nur ve ferâset yerleşir ki gönül ibreleri devamlı Hakk’ın rızâsını gösterir. Bakınca Allah’ın nuruyla  bakar, dinleyince Allah’ın nuruyla dinler, konuşunca Allah’ın nuruyla konuşur, yürüyünce Allah’ın nuruyla yürürler. Böyle olunca onların ne kalplerine, ne de göz, kulak ve dillerine Allah’ın razı olmayacağı bir düşünce, söz ve amel yaklaşabilir. Bunların mukabilinde Allah’ın gökten inen vahyini, zikrini, ikazlarını kabul etmeyenlerin kalpleri susuz kalmış çorak toprak gibi kurur, katılaşır; oradan ne itikat ne de amel bakımından işe yarar hiçbir mahsulât çıkmaz. Bunlar gerçekten acınacak bir halde sapıklığın içine gömülmüş kimselerdir. Bu nasipsizleri, imanın aydınlığında yürüyen, gözü gönlü aydınlık ve huzur dolu, hem dünyaları hem de âhiretleri mamur mü’minlerle kıyaslamak mümkün olabilir mi?

Nitekim şu misal, âyette işaret edildiği üzere dünyanın değişik halleri içerisinde gönlü dâimâ Allah’ın zikriyle meşgul ve mamur olanla, gönlü zikirden gâfil kalan insanın hâlini ne güzel aksettirir:

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ (k.s.), hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad şehrinde nur yüzlü genç bir kuyumcuya rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden:

“Yazık! Tam da ibâdet edecek bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” der. Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allah ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder.

Bu sefer:

“Mâşallah! El kârda, gönül yarda!..” buyurarak genci takdir eder. Zira bu hâl, “halvet der encümen”, yâni halkın içinde iken bile Hak ile beraber olup, yalnız O’nunla kalabilmek ve kesrette vahdet hâlini yaşayabilmektir.

Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:

“Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem” der ve adamın hâline gıpta eder. Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün dua ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine rakîk kalbi, mahzûn olur.

İmam Şafi (r.h.), kalbine ilâhî bir nur penceresinin açılmasını isteyen kimsenin şu dört şeyi yapmasını öğütler:

“Halvet; yani kalben ve bedenen olabildiği kadar insanlardan uzaklaşıp yalnız kalmak.

Az yemek.

Akılsız ve kimselerle düşüp kalkmayı bırakmak.

Bilgileriyle yalnız dünyalık arzu eden ilim sahiplerine buğzetmek.”

İşte bunun gibi iç ve dış âlemimizle, dünya ve âhiretimizle ilgili tüm gerçekleri açıklayan Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın biz kullarına bahşettiği ne büyük bir nimet, ne güzel bir rehberdir:

  1. Allah, sözün en güzeli olan Kur’an’ı, âyetleri birbiriyle âhenkdâr, uyumlu, tıklım büklüm hakîkat dolu bir kitab hâlinde indirdi. Rablerine karşı derin bir saygı duymakta olanların onun tesiriyle derileri ürperir; sonra da hem derileri, hem kalpleri Allahın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu kitap, Allah’ın doğru yol rehberidir ki, dilediğine onunla yol gösterir. Allah kimi de saptırırsa artık onu doğru yola getirecek kimse yoktur.

Bu âyet-i kerîmede kıyâmete kadar insanlığın hidâyet kaynağı olacak mûcize kelâm Kur’ân-ı Kerîm’in başlıca hususiyetleri izah edilerek tüm dikkatlerimiz o kelâmın güzelliklerini görmeye, incelemeye ve anlamaya çevrilir:

Kur’ân-ı Kerîm’i indiren Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. Cebrâil (a.s.) o kelâmı Allah Teâlâ’dan aldığı gibi hiçbir değişikliğe uğratmadan Resûlullah (s.a.s.)’e getirmiş, Resûlullah (s.a.s.) de Cebrâil (a.s.)’dan aldığı gibi hiçbir tebdil ve tahrife meydan vermeden insanlara tebliğ etmiştir. Kur’an, günümüze kadar da aynı doğruluk ve safiyetle ulaşmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm اَحْسَنَ الْحَد۪يثِ (ahsenü’l-hadîs)tir; yani “sözlerin en güzeli”dir. Çünkü Allah sözüdür. Allah’ın sözünü başka sözlerle kıyaslamak bile mümkün değildir. Kur’an lafız yönünden en güzel sözdür. Fesâhat ve cezaleti fevkalade bir güzelliğe sahiptir. Nazım ve üslubunun güzelliği de eşsizdir.

Kur’an ne şiir cinsinden, ne nesir cinsinden, ne de Arapların kullandığı herhangi bir söz üslubundandır. Bilakis o, bunların hepsinin üstünde, bununla birlikte her selim fıtratın haz ve zevk duyacağı hârika bir üsluba sahiptir. Kur’an mânası yönünden de en güzel sözdür. Çünkü o, her türlü çelişkiden uzaktır. Ondaki bilgiler ve haberler gerçek, hükümler adâletli ve faydalı; onun gösterdiği yol doğru ve kurtarıcıdır. Geçmiş ve geleceğe ait birçok gaybî haberler ihtiva etmesi ve ihtivâ ettiği ilimlerin cidden pek çok olması onun mâna güzelliklerine sadece bir misaldir.

Kur’ân-ı Kerîm bir “kitap”tır; insanlığın kurtuluş rehberi olarak kıyamete kadar yaşatılması, okunması, istifade edilmesi için yazılı belge haline getirilmesi gereken ve öyle de yapılmış olan ilâhî bir rehberdir.

Kur’ân-ı Kerîm, şu açıdan bakıldığında bütünüyle “müteşâbih bir kitap”tır:

Onun bütün sûreleri ve âyetleri gerçeklikte, sağlamlıkta, doğru olana dayanmada, insanlara gerek dünya gerek âhiret mutluluğunu temin etmede, fesahat bakımından lafızlarının birbirine uyum sağlamasında, taşıdıkları mûcizevî üslupta su, hava, bitki ve çiçeklerin parçalarının birbirine benzediği gibi birbirlerine benzerler. Kur’an- Kerîm’in başından sonuna kadar hep aynı maksat gözetilir, akide ve ameller hususunda hep aynı esaslar takdim edilir. Her bölüm bir diğerini tafsil ve tefsir eder. Mâna ve izahlar bir âhenk içinde birbirine bağlıdır. Bir kısmı diğer bir kısmını doğrular ve bir kısmı diğer bir kısmına delâlet ederler. Yani bu hususlarda âyetler müşterektir.

Kur’an- Kerîm اَلْمَثَان۪ي (mesânî)dir:

 O, kendini okuyanı, dinleyeni ve anlamak isteyeni yeterince aydınlatmak için aynı bilgileri bazan aynı, bazan farklı ifadelerle tekrar tekrar dile getirir. Onun kıssaları, haberleri, hükümleri, emirleri, yasakları, müjdeleri, uyarıları ve öğütleri hep tekrarlanır.  Bu bakımdan o, bıkkınlık vermeden tekrar tekrar zevkle okunan ve dinlenen bir kitap olma hususiyetine sahiptir. Mesâni’nin bir diğer anlamı da şudur: Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen mevzular umûmiyetle çift çift sunulur. Misal vermek gerekirse; emir-yasak, helâl-haram, genel-özel, göklerin durumu-yerin durumu, cennet-cehennem, karanlık-aydınlık, levh-kalem, melekler-şeytanlar, müjde-uyarma, ümit-korku... Bunun hikmeti şudur: İnsan nefsi, nasihat edilmekten hoşlanmaz, ondan kaçar. Eğer bir konu ona tekrar tekrar anlatılmazsa insanın aklına tam olarak yerleşmez. Böyle olunca da o nasihatlerle amel etmek zorlaşır. Bu yüzdendir ki Peygamberimiz (s.a.s.), öğüt verirken sözlerini üçe kadar, bazan de duruma göre yediye kadar tekrar ederdi. (bk. Buhârî, İlim 30; Tirmizî, Fiten 76) Çünkü ancak böylelikle söylenen söz dinleyenin kalbinde yer eder ve tesirini gösterir.

  Bütün bu güzelliklere sahip olan Kur’ân-ı Kerîm, hem ifade ve üslubuyla hem de muhtevâsıyla okuyana ve dinleyene derinden tesir eder. Allah’ın azabından, kıyamet ve cehennemden bahseden âyetler insanı korkutup endişeye sevk eder. Allah’ın rahmetini, cennetini ve nimetlerini anlatan âyetler de insanı sevindirip ümitlendirir. Korkunca insanın tüyleri diken diken olur. Sevinip ümitlenince kalbi ve teni Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar.

İşte bu Kur’an, Allah Teâlâ’nın göklerden indirip yeryüzüne lütfettiği hidâyet kaynağıdır. Doğru yolu bulmak isteyenler ona inanıp ona bağlanmalıdır. Onu terk edenler ise öyle bir sapıklık uçurumuna yuvarlanırlar ki, onları oradan kurtarmaya kimsenin gücü yetmez.

Öyleyse:

  1. Düşünün bakalım, kıyâmet günü elleri kelepçeli olduğu için kendini o en kötü azaba karşı ancak yüzüyle korumaya çabalayan kimse, hiç azaptan emin olan kimse gibi olur mu? O gün zâlimlere: “Dünyadayken kazandığınızın cezasını tadın!” denilir.
  2. Onlardan öncekiler de peygamberleri yalanlamışlardı. Bu yüzden hak ettikleri azap, hiç farkına varmadıkları bir yerden tepelerine patlayıverdi.
  3. Böylece Allah onlara dünya hayatında alçaklığı ve perişanlığı tattırdı. Âhiret azabı ise daha da büyük, daha müthiştir. Keşke bilselerdi!

Kur’an’a ve Peygamber’e sırtlarını dönen bu bedbahtlar, âhirette elleri ve ayakları arkadan demir zincirlerle sımsıkı bağlı olarak cehenneme atılacaklar. Ellerini hareket ettirme imkânı bulunmadığından yüzleriyle kendilerini o dehşetli azaptan kurtarmaya çalışacaklar. Halbuki bir tehlike karşısında insan bir başka uzvuyla yüzünü korumaya çalışır. Buna göre “şiddetli azaba karşı kendini yüzüyle korumaya çalışma” ifadesi, cehenneme atılan kişinin azap karşısında kaldığı çaresizliğin en acı bir fotoğrafını göstermektedir. Peygamberlerini yalanlayan önceki toplumlar, dünyada rezil rüsvâlık ve âhirette de büyük bir azaba düçar kaldıkları gibi, bundan böyle de Peygamber (s.a.s.)’in ve Kur’an’ın davetine icâbet etmeyen fert ve toplumlar, dünyada her türlü alçaklık ve rezilliği tadacaklar, âhirette de daha büyük azap olan cehennem azabına uğratılacaklardır.

Bu sebeple, insanlığı hem dünyada hem de âhirette kurtuluşa erdirmek için:

  1. Biz bu Kur’an’da insanlar için her türden ibretli misâller ve apaçık örnekler sunduk; belki düşünüp öğüt alırlar diye.
  2. Onu her türlü çelişkiden ve gerçeğe aykırı bütün unsurlardan uzak, dosdoğru Arapça bir Kur’an olarak indirdik; belki gittikleri yolun yanlışlığını anlayıp Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye.

Kur’ân-ı Kerîm, Arapça bir kelâmdır. Son Peygamber (s.a.s.) Araplardan geldiği için tabii olarak ona indirilen kelam da Arapça olmuştur. Anlaması ve anlatması bakımından en doğru ve en kolay olan yol budur. Nitekim Tevrat da Hz. Mûsâ’ya konuştuğu dil olan İbrânice olarak indirilmiştir. Diğer peygamberler de hep kendi ana dilleriyle vahyi almış ve tebliğ etmişlerdir. (bk. İbrâhim 14/4) Kur’ân-ı Kerîm, Arapça lafzı ve mânasıyla birlikte Allah kelâmıdır. Dolayısıyla onun tercüme ve tefsirleri Allah kelâmı değil, ondan anlaşılmaya çalışılan bir kısım mânalardır. Onlar Kur’an’ın yerine geçmez ve namazlarda okunmaz. Ancak Kur’ân-ı Kerîm bütün insanlara gönderildiği için, farklı dilleri konuşan insanlar onun mesajını anlamalarını sağlamak üzere Kur’an’ın başka dillere tercüme ve tefsiri zaruridir. Zaten uygulama da bu istikamettedir.

 Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de konuları hep örnek vererek açıklar. Çünkü örnekler, konunun ve maksadın anlaşılmasını kolaylaştırır. İnsanın daha rahat anlayıp ders ve öğüt almasını sağlar. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm’de her konu için pek çok misalin verildiği görülür. Kur’an, Allah kelâmı olup onda en küçük bir karışıklık, eğrilik, yanlışlık ve şüphe bulunmamaktadır. (bk. Kehf 18/1) Allah onu, insanlara, Allah’tan korkup haramlardan sakınarak Allah’ın razı olacağı bir kul olabilme yolunu göstermek için indirmiştir.

Bakın, Kur’an şirk hastalığına müptela olmuş kişiyle tevhide ermiş kişiyi nasıl bir örnekle dikkat nazarlarına sunuyor:

  1. Allah şöyle bir misâl veriyor: Bir tarafta, karşılıklı rekâbet hâlinde birbirleriyle sürekli çekişen kötü huylu ortakların emrinde çalışan bir kişi, diğer tarafta sadece tek bir insanın emri altında bulunan bir başkası: bu iki adamın durumu hiç eşit olabilir mi? Elbette olamaz. O halde, bütün teşekkür ve övgüler yalnızca Allah’a olmalı; kulluk ve ibâdet hiçbir ortağı olmayan Allah’a yapılmalıdır. Ne var ki, insanların çoğu bu gerçeği anlamaya yanaşmazlar.

Kur’an’ın tâlimatları istikâmetinde tek Allah’a inanan ve ona kulluk eden insan gerçek hürriyet ve huzura erer. Bunu başaramayıp şirkin girdaplarında perişan olan ise en büyük kurtuluşu kaybetmiş olarak ruhunu hüsranlara maruz kılar. Kur’an’ın en güçlü mesajlarından biri budur.

Bu ayette Allah Teâlâ mü’min bir kul ile müşrik bir kimsenin durumunu, iki kölenin hâlini misâl vererek anlatıyor. Temsile göre bu iki köleden biri, geçimsiz kimselerin ortaklaşa çalıştırdıkları bir köledir. Bunlardan biri köleye, “buraya gel, şu işi yap” der. Köle ona doğru giderken diğer bir ortak, “Nereye kaçıyorsun? Gel bakalım, bana şunu getir” der. Köle bir birinci ortağa, bir diğer ortağa bakıp şimdi ne yapacağını düşünüp karar vermeye çalışırken tam bu sırada üçüncü bir ortak, “Orada ne bekliyorsun? Hele gel bakalım, şöyle yap, böyle yap...” der. Buna dördüncü, beşinci... ortaklar da eklenir. Bu durum her gün aynı minval üzere devam edip gider. Köle bu yaramaz adamların elinde şaşkın ve perişan, elemli ve kararsız bir halde kalır. Çünkü efendilerinin birbirine zıt arzu ve isteklerini yerine getirmeye gücü yetmez. Nihayet kuvvetten, takattan kesilip yorgun düşer, perişan olur. Diğer kölenin ise efendisi bir tanedir. Efendisinin bütün istek ve arzularını bilir ve elinden geldiğince bunları yerine getirmeğe çalışır. Vazifesini yapmış olmanın huzur ve emniyeti içinde yaşar. Bu iki köle eşit değildir.

Efendisi bir tane olanın yapacağı işi belli olduğu için rahattır. Gücünün yettiği kadar söyleneni yapar. Geçimsiz pek çok efendiye boyun eğen köle ise hep işkence ve ızdırap içindedir. Bir kararda duramaz. Efendilerinin hepsini memnun etmek şöyle dursun bir tanesini bile memnun edemez. İşte Allah’a iman edip yalnız ona kulluk yapan, böylece huzura kavuşan mü’min ile Allah’tan başka pek çok tanrı edinip onların isteklerini yerine getirmeğe çalışan, fakat bunda bir türlü muvaffak olamayan ve olması da mümkün gözükmeyen müşriğin durumu da böyledir. Dolayısıyla bu misal, tevhidin hakikati ile şirkin hakikatini bütün cepheleriyle tasvir ve izah etmektedir.

Şâir Hatâî tevhide ermenin yolunu izah sadedinde der ki:

“Bu yolun yolcusu olayım dersen

Elde iki karpuz tutmalı değil.”

İşte Allah Resûlü (s.a.s.), böyle hayatî gerçekleri öğretmeye gelmişti. En büyük derdi ve hedefi, insanı insan yapmaktı. Bunun da yolu arı duru tevhid inancından geçiyordu. Fakat hak ve hakikat düşmanları böylesine sonsuz bir rahmetin düşmanı kesilmişler, onun varlığına bile tahammül edemiyorlardı. Bir an önce ölmesini, yok olup gitmesini istiyorlardı. Oysa:

  1. Rasûlüm! Gerçek şu ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.
  2. Sonra siz kıyâmet günü Rabbinizin huzurunda duruşmaya çıkacak ve orada birbirinizle dâvalaşacaksınız.

Resulüllâh (s.a.s.)’in sabır ve tahammülle tebliğini devam ettirmesi ve düşmanların bütün güçlerini ortaya koyarak engelleme çabalarına rağmen dâvasından bir adım geri atmaması karşısında çaresiz kalan kâfirler, Efendimiz’in bir an önce ölmesini bekliyorlar, bunu temenni ediyorlardı. (bk. Tûr 52/30) Halbuki Allah Teâlâ ona bir vazife yüklemişti ve o, bu vazifeyi tamamlayıp kemâle erdirinceye kadar hayatta kalacaktı. Neticede bir insan olarak o öleceği gibi, onun ölümünü bekleyenler dünyada kalmayacak, onlar da ölüp hesap âlemine intikal edeceklerdi. Esas hesaplaşma da orada başlayacaktı. Fakat dünyanın fânî arzularına kendilerini kaptıran ahmaklar, bu büyük gerçeği göremeyecek kadar basîretsizlerdi. Âyetlerin ikazları, bugün ve gelecekte de, İslâm nurunun sönmesini istedikleri için İslâm önderlerine düşman olanlar, onları imha planları yapanlar veya ölümlerini bekleyenler için de geçerlidir. O halde, böyle faydasız beklentilerden ziyâde insan, aklıyla hareket ederek yarın Allah huzurunda haksız çıkmamak ve kazananlardan olabilmek için çalışmalıdır.

  1. âyet inince Zübeyr b. Avam:

“- Yâ Rasûlallah! Dünyada hesaplaştıktan sonra âhirette bir daha mı hesaplaşacağız?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.s.):

“- Evet, öyle olacak” buyurunca, Zübeyr:

“- O zaman iş pek çetin!” dedi. (Tirmizî, Tefsir 39/1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 167)

Yine Efendimiz, hesabın çetinliğine dikkat çekmek üzere şöyle buyurmuştur:

“Kıyâmet gününde haklar sahiplerine mutlaka verilecektir. Hatta boynuzsuz koyunun hakkı boynuzlu koyundan kısas yapılarak alınacaktır.” (Müslim, Tahrîmu’z-zulm 60)

Abdülkadir Geylânî (k.s.)’un şu hâli nasıl bir hesap endişesi içerisinde olmak gerektiği hususunda pek ibretlidir:

Hazret bir gün abdest alıyordu. Havada uçan bir serçe kuşu üzerine kirli suyunu bıraktı. Farkına vardı. Başını kaldırıp kuşa doğru baktı… Ve kuş ölü olarak yere düştü. Hazret kuşun bu şekilde ölmesine üzüldü. Elbisesini çıkardı; kuşun kirlettiği yeri yıkattı. Sonra sattırdı, parasını muhtaçlara dağıttı ve şöyle dedi:

“Bu sadaka, o ölen kuşun diyetidir.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 453)

Bu bakımdan, hesap gününü unutmayıp her türlü haksızlıktan, özellikle Allah’a karşı yalan uydurmak ve O’nun gönderdiği ilâhî mesajı yalanlamak gibi büyük zulümlerden kaçınmanın gerekliğine işaret edilerek buyruluyor ki:

  1. Allah adına yalan söyleyenden ve kendisine ulaşan doğruyu yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok?

“Allah adına yalan söylemek”; Allah’ın bildirmediği ve O’nun şânına da uygun olmayan sıfat ve vasıfları O’na izafe etmektir. Putları kendisine ortak koşmak, çocuğu olduğunu söylemek, haram kılmadığı şeyleri haram kıldı demek buna misaldir. “Gelen doğru”, Peygamber’e indirilen Kur’an’dır. Allah’ın muradını beyân eden Kur’an’ı yalanlayanlar ve onun haber verdiği şekilde Allah’a inanmayanlar kesinlikle kâfir olurlar. Şunu belirtelim ki, isteyen kâfir olmakta serbesttir. Cehennemde yer bulamayacağım diye de endişe etmesine gerek yoktur. Çünkü kâfirlere cehennemde yer çoktur. Fakat mârifet, cehenneme girmek değil, hem kendimizi, hem gücümüz yeten herkesi o ateşten kurtarmaktır.

Gelen âyetler bunun yolunu göstermektedir:

  1. Doğruyu getiren peygamber ile onu tasdik edenlere gelince, işte Allah’a karşı gelmekten ve her türlü fenâlıktan sakınanlar onlardır.
  2. Rableri katında onlar için istedikleri her şey vardır. İyilik eden ve yaptığı işi güzel yapanların mükâfatı işte budur.
  3. Allah onların yaptığı en kötü günahları bile bağışlayıp silecek ve yaptıkları amellerin en güzeline göre onları mükâfatlandıracaktır.

“Doğruyu getiren”, Resûlullah (s.a.s.)’dir. Onu tasdik eden de örnek olması açısından Hz. Ebubekir ve Hz. Ali gibi mü’minlerdir.  Ancak kıyâmete kadar Kur’an’ı tasdik edecek her mü’min bu safta yer alır. İşte Peygamber ve ona tâbi olanlar, iman, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtıyla Kur’an’ın öğrettiği takvâ hayatını yaşadıkları için, müttakî kullar olmuşlardır. Yüce Allah onlara ikramda bulunacaktır. Cennette onlara istedikleri her nimeti ihsan edecektir. Bu, onların dünyada ihsan şuuruyla, yani her daim kendilerini Allah’ın murakabesinde hissederek ve O’nun tarafından görüldüklerini bilerek kulluk yapmalarının mükâfatıdır. Fakat Kur’an’ı tasdik edenlerin hepsi aynı ayarda müslüman olamayabilir. Daha önce hayatına günahlar bulaşmış olanlar, hatta büyük günahlara düşmüş olanlar bulunabilir. Bir kısım ibâdet ve taatlerinin tam hakkını veremeyenler de olabilir. Eğer bunlar samimi bir tevbe ile takvâ hayatına yönelirler ve bu şekilde ömürlerini tamamlarlarsa, bu gibiler için burada çok büyük bir müjde yer almaktadır: “Allah onların yaptıkları en kötü günahları bile bağışlayıp silecek ve yaptıkları amellerin en güzeline göre onları mükâfatlandıracaktır.” (Zümer 39/35) Buna göre en kötü günahların bağışlanması, bütün günahların bağışlanacağı; eksik kalan amellerin de, en güzel yaptıkları amel ayarında değerlendirilip kabul edileceği anlamına gelir. Bu da bizim gibi günahkâr kullara gerçekten çok büyük bir müjde, şükretmek gereken çok büyük bir ilâhî lutuftur.

Bu gerçekler ışığında bir düşünün bakalım:

  1. Allah kuluna yetmez mi? Kalkmışlar, seni O’nun dışında putlaştırıp taptıkları bir takım varlıklarla korkutmaya çalışıyorlar. Allah kimi saptırırsa, artık onu yola getirecek kimse olmaz.
  2. Allah kimi de doğru yola erdirirse, onu da şaşırtacak, saptıracak kimse bulunmaz. Allah, istediği anda inkârcılardan intikâmını alan karşı konulamaz kudret sahibi değil midir?

Müşrikler, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e, “Sen putlarımız hakkında kötü sözler söylüyorsun, fakat biz putlarımızın seni çarpmasından, hasta yapmasından endişe ediyoruz” diyerek onu korkutmaya çalışırlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 9). Yine mü’minleri de bu yolla korkutmak istiyorlardı. Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.s.) Halid b. Velid’i, Uzza putunu kırmak için gönderdiğinde putun bekçileri: “O öfkeli biridir, sakın başına bir iş gelmesin” demişlerdi. Halid hiç tereddüt etmeden onun burnunu kırmış, hiç bir şey yapamayacaklarını ona tapanlara da göstermişti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 9) Sair zamanlarda da mü’minleri Allah’ın dışında bazı şeylerle korkutmaya çalışanlar olmuştur ve olacaktır. Cenâb-ı Hak, burada Peygamberimiz (s.a.s.)’in şahsında tüm mü’minlere, kendisinden başka hiçbir şeyden korkmamalarını, böyle yaptıkları takdirde Allah’ın kendilerine yeteceğini, onları bu tür arizî korkulardan koruyacağını müjdelemektedir.

Aslında, müşrikler de Allah Teâlâ’dan tamâmen habersiz değillerdi:

  1. Onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olsan, elbette: “Allah’tır” derler. De ki: “Öyleyse, Allah’tan başka ilâh diye yalvardıklarınıza bakmaz mısınız? Allah bana bir sıkıntı vermek istese, onlar, O’nun takdir buyurduğu bu sıkıntıyı giderebilirler mi? Yahut O benim için bir rahmet dilese, onlar, O’nun bahşettiği bu nimetin bana ulaşmasını önleyebilirler mi?” De ki: “Allah bana yeter! Tevekkül edecek olanlar yalnızca O’na dayanıp güvensinler!”
  2. De ki: “Ey kavmim! Siz elinizden geleni yapın; ben de bana düşen vazîfeyi yapmaya devam edeceğim. Yakında öğreneceksiniz”:
  3. “Kendisini rezil edecek azabın kimin başına ineceğini ve sonu gelmez azabın kimin tepesine çökeceğini!”

Gökleri ve yeri yaratan Allah, insanla olan irtibatını en etkin bir şekilde devam ettirmekte, insanın tüm tutum ve davranışlarını yakından kontrol etmektedir. İnsana ulaşan zarar da, fayda da Allah’tandır. Putların, Allah’ın kula vermek istediği ölüm, hastalık, kıtlık ve benzeri gibi bir zararı giderebilme güçleri olmadığı gibi, O’nun vereceği bir rahmeti, nimeti, iyiliği de engelleme imkânları yoktur. O halde kulun kendine fayda veya zararı olmayan şeyleri terk edip yalnızca Allah’a bağlanması ve O’na tevekkül etmesi gerekmez mi?

Resûlullah (s.a.s.)’in, genç yaştaki sahâbîsi Abdullah b. Abbas (r.a.)’a verdiği şu öğüt ne kadar mânidârdır:

“Şunu iyi bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana fayda vermeye çalışsa, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı verebilir. Eğer yine bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksa, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilir.” (Tirmizî, Kıyâmet 59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 293)

Şu da var ki, Kur’an’ın ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in bu mesajlarına kulak tıkayanlar istedikleri gibi davranabilir, İslâm aleyhine istediklerini yapabilirler. Yalnız buna mukâbil müslümanlar da, din adına vazifelerini tam olarak yerine getirmekle mesuldürler. Neticede kâfirleri, Bedir’de olduğu gibi, alçaltıcı bir musibet, âhirette de ardı arkası kesilmeyen ebedi bir azap beklemektedir.

Bunun için:

  1. Rasûlüm! Biz sana kitabı, insanlara sorumlu oldukları hususları açıklayasın diye gerçeğin tâ kendisi olarak indiriyoruz. Artık kim doğru yolu bulursa, bu kendi iyiliğinedir. Kim de yoldan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Sen onların kurtuluşundan sorumlu bir vekil değilsin!

Kur’ân-ı Kerîm, insanların faydasına olacak şekilde ve onlara dinî gerçekleri açıklamak üzere inmiş bir kitaptır. İnsanlar ona inanıp inanmama da serbesttir. Fakat inananlar kesinlikle kârlı çıkacak, inanmayanlar ise zarar edeceklerdir. Onları tutup mutlaka doğru yola getirmek peygamberin vazifesi değildir. Onun vazifesi, sadece onlara doğru yolu göstermektir. Buna rağmen sapıklığı tercih ederlerse sorumluluk kendilerine aittir.

Ancak, unutmasınlar ki ölüm, her an gelmek üzere enselerinde hazır beklemektedir:

  1. Allah, ölümleri anında ruhları bedenlerden çekip alır. Henüz ölüm vakti gelmemiş olanların ruhlarını ise uyudukları sırada alır; sonra ölümüne hükmettiği kimselerin ruhlarını berzah âleminde tutar; diğerlerini de belirlenmiş bir süreye kadar yaşamaları için serbest bırakır. Elbette bunda, etraflıca ve sistemlice düşünen bir toplum için nice dersler ve ibretler vardır.

Ruhumuzu ölü beden toprağımıza ekip bize hayat bahşeden Allah Teâlâ olduğu gibi, onu her an kudret elinde tutan ve üzerinde istediği tasarrufu yapan da O’dur. Her gün binlerce misâlini müşâhede ettiğimiz ölüm hali ve istisnâsız her insanın yaşadığı uykuyla uyanma hâli, ruhlar üzerinde istediği tasarrufta bulunan nihâyetsiz güç sahibi o kudret elinin varlığını âşikâr bir şekilde haykırmaktadır. Âdeta “ben buradayım, beni görmek, fark etmek, tanımak isteyen bu noktaya dikkat etsin” çağrısı yapmaktadır. Gerçekten de ne ölen insanın ruhunu geri çevirmek imkânı vardır, ne de uykusu gelen insanın uykusunu -mütemâdiyen-engelleme gücümüz vardır. Hele uyuduktan ve ruhumuz bedenimizi terk ettikten sonra, Allah’tan başka hangi kudret ve kuvvet, onu mâhiyetini idrak imkânımız olmayan mâna âlemlerinden; milyarlarca ruhun aynı anda yükselip cevelân ettiği o ruhlar mahşerinden seçip ayıklayarak tekrar bedenimize döndürecek? İşte Allah Teâlâ, bütün ruhları her an kudret elinde evirip çevirmekte, vakti gelenleri bedenlerinden tamamen ayırıp berzah âleminde mahşere kadar tutmak üzere yanında saklamakta, henüz ecelleri tamamlanmamış olanları ise uykudan sonra tekrar bedenlerine göndermekte ve belli bir müddet daha yaşamalarına müsaade buyurmaktadır. Hâsılı ne Allah’ı inkâr etmek mümkün, ne de öldükten sonra dirilmeyi? Çünkü Yüce Rabbimiz, uyutmak ve tekrar uyandırmak suretiyle bütün insanlara her gün bunun tâlimini yaptırmakta ve eğitimini vermektedir. İnsan azıcık aklını çalıştırıp bu hususları düşünecek olsa, o ebedî hakîkat, bütün açıklığı ve berraklığıyla kalp semâsında parlak bir güneş gibi doğacaktır.

Bu açık gerçeklere rağmen:

  1. Yoksa onlar Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Onlar hiçbir bağımsız mülkiyet ve hâkimiyet sahibi olmadıkları ve akıl adına hiçbir şey taşımadıkları halde yine de mi onları şefaatçi edineceksiniz?”
  2. De ki: “Şefaat bütünüyle Allah’ındır. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti yalnız O’na aittir. Sonunda, hesap vermek üzere, O’nun huzuruna döndürüleceksiniz.”

Bizi yaratan, yaşatan, bize rızık veren, bizi öldürüp tekrar diriltecek olan böyle bir Rabbimiz varken, onu bırakıp başka şefaatçiler aramanın, boş yere onların eşiğine yüz sürmenin ve insanlık haysiyetimizi ayaklar altına almanın haklı ve tutarlı bir yönü olabilir mi? Göklerin ve yerin mutlak hâkimi olarak tüm şefaat yetkileri yalnızca Allah’ın elindedir. Ancak başka âyet-i kerîmelerden anlaşıldığı kadarıyla Cenâb-ı Hak, melekler, peygamberler ve bir kısım sâlih kullarına şefaat izni verecektir. Fakat Allah’ın izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamayacaktır. (bk. Bakara 2/255; Tâha 20/109)

Gelen âyette ise Allah’ın birliğine inanmayan, O’nun dışında bir takım putlara gönül bağlayan, şirke bulaşmış insanların ruh hallerinden bir tablo arz edilir:

  1. Ne zaman Allah eşi ortağı olmayan bir tek ilâh olarak anılsa, âhirete inanmayanların kalplerindeki nefret ve daralma yüzlerine vurur. Fakat Allah’ın dışında taptıkları şeyler anıldığında ise hemen yüzleri güler, neşelenirler.

Âyetin çizdiği tablo, iki farklı telkin karşısında putperest insanın gönül âleminde olup bitenleri resmeden ve bunun yüzlerine olan yansımalarını görüntüleyen oldukça dikkat çekici bir tablodur. Bakıyoruz, Allah Teâlâ’nın eşi ortağı olmayan tek ilâh, tek rab, tek yaratıcı olduğu söylendiği veya hatırlatıldığı zaman, gerçeği beyân edici bu sözler karşısında o hasta ruhlu kişilerin kalpleri rahatsız oluyor. Zararlı bir şey yiyen gastrit hastasının mide asidinin kabarması gibi, oradaki öfke ve nefret duyguları kabarıyor, müthiş bir sıkılma ve daralma oluyor ve bu hal o bedbahtların yüzlerine pek çirkin bir görüntü içinde aksediyor. Âyetteki tasvir gücü bize, kalplerdeki o müthiş nefreti görme ve yüzlerdeki o çirkinliği seyretme imkânı veriyor. Demek ki o gönüller, henüz Allah’ı tanımamış, ona inanıp bağlanmamıştır; Allah’tan kopuktur. Diğer taraftan Allah’ın dışında gönül bağladıkları putlardan bahsedilince, onların hemen sevindikleri, neşelendikleri ve yüzlerinin güldüğü görülür. Demek ki, o gönüllerin alış verişi, Yüce Allah ile değil, putlarladır. Bu bir fiili kıstastır, mizandır. Herkes kalbinde tevhid inancının mı, yoksa paslandığı için net görüntü vermeyen ayna gibi şirke bulanmış bir inancın mı var olduğunu bununla test edebilir. Ruhumuz, hissiyatımız, duygularımız hangi âlemlerde dolaşıyor, hangi mekanlarda konaklıyor, hangi dallara konuyor? Hangi şeylerle huzur ve sükûn buluyor? Cenab-ı Hak’la mı, yoksa başka şeylerle mi? Kur’an okurken mi rahatlıyor, yoksa ne olduğu bilinmeyen manzaralar karşısında mı? Câmide mi huzur buluyor, yoksa bunun zıddı mekanlarda mı? Secdede “Benim yüce Rabbim sübhândır” derken mi ruhu itminâna eriyor, yoksa ne dediği, nereye baktığı, neyi dinlediği, neyi düşündüğü belli olmayan mezbelelik alanlarda mı? Bu soruların cevabı, âyet-i kerîmenin ışığında bizim manevî haritamız hakkında net sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaktır.

Şair ne güzel söyler:

Hakkı seven âşıkların

Eğlencesi tevhid olur.

Hakk’ı bulan sâdıkların,

Eğlencesi tevhid olur.

O halde ey müslüman! Sen bütün kalbinle Rabbine yönelerek:

  1. De ki: “Ey gökleri ve yeri yoktan yaratan, duyuların ötesinde kalanları da duyuların algı sahasına girenleri de hakkiyle bilen Allahım! Anlaşmazlığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında hak ve adâletle hükmünü verecek olan elbette sensin. (Beni doğru olana ulaştırmanı bekliyor, inkârcıları sana havâle ediyorum.)”

Cenâb-ı Hakk’ın kulluğa layık tek ilâh oluşunun en büyük delili, her şeyi hâkimiyeti altına alan üstün yaratıcı kudreti ve bu kudretin muazzam bir ilim ve hikmet üzere tecellisini sağlayan sınırsız ilmidir. Çünkü yaratıcı kudreti olmayan ve faraza böyle bir kudreti olsa da neyi nasıl yaratacağını bilemeyen bir varlık ilâh olamaz. İkinci olarak Allah Teâlâ burada, Peygamber ve mü’minlere kendine tevekkülü, sabır ve teslimiyeti öğütler. Ayrıca kendisine hangi isim ve sıfatlarıyla hitap edilip nasıl dua yapılacağını öğretir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) gece namazına şöyle dua ederek başlardı:

“Allahım! Ey Cebrâil’in, Mîkâil’in, İsrâfil’in Rabbi! Ey göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi ve açığı bilen! Kullarının ayrılığa düştükleri konularda onlar arasında sen hükmünü vereceksin. İzninle beni, üzerinde ayrılığa düşülen şeyin doğru olanına ilet. Sen dilediğini doğru yola iletirsin!” (Buhârî, Ezan 8; Müslim, Misâfirîn 200)

Ebubekir (r.a.) Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’den sabah akşam okuyacağı bir dua öğretmesini isteyince, Allah Resûlü (s.a.s.) ona sabahleyin, akşamleyin ve yatağa yattığı zaman şöyle dua etmesini söyledi:

“Ey gökleri ve yeri yoktan yaratan, gizli ve açık her şeyi bilen Allahım! Ey her şeyin Rabbi ve sahibi! Senden başka ilâh yoktur. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden, onun Allah’a şirk koşmaya davet etmesinden sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Edeb 101; Tirmizî, Deavât 14, 95)

Şu gerçeği hiçbir zaman unutmayın ki:

  1. Yeryüzünde ne varsa hepsi, hatta bir o kadarı daha zulmedenlerin olsa, kıyâmet günü o korkunç azaptan kendilerini kurtarmak için hiç şüphesiz bunların hepsini fedâ ederlerdi. Çünkü o gün daha önce hiç hesaba katmadıkları kötü şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılacaktır.
  2. O gün, dünyada işlemiş oldukları bütün kötülükler gözlerinin önüne konacak ve daha önce alay edip durdukları mahşer, hesap, azap gibi gerçekler onları çepeçevre kuşatır.

“Zulmedenler”den maksat, Allah’a ortak koşan ve affı olmayan bu günahla ölen kimselerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bütün günahları affedebileceğini, fakat öte dünyada şirk günahını asla affetmeyeceğini haber vermektedir. (bk. Nisâ 4/48) Kıyamet günü, dünyada yapılan amellerin gerçek yüzü ortaya çıkacaktır. Dünyada insana tatlı, süslü, cazip gelen nice şeyler var ki, hakikati korkunç ve iğrençtir. Yine dünyada insana zor ve ağır gelen nice şeyler de var ki iç yüzü tatlı, güzel ve büyük nimettir. İşte zâlimlere dünyada hem iyi olduğunu zannettikleri işlerin, hem de yaptıkları kötü işlerin gerçek iğrenç yüzleri tüm netliği ile gösterilecek, gözleri önüne serilecektir. Bu sebeple o zâlimler, kıyâmet günü gerçekten çok pişman olacak; uğradıkları azaptan kendilerini kurtarabilmek için dünyalar dolusu malları, altınları, gümüşleri olsa hepsini verecek kadar zor durumda kalacaklardır. Fakat, bu kadar malları olsa da verseler bile artık bu onlardan kabul edilmeyecek ve daha önce alaya alıp durdukları o acıklı azapla çepeçevre kuşatılacaklardır. (bk. Âli- İmrân 3/91)

Âyet-i kerîmeler şuna işaret ediyor: Kıyamet günü azabı baştan savmak için bu kadar malvarlığı kabul edilmezken, bugün, dünyada bir lokma sadaka, zerre kadar hayır, bir tevbe ve istiğfâr cümlesi bile kabul edilmektedir. Yine, âhirette tevbe edip gözlerinden kan gelecek tarzda ağlasalar, bunca ağlayışa merhamet edilmezken, bugün bir damla gözyaşıyla günahlardan pek çoğu silinebilmektedir.

Hal böyleyken:

  1. İnsan bir sıkıntıya düştüğünde bize yalvarıp yakarır. Ona tarafımızdan bir nimet verdiğimizde ise: “Bunu bilgim ve becerim sayesinde elde ettim” deyiverir. Halbuki o bir imtihandır; fakat insanların çoğu bunu bilmez.
  2. Gerçek şu ki, onlardan önce gelip geçenler de böyle söylemişlerdi. Fakat kazandıkları şeyler kendilerine hiçbir fayda sağlamadı.
  3. Çünkü kazandıkları kötülükler, sonunda azaba dönüşüp tepelerine iniverdi. Bu günkü insanlar arasında zulüm ve haksızlık yapanları da, yaptıkları kötülüklerin cezası yakında gelip bulacak, onlar buna asla engel olamayacaklardır.
  4. Bilmezler mi ki, Allah rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Elbette bunda iman edip onda derinleşecek insanlar için nice dersler vardır.

Dünyada verilen nimetler, kişinin iyi ya da kötü olduğunu; Hak katında makbul bir insan olup olmadığını gösteren bir ölçü değildir. Zira Allah Teâlâ, bir imtihan olarak insanlara rızkı dileği şekilde taksim etmekte, istediğine bol, istediğine ise az vermektedir. Bu sebeple, her ne kadar kulun kendi kazancında belli bir payı var gibi gözükse de ki o pay da yine Allah’tandır, bütün nimetlerin ve kazançların gerçek sahibinin Allah olduğu bilinmelidir. Buna rağmen cahiller kendilerine verilen nimetleri, Allah indinde makbul kimseler olduklarının alâmet ve delili zannederler. Bu düşünce yanlıştır. Çünkü dünyada verilen nimetler ikram olsun diye değil, imtihan için verilmektedir.

Zira herkes bilmektedir ki, Allah’ın nice makbul kulları yoksulluk içinde kıvranırken, nice azgın kimseler nimetler içinde yüzmektedir. Dikkat edilecek bir diğer husus da şudur: Eğer zâlimlerin dünyada kazandıkları kendi çabalarının bir sonucu olmuş olsaydı, Allah’ın azabı geldiğinde, yine aynı çabayı göstererek ona engel olabilirlerdi. Halbuki böyle bir durumda, onların hiçbir bilgi, beceri ve çabaları işlerine yaramamıştır, yaramamaktadır. Şâirin:

“Âlimim dersin ammâ âlemden bîhabersin

Bu andan, bu nefesden, bu demden bîhabersin” (İbrâhim Efendi) sözü tam da bu gâfiilerin hâlini aksettirir.

Fakat ne büyük bir ilâhî af ve rahmet tecellisidir ki, bunca zulüm ve haksızlık işleyenlerin bile, eğer henüz hayatta iseler, tevbe edip kurtulma imkânları hâlâ devam etmektedir:

  1. De ki: “Ey günah işleyerek kendilerine yazık eden kul­la­rım! Al­lah’ın rah­me­tin­den ümî­di­ni­zi kes­me­yi­n! Çünkü Al­lah, bü­tün gü­nah­la­rı bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
  2. “Ümidinizi kesmeyin, fakat tepenize o azap inmeden önce de tevbe edip Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Aksi halde kimseden yardım göremezsiniz.”
  3. “Evet, o azap, hiç farkında olmadığınız bir anda âniden tepenize çökmeden önce, Rabbinizden size gelmiş en güzel söz olan Kur’an’a uyun.”

Bu âyet-i kerîmeler sadece günahkâr mü’minlere değil, kâfiri, müşriki ve münâfığıyla bütün insanlara hitap eder. Hepsini Allah’ın affına, bağışlamasına ve rahmetine davet eder. Bir insan, yanlış inanç ve günah bakımından hangi derekede, hangi derin çukurda bulunursa bulunsun, buradan kurtulmaya karar verip tevbe ipine sarıldığı takdirde Allah Teâlâ onu kurtaracaktır. Çünkü Allah, dünyada küfür ve şirk dâhil bütün günahları bağışlayacağını, bağışlamayacağı hiçbir günahın bulunmadığını açıkça ilan ediyor. Nisâ sûresi 48. âyette bahsedildiği üzere Allah’ın, “kendine ortak koşulmasını bağışlamaması”, dünya ile değil âhiretle alakalı bir durumdur. Böyle olmasaydı bir kez şirke düşmüş hiçbir kimsenin artık ebediyen affedilmemesi gerekirdi ki, bu realiteye aykırıdır.  Nitekim âyetlerin iniş sebebi de bu hususu açıklamaktadır:

Rivayete göre müşriklerden bir topluluk çokça adam öldürmüş, çokça zina etmişlerdi. Fakat bir taraftan da iman ışığı kalplerini yoklamaya başlamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.)’e şöyle haber gönderdiler: “Se­nin kendisine davet ettiğin din, hiç şüphesiz güzel bir şeydir. Tevbe eder­sek, tevbemiz kabul olur mu dersin?” Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Müslim, İman 193)

Yine rivayete göre Mekkeli müşrikler şöyle demişlerdi: “Muhammed (s.a.s.) putlara tapan ve Allah’ın ha­ram kıldığı cana kıyan kimsenin günahının bağışlanmayacağını söylüyor. Peki nasıl hicret edelim? Nasıl müslüman olalım? Biz hem Allah ile birlikte başka ilâhlara ibâdet ettik, hem Allah’ın haram kıldığı cana kıydık.” Bunun üze­rine yüce Allah bu âyet-i kerîmeleri indirdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 268)

Bu rivayetler, âyetlerin şumulünün ne kadar geniş olduğunu izah eder. Ancak Cenâb-ı Hak, tevbe edilse de edilmese de mutlak olarak herkesi ve her günahı bağışlayacağını söylemiyor; aksine 54. âyette bağışlanmak için tevbe edip kendine yönelmeyi şart koşuyor. Tevbe edip Allah’a yönelmeyen ve O’nun emirlerine teslim olmayan kimselere yardım olunmayacağını bildiriyor. 55. âyette ise yine bağışlanmanın mümkün olabilmesi ve bunun kula fayda verebilmesi için, dünyada helak edici musibet veya ölüm gelmeden yahut ölüp öte dünyada cehennem azabıyla karşılaşmadan, Allah’ın indirdiği en güzel buyrukları içine alan Kur’an-ı Azîmüşân’a en güzel şekilde tâbi olma şartı getiriliyor.

Tevbe edip Allah’a dönmeyi geciktirmeme bakımından şu kıssa pek ibretlidir:

Rivayete göre bir terzi, sâlihlerden bir zâta:

“–Resûlullah (s.a.s.)’in: «Allah Teâlâ, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder» (Tirmizî, Deavât 98/3537) hadîs-i şerîfi hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl etti. O zât da sordu:

“–Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?”

“–Terziyim, elbise dikerîm.”

“–Terzilikte en kolay şey nedir?”

“–Makası tutup kumaşı kesmektir.”

“–Kaç seneden beri bu işi yaparsın?”

“–Otuz seneden beri.”

“–Canın gırtlağına geldiği zaman, kumaş kesebilir misin?”

“–Hayır, kesemem.”

“–Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün kuvvetin yerinde iken tevbe eyle! Yoksa son nefeste istiğfar ve hüsn-i hâtime nasîb olmayabilir... Sen hiç: «Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!» (Münâvî, Feyzu’l-kadîr, V, 65) sözünü işitmedin mi?” Bunun üzerine terzi ihlâsla tevbeye sarıldı ve sâlihlerden oldu.

Âyet-i kerîmeler şuna işaret etmektedir ki, kulun samimi bir tevbesi olmadan ve bundan böyle sergileyeceği hal ve hareketleriyle, ibâdet ve ahlâkıyla yaptığı tevbede gerçekten ciddi olduğunu doğrulamadan ilâhî affa nâil olması zor gözükmektedir. O halde, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemenin ve mağfiretine erişmenin ancak belirtilen şartlar yerine getirildiği zaman mümkün olabileceği anlaşılır.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), kudsî hadislerde Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu haber vermektedir:

“Kullarım! Siz gece gündüz günah işlemektesiniz. Bütün günahları affeden de yalnızca benim. Benden af dileyin ki sizi bağışlayayım.” (Müslim, Birr 55)

“Ey Âdemoğlu! Sen bama dıa ettiğin ve benden affını umduğun sürece, işlediğin günah ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar da olsa, sen benden bağışlanma dilersen, günahlarını affederim. Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzuruma gelsen, bana hiçbir şeyi ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olman kaydıyla, ben de seni yeryüzü dolusu bağışlamayla karşılarım.” (Tirmizî, Deavât 98)

Bu ilâhî müjdeleri işiten imanlı bir gönül şöyle demekten kendini alamaz:

“Kesemem ümîdimi eltâf-ı Hüdâ’dan zira,

Kerem ü lutfu füzûndur benim ümidimden.”

“Yüce Rabbimin bana lütfedeceği af, bağışlama ve türlü türlü nimetlerden aslâ ümidimi kesmem, kesemem. Çünkü O’nun keremi, lutfu, iyilik ve ihsanı benim O’na olan ümidimden çok daha fazladır.”

Aşağıda gelen âyetler, belli şartlar çerçevesinde aynı gerçeği daha net ve anlaşılır hâle getirmektedir:

  1. Tâ ki kıyâmet günü geldiğinde, kişi: “Allah’a karşı işlediğim günahlardan dolayı yazıklar olsun bana! Meğer ben ne büyük gerçekleri alaya alıyormuşum da haberim yokmuş!” demeye mecbur kalmasın.
  2. Yine o: “Eğer Allah bana doğru yolu gösterseydi, ben de elbette şirk ve isyândan sakınanlardan olurdum” diye mazeretler öne sürmesin.
  3. Yahut o azâbı gördüğünde: “Âh, keşke bana bir fırsat daha verilse de dünyaya dönüp iyilik yapanlardan olsam!” şeklinde boş temennîlerde bulunmasın.
  4. Allah şöyle buyurur: “Hayır! Gerçekleri açıklayan âyetlerim sana gelmişti, fakat sen onları yalanladın, onları kabul etmeyi kibrine yediremedin ve kâfirlerden oldun!”

Hayatta iken iman, tevbe, ibâdet ve itaat ile Allah’ın af ve rahmetini elde edemeyen kişi, âhiret gerçeği ile karşılaştığı vakit pişmanlığını gizleyemeyecektir: Dünyada iken Allah’a itaatte gösterdiği kusurlara ve O’na karşı işlediği günahlara pişman olacak; “âh, keşke böyle yapmasaydım” diyecek. Kurtuluş için mazeretler uydurmaya, hatta suçu Rabbine, kadere atmaya çalışacak. Tekrar dünyaya dönüp iyilik ve ihsan sahibi kimselerden olmak isteyecek… Fakat bunların hepsi, karşılığı olmayan birer boş temennîden öteye geçmeyecektir.

Allah Teâlâ bu gibi nasipsiz bedbahtlara: “Hayır! Gerçekleri açıklayan âyetlerim sana gelmişti, fakat sen onları yalanladın, onları kabul etmeyi kibrine yediremedin ve kâfirlerden oldun!” (Zümer 39/59) buyuracaktır. Bu ilâhî beyân, insanın yaptıklarından sorumlu olduğunu gösterir. Demek ki, onların bu duruma düşmeleri, Allah’ın kendilerine hidâyet etmemesi değildir. Bilakis Allah onlara doğru yolu göstermek için âyetler indirmiş; fakat onlar kibirlerinden dolayı bu âyetleri yalanlayarak böyle hazin bir âkıbete uğramışlardır.

Dünyada yapılan iyi veya kötü amellerin mahşer yerine yansımasına gelince:

  1. Sen, Allah adına yalan uyduranların kıyâmet günü yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün. Büyüklük taslayanlar için cehennemde yer mi yok!
  2. O gün Allah, gönülleri Rablerinin saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanları üstün gayret ve başarılarından dolayı kurtuluşa erdirecek. Artık onlara hiçbir fenâlık dokunmayacak; hiçbir şeye de üzülmeyecekler.

Mahşer bir kısım yüzlerin ak, bir kısım yüzlerin siyah olacağı bir korku ve dehşet mahallidir. Kur’an’ın verdiği bilgilere göre, mü’minlerin yüzü ak, ilâhî vahyin tâlimatlarını dikkate almayıp Allah hakkında yalan söyleyen; O’na şirk koşan, evlat isnat eden, isim ve sıfatları konusunda yanlış yollara sapan kişilerin yüzü de simsiyah olacaktır. İman ve teslimiyet yüzlerde nûr olarak parıldayacak; yalan, inkâr ve günahlar da yüzlerde karalık olarak belirecektir. (bk. Âl-i İmrân 3/106-107; Kıyâmet 75/22-25; Abese 80/38-42) Cenâb-ı Hak o gün, dünyada Allah’tan korkup günahlardan sakınmak sûretiyle takvâya erişen kullarını, bu gayret ve başarıları vesilesiyle o günün her türlü kötülüklerinden kurtaracaktır. Böylece onlara hiçbir fenâlık dokunamayacak, onları üzecek hiçbir şey olmayacaktır. Onlar, Yüce Allah’ın emânı, muhafazası ve rahmeti içinde olacaklardır. Onlar dünyada Allah’ın hakkını korudukları, dinini yaşayıp muhafaza ettikleri gibi, o gün de Allah onları koruyacaktır.

Sonuç itibariyle:

  1. Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şey üzerinde görüp gözetici ve mutlak tasarruf sahibidir.
  2. Göklerin ve yerin anahtarları O’nun katındadır. Allah’ın âyetlerini inkâr edenlere gelince, işte onlar hüsrâna uğrayanların tâ kendileridir.

Vekil, “birinin adına onun işlerini idare eden, bu hususta kendisine güvenilen kişi”dir. Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden اَلْوَك۪يلُ (Vekîl), “kulun kendisine dayanıp güvendiği, umduğuna erişip korktuğundan emin olabilmek için yardımına bel bağladığı yüce varlık” anlamına gelir. Bu âyette ise, “bütün varlıkları tek başına kudret elinde bulunduran, hiçbir ortağı olmaksızın onları idare eden, koruyup gözeten, her şey üzerinde mutlak tasarruf sahibi” mânasında kullanılmıştır. Her şeyi yoktan yaratan Allah, onları tek başına idare etmekte ve onlarda istediği tasarrufu yapmaktadır. Göklerin ve yerin anahtarları, bunlardaki tüm hazinelerin anahtarları da yalnızca O’nun kudret elindedir. O’nun izni ve iradesi olmadan bunlardan hiç kimseye bir payın ayrılması mümkün değildir. O halde Allah’ın âyetlerini inkâr edip O’nun kahrını ve azabını celbedenlerin, tam bir hüsrana uğrayacaklarında şüphe yoktur.

Burada şu gerçeğe temas etmekte fayda vardır: Allah Teâlâ’nın bu kâinatta cârî olan iki kanunu veya kanunlar mecmuası vardır. Bunlardan biri, O’nun kudret ve irade sıfatlarından gelen, bütün eşya ve hâdiselerin yaratılışı, idâresi ve tasarrufuyla ilgili olup fennî-aklî ilimlerin konusu olan kanunlardır. Diğeri ise dindir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de her iki grup kanundan da “âyet”, “Allah’ın âyeti, âyetleri” diye bahseder ve bu kanunlardan her ikisi de kullardan kendilerine uymalarını; neyi gerektiriyorsa onu yapmalarını ve neyi yasaklıyorsa ondan kaçınmalarını ister. Bu kanunlar birbirini tamamıyla destekler ve aralarında en küçük bir çelişki yoktur. Bunlar ruhla beden, etle kemik gibidir. Birbirlerinden ayrı düşünülmeleri de mümkün değildir. Buna göre dinî kanunlara itaat etmenin veya karşı gelmenin karşılığı kısmen dünyada, büyük ölçüde ise âhirette görülür. Buna karşılık şeriat-i tekvîniyye ve şeriat-i fıtriye denilen diğer kanunlara uymanın veya uymamanın karşılığı ise büyük ölçüde dünyada, dinî sorumlulukla alakalı olduğu nispette de âhirette görülür. Meselâ; sabrın neticesi başarı, tembelliğin cezası ise mahrumiyettir. Çalışma serveti, sebat ise zaferi getirir. Dolayısıyla gerçek bir mü’min ve müslüman olmak, bu ilâhî kanunların her ikisine de uymaktan geçer. müslümanlar, bilhassa dini yaşamadaki ihmallerine ilave olarak eşya ve hâdiselerle ilgili kanunların gereklerini yerine getirmedikleri zaman dünyada bu kanunlara uyan kâfirler karşısında kaybetmişlerdir ve kaybetmeye mahkûmdurlar. Buna karşılık Allah’ın kitabındaki vahiylerini, âyetlerini, kanunlarını reddeden kâfirler ise âhirette mutlaka kaybedecekelri için ebedî hüsranda olanlardır. (bk. Ünal, s. 1013)

O halde:

  1. Rasûlüm! De ki: “Ey câhiller! Gerçek bu iken, benim Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi istiyorsunuz?”
  2. Sana da senden öncekilere de şu gerçek vahyedildi: “Eğer Allah’a ortak koşarsan bütün amellerin kesinlikle boşa gider ve elbette ziyana uğrayanlardan olursun!”
  3. Öyleyse, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol!

Resûlullah (s.a.s.)’in, putlara tapma hususunda kendisinden taviz koparmaya çalışan müşriklere “Ey câhiller” diye hitap etmesinin istenmesi, onun, şirkten uzak durma ve yalnızca tek olan Allah’a kulluk edip insanları da buna çağırma bakımından son derece kararlı duruşunu beyân eder. Bu duruş, putperestlerin olmayacak bir iş uğrunda boşuna yorulduklarını gösterir. Çünkü, peygamberlere Allah’tan gelen en mühim tâlimat, şirki bütünüyle terk etmektir. Din; iman ve sâlih amel üzere kurulmuş bir nizamdır. Şirkle beraber ne imanın ne de sâlih amelin olması mümkündür. Bu gerçek, müşriklerin dünya hayatında işledikleri iyi şeylerin onlara âhirette bir fayda sağlamayacağını da gösterir. Çünkü şirk, yapılan tüm iyilikleri boş çıkarmaktadır. O halde tek çıkar yol, yalnızca Allah’a kulluk etmek ve verilen sayısız nimetlere gücü nispetinde şükredebilen bir kul olmaya gayret göstermektir.

Allah’a layıkıyla kul olmamanın sebebi ise, Allah’ı gerektiği şekilde tanıyamamaktır:

  1. Onlar Allah’ı, kudret ve azametine yaraşır bir şekilde tanıyamadılar. Oysa kıyâmet günü yeryüzü bütünüyle O’nun avucunda ezilip un ufak olacak, gökler de yine O’nun elinde dürülmüş bir hâle gelecektir. Bu üstün sıfatların sahibi olan Allah, onların koştukları ortaklardan çok uzak, çok yücedir.

Bu temsil, tam olarak idrak etmemiz mümkün olmayan Allah’ın kudretini anlatır. Yeryüzünün bütünüyle Allah’ın elinde olması ve göklerin sağ elinde dürülmesi, O’nun kudretinin ne kadar büyük olduğunu; göklerin ve yerin yalnızca O’nun kudret ve tasarrufu altında bulunduğunu gösterir. Allah o kadar büyük ve o kadar kuvvetlidir ki gökleri bir eline, yeri bir eline alır. Fakat bunu bir insan gibi düşünmek caiz değildir. Çünkü O’nun zâtının mâhiyetini bilemeyiz. Nitekim âyetin sonu da, zâten Allah’ı her türlü eksiklik, noksanlık ve maddî tasavvurdan tenzîh etmek sûretiyle bu hususa işaret etmektedir.

Bir gün yahudi hahamlarından bir âlim, Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.)’in yanına geldi ve şunları söyledi:

“- Yâ Muhammed (s.a.s.)! Biz kitaplarımızda Cenâb-ı Hakk’ın şöyle anlattığını görüyoruz:

«Allah gökleri bir parmağında, yer tabakalarını bir parmağında, ağaçları bir parmağında, suları ve toprakları bir parmağında, diğer varlıkları da bir başka parmağında tutarak: ‘Bütün kâinatın hâkimi benim’ der.»”

Bu sözler üzerine Resûlullah (s.a.s.), hahamın söylediği şeyleri doğrulayarak azı dişleri görününceye kadar güldü, sonra da “Onlar Allah’ı, kudret ve azametine yaraşır bir şekilde tanıyamadılar” (Zümer 39/67) âyetini okudu. (Buhârî, Tefsir 39/2; Müslim, Kıyâmet 19)

Resûlullah (s.a.s.), yine bir gün hutbede bu âyeti okumuş ve şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ gökleri ve yıldızları küçük bir çocuğun topu elinde çevirdiği gibi çevirir ve o gün şöyle buyurur: «Ben bir tek ilâhım, hükümdarım, cebbârım! Büyüklük yalnız bana aittir! Nerede dünya hükündarları? Nerede dünyadaki zorbalar, mütekebbirler?»”

Hadisi nakleden sahâbî diyor ki:

“Peygamberimiz (s.a.s.) bunları söylerken öyle titremeye başladı ki, biz minberin yıkılacağını sanarak korktuk.” (Buhârî, Tefsir 39/3; Müslim, Munafikîn 24; İbn Mâce, Mukaddime 13)

Peki, göklerin ve yerin Allah’ın kudret elinde dürüleceği o dehşetli kıyâmet nasıl kopacak ve o gün insanların hâli nice olacak:

  1. O gün sûra üflenir; Allah’ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde kim varsa kıyâmetin dehşetinden çarpılıp cansız yere serilir. Sonra sûra bir daha üflenir; bir de bakarsın ki, bütün ölüler dirilip kabirlerinde ayağa kalkmış, merak ve endişe içinde etraflarına bakınıp duruyorlar.

Kıyametle alakalı olarak sûra iki kez üflenecektir. Birinci kez üflendiğinde, Allah’ın diledikleri hâriç göklerde ve yeryüzünde ne kadar canlı varsa hepsi çarpılacak, cansız yere düşecekler; yani öleceklerdir. İstisnâ tutulanların, Cebrâil, Mîkâil ve Azrail gibi büyük melekler, arşı taşıyan melekler, cennet ve cehennem melekleri olduğu belirtilir. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 280) Böylece dünya hayatı safhası bütünüyle kapanmış olacak, kabir âlemine geçmeyen kimse kalmayacaktır. Süresini yalnızca Allah Teâlâ’nın bilebileceği bir müddet böyle devam edildikten sonra sûra tekrar üflenecek, bu kez sorguya çekilecek ne kadar varlık varsa hepsi diriltilecek, kabirlerinden kalkacaklar ve etraflarına bakınmaya başlayacaklardır. Âyetteki tasvîri üslup, bize mahşer yerindeki insanların dirilince, uykudan veya baygınlıktan uyanmış insanların etraflarına şaşkın ve tuhaf bir şekilde baktıkları gibi bakma ve acaba kendilerine ne yapılacağı endişesiyle bekleyip durma hallerini seyrettirmektedir.

Sûra iki üfleme arasında geçecek zamanın ne kadar ve insanların yeniden dirilişinin nasıl olacağına ışık tutan şu hadis-i şerif gerçekten dikkat çekicidir:

Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Sûra iki üfleme arasında kırk vardır.”

Ashâb-ı kirâm Ebû Hureyre’ye:

“-Ebû Hureyre! Kırk gün mü?” diye sordular.

“- Bir şey diyemem” dedi. Sahabîler:

“- Kırk yıl mı?” diye sordular.

“- Bir şey diyemem” dedi.

“- Kırk ay mı?” diye sordular.

“- Bir şey diyemem” dedi. Sonra Allah Resûlü (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu söyledi:

“Kuyruk sokumu (acbü’z-zeneb) dışında insanın bütün bedeni çürüyüp yok olur. Yeniden yaratılma işi bundan başlar. Sonra Allah Teâlâ gökten bir hayat suyu indirir ve bu sayede ölüler bitkiler gibi yeniden canlanır.” (Buhârî, Tefsir 39/3; Müslim, Fiten 141)

Gelen âyetlerde mahşerde olacak işler haber verilir:

  1. Yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanır. Kitap ortaya konur. Peygamberler ve şâhitler getirilir. İnsanların arasında hak ve adâletle hüküm verilir. Kimseye zerre kadar haksızlık yapılmaz.
  2. Herkese yaptığının karşılığı tastamam ödenir. Zâten Allah, onların yaptıklarını pek iyi bilmektedir.

Buna göre:

Kıyâmette yıkılıp dağlarıyla, her şeyiyle un ufak edilen ve farklı bir mâhiyette mahşer için tanzim edilen yeryüzü (bk. İbrâhim 14/48) Rabbinin nûruyla aydınlanır. Bu nûr, artık dünyadaki ay ve güneş nuru değildir. Cenâb-ı Hak o güne mahsus bir nûr yaratacak ve bu nûr yeryüzünü aydınlatacaktır. Ancak pek çok müfessir, “Rabbinin nûru” ifadesini “Allah’ın adâleti” olarak tefsir eder. Yani o gün yer, Allah’ın adâleti, kullarının arasında hakkiyle hüküm vermesiyle aydınlanacaktır. Çünkü zulüm karanlık, adâlet ise nûrdur.

Kitap ortaya konacaktır. Bu her kul için ayrı ayrı yazılmış, dünya hayatında yaptığı küçük büyük her şeyin içinde harfiyen kayıtlı olduğu, hiçbir şeyin atlanmadığı amel defteridir. (bk. Kehf 18/49) Bu kitap, âdil bir yargılama için yazılı belgedir.

Gün sadece yazılı belge ile yetinilmez şâhit olarak peygamberler ve şâhitlik yapacak diğer insanlar, belki peygamberlerin tebliğ vazifelerini devam ettiren âlimler getirilir. Onlar da yargılama sırasında hazır bulundurulur. Onlara, her kişinin yaptığı işlerin Allah’ın gönderdiği ve tebliğ ettikleri dine uygun olup olmadığı sorulur.

Tutulan yazılı belgeler ve şâhitlerin tanıklığı ile kullar hakkında tam bir hakkaniyet ve adâletle hüküm verilir. Kimseye kıl payı haksızlık yapılmaz. İyi ya da kötü kim ne yaptıysa karşılığı tam tamına ödenir. Zaten Allah, insanların yaptığı her şeyi çok iyi bilmektedir. Bütün bu delil, belge ve şâhitlerin getirilmesi, herkesin o ilâhî mahkemede zerre kadar bir haksızlığın yapılmadığına kâni olması içindir.

Âyetlerde, adâletin temini ve insanların huzuru açısından dünya hayatını ilgilendiren şu mühim hususa işaret edildiği anlaşılır: İnsanları yönetim ve yargılamada şeffaflık ve adâleti gözetmek çok önemli olup, âdil yönetim ve yargı bir ülkeyi topyekun aydınlatan bir ışık kadar değerlidir. Dolayısıyla yönetim ve yargıda adâlet bir ışık gibi herkese ulaşmalı, yargıyla alakalı bilgi ve belgeler ortaya konmalı, şâhitler dinlenmeli, kimsenin kimseye hakkı geçirilmeden herkesle ilgili doğru ve adâletli hüküm verilmeli ve nihayet herkes kendi seçimiyle yapıp ettiğinin karşılığını bulmalıdır. Aksi halde kanun ve yasaların hiçbir mâna ve keyfiyeti kalmaz. (bk. Kur’an Yolu, IV, 634-635)

Şimdi de mahkemenin sonucu olarak cennet ve cehenneme gidecek insanların hallerinden birer manzara arz edilir. Önce cehennemliklerin hâli nazarlara sunulur:

  1. İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürülecek. Oraya vardıklarında cehenemin kapıları açılacak ve oradaki vazîfeli bekçiler onlara soracak: “İçinizden size Rabbinizin âyetlerini okuyan ve içinde bulunduğunuz şu günle mutlaka karşılaşacağınız gerçeğiyle sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” Onlar da: “Evet, geldi” diye karşılık verecekler, “fakat, ne çare ki, biz kâfirler hakkındaki azap kararı artık kesinleşmiş bulunmaktadır.”
  2. Onlara: “İçinde ebediyen kalmak üzere girin cehennem kapılarından!” denilecek. Büyüklük taslayıp, iman etmeyi kibrine yediremeyenlerin barınağı ne kötüdür!

Hicr sûresinde “Cehennemin yedi kapısı vardır. O azgınlardan kimin hangi kapıdan gireceği belirlenmiştir” (Hicr 15/44) buyrulur. Buna göre mahşer yerinde hesapları görülen kâfirler, kendilerine ayrılan kapıdan cehenneme girmek üzere oraya doğru sürüklenirler. Kendi arzularıyla değil, zincirlere vurularak son derece güçlü kuvvetli zebanilerin zorlamasıyla götürülürler. Cehennemin kapısına gelince oradaki vazifeli bekçiler, onların hasret ve pişmanlıkları daha da artsın diye, azarlayıcı mâhiyette, “Size peygamber gelmedi mi, onlar size kıyametten, mahşer gününden haber vermedi mi?” gibi sorular sorarlar. Fakat artık yapılacak bir şey kalmadığı için, bin bir pişmanlık, ah ve vâhlarla cehenneme tıkılırlar. Allah muhafaza buyursun!

Cennetliklere gelince:

  1. Kalpleri Allah saygısıyla dopdolu olup Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da bölük bölük cennete sevk edilecekler. Oraya geldiklerinde cennetin kapıları açılacak ve cennetin bekçileri: “Selâm olsun size! Ne mutlu size! Tertemiz geldiniz! Haydi, ebediyen kalmak üzere girin cennete!” diye buyur edecekler.
  2. Onlar ise şöyle diyecekler: “Bize verdiği sözü yerine getiren ve cennette istediğimiz yerde oturmak üzere bizi bu ebediyet yurduna vâris kılan Allah’a hamdolsun! Sâlih ameller işleyenlerin mükâfatı ne güzel!” diyecekler.

Cehennemin yedi kapısı olduğu gibi, cennetin de Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in beyânıyla sekiz kapısı ve pek çok dereceleri vardır. Mü’minler, dünyadaki iman, amel, takvâ ve ihlaslarına göre gruplara ayrılacak ve her grup hak ettiği kapıdan kendisine hazırlanan cennete girecektir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah yolunda çift sadaka veren yani devamlı iyilik ve ihsanda bulunan kimse, cennetin çeşitli kapılarından: «Ey Allah’ın sevgili kulu! Burada hayır ve bereket vardır» diye çağırılır. Sürekli namaz kılanlar namaz kapısından, mücâhidler cihâd kapısından, oruçlular Reyyân kapısından, sadaka vermeyi sevenler de sadaka kapısından davet edilirler.”

Bunun üzerine Hz. Ebûbekir:

“–Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın Rasûlü! Gerçi bu kapıların birinden çağrılan kimsenin diğer kapılardan çağırılmaya ihtiyâcı yoktur ama, bu kapıların hepsinden çağrılacak kimseler de var mıdır?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz  (s.a.s.):

“–Evet, vardır. Senin de o bahtiyarlardan olacağını ümîd ederim” buyurdu. (Buhârî, Savm 4; Müslim, Zekât 85, 86)

Cehennem bekçilerinin aksine cennetin bekçileri, misafirlerini en güzel şekilde karşılayacaklar. Onlara “sizlere selam olsun” diyerek, artık bundan böyle her türlü âfetten, belâdan ve hoşa gitmeyecek şeylerden selâmete erdiklerini müjdeleyecekler. Dünyada günah kirlerinden temiz kaldıkları için, burada da hallerinin gayet temiz, güzel ve hoş olacağını söyleyecekler ve onları içinde kalmak üzere cennete buyur edeceklerdir.

Cennete giren mü’minler, Allah Teâlâ’nın kendilerine ihsan ettiği bu nimetler karşısında çok sevinecekler. Duydukları neş’e ve sürûrun tabii bir sevkiyle, kendilerine âhiret ve cennetle alakalı va‘dini yerine getiren Allah’a hamd edecekler. Buradaki “yeryüzü”nden maksat, cennet diyarıdır. Mü’minler, kendilerine tahsis edilen o ebediyet yurdunda diledikleri yere konaklayacaklar ve istedikleri gibi yaşayacaklardır. İşte dünyada iman, sâlih amel, takvâ, ihlas ve ihsan yolunda ilerlemek için gayret gösteren, çalışan, çabalayan talihli kulların mükâfatı böyle güzel olacak.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

“Cennete ilk girecek kimselerin yüzleri, dolunay gibi parlak olacak. Onların ardından gireceklerin yüzleri, gökyüzündeki en parlak yıldız gibi aydınlık olacak. Orada insanlar ne küçük ne büyük abdest bozarlar ve ne de tükürüp sümkürürler. Onların tarakları altındandır. Kokuları mis gibidir. Buhurdanlıklarında tüten hoş koku, cennetin hoş kokulu ağacındandır. Eşleri hûrilerdir. Cennetliklerin hepsi de babaları Âdem’in şeklinde yaratılmış olup boyları altmış arşındır.” (Buhârî, Bed’ü’l-halk 8; Müslim, Cennet 15)

Yine Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in bildirdiğine göre, cennet ehli cennete girdikten sonra, bir nidâ edici onlara şöyle seslenecek:

“Artık sonsuz bir hayatınız var, aslâ ölmeyeceksiniz. Hep sağlıklı olacaksınız, artık hastalanmayacaksınız. Sonsuz bir gençliğiniz var, aslâ yaşlanmayacaksınız. Hep sefâ süreceksiniz, aslâ üzülmeyeceksiniz.” Müslim, Cennet 22)

Cennetlerde ebedî mutluluğa erişen mü’minlerin gönülleri mesteden güzel hallerini tamamlayıcı bir manzara olarak o gün meleklerin teşbih ve hamdleri dile getirilerek şöyle buyruluyor:

  1. O gün melekleri de görürsün; arşın etrafını kuşatmış, Rablerini överek tesbih ediyorlar. Böylece tüm insanlar hesaba çekilecek, aralarında adâletle hükmedilecek ve “Sonsuz hamd ü senâlar olsun Âlemlerin Rabbi Allah’a!” denilecek.

Cennete giren bahtiyarlar, Allah’ın izniyle arşın etrafını her yönden kuşatan melekleri görürler. Bu melekler devamlı surette Allah’a hamd ederler, O’nu tesbih ve takdis ederler. سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ بِحَمْدِه۪ (sübhânellâh ve bi hamdih) derler. Bu durum, hem Cenâb-ı Hakk’ın saltanatının yüceliğini gösterir, hem de cennetliklerin tadacakları mânevî neş’enin derinliklerine ve görecekleri manzaraların güzelliklerine bir kapı aralar. O gün cennetliklerle cehennemlikler arasında hakkaniyet ve adâlet ölçülerine göre hükmedilir. Cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme gider.

Cennete giren mü’minler de: “Onların cennette: «Allahım! Sen her türlü kusurdan ve ortaktan uzaksın!» diye dua edecek; birbirlerine olan iyilik ve âfiyet dileklerini ise: «Selâm!» sözüyle sunacaklardır. Dualarının sonunda da: «Bütün övgüler Âlemlerin Rabbi olan Allah’adır» diyeceklerdir” (Yûnus 10/10) âyetinde de haber verildiği üzere, büyük bir gönül huzuru ile “Bütün övgüler Âlemlerin Rabbi olan Allah’adır” derler.

Bu hamdin, melekler tarafından, hatta canlı ve cansız tüm varlıklar tarafından yapılma ihtimali de vardır. Çünkü “diyen kişi” meçhul bırakılmak suretiyle bu mânaya ışık tutulmuştur.

Kaynak: kuranvemeali.com